SÖYLEŞİ | ABD Kongre Baskını'ndan bir yıl sonra: Ne değişti, ne değişmedi?

Dayanışma Meclisi üyesi Prof. Mustafa Türkeş geçtiğimiz yıl 6 Ocak'taki Kongre Baskını'ndan sonraki bir yılda ABD siyasetinin durumunu soL'a değerlendirdi.

Haber Merkezi

Geçtiğimiz yıl bugün dünya tarihinin sıradışı olaylarından biri yaşanmış, başkanlık seçimini kaybeden Trump'ın taraftarları ABD Kongre Binası'na girmişlerdi. Olayların sonucunda 4 kişi de yaşamını yitirmişti. Ortaya çıkan görüntüler dünyada da uzun süre tartışılmıştı. Neticede bu protestolar Biden'ın başkanlık koltuğuna oturmasına engel olmadı, hatta Trump'ın, en azından bir süre, dünya gündeminden uzaklaştırılmasını bile sağladı.

ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve Dayanışma Meclisi üyesi Prof. Mustafa Türkeş sorularımıza verdiği yanıtlarda 6 Ocak'taki Kongre baskınının üzerinden bir yıl geçtikten sonra hem baskını hem de bu bir yıl içinde ABD siyasetinin güzergahını değerlendirdi. 

Siz bir yıl geriye dönüp bu olaya bakınca nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?

Kongre Baskını adıyla tarihe geçen bu olay, esas itibarıyla ABD’de gerçekleşen seçimlerin biçimsel sorunları ve ABD demokrasisinin açmazlarını yansıttı. Şekil bakımından, şiddet içerdiği için Baskın’ın kabul edilmez olduğuna şüphe yok. Öte yandan, bu süreç ABD’de bulunan yönetim biçiminin nasıl bir toplumsal düzenin ürünü olduğunu da kristalize etti. Seçimlerin iki kademeli oluşu, eyaletler arası dengeyi gözeten bir anlayışı öncelemesi, ürettiği kongrenin (temsilciler meclisi ve senato) karmaşık gibi gözükse de oy verenlerin iradesini temsil etmekten uzak olduğunu dünyanın önüne serdi. Demokrasicilik oynamaya gerek yok; bu bir çeşit demokrasidir (çok sayıda farklı demokrasiden söz etmek mümkündür), demokrasinin ideal bir formu da yoktur. ABD demokrasisi öyle öykünülecek bir demokrasi olmadığı gibi, demokratik olduğunu söylemek de oldukça güçtür, zira sosyal güçlerin müzakere ve mücadele ettiği alanın hem çok dar hem de büyük ölçüde varlıklı sınıflara ayrılmış olduğu açıktır. Kısacası, farklı sosyal güçlerin, sınıfların özgürce ve rahatça mücadele ve müzakere edebileceği geniş bir alan bulunmadığı için demokratik olduğu tartışmalıdır. 6 Ocak Baskın’ı Amerikan demokrasisini açmazlarını dünyaya ifşa ettiği için Amerikan burjuvazisi çok tedirgin oldu. Trump’ın ne kadar anti-demokratik olduğuna dair çok sayıda görüntü piyasaya sürüldü. Bu, doğru fakat eksik bir tespitti; Biden yönetimi de aynı demokratik olmayan seçim, temsiliyet, başkanlık yapısına yaslanan bir düzenin temsilcisi olacaktı. Biden, ABD’nin “yetmez ama evet”çilerini temsil etmekten öteye geçmeyecekti. “Rol model” olması sorgulanacağı için dünyanın başka yerlerinde bulunan izleyicileri de şaşkına döndü. Asıl düş kırıklığı oralarda yaşandı. Biden yönetiminin “umut” olamayacağını geç de olsa anlamaya başladılar.

Olayın hukuki kısmını daha çok ABD içi aktörlerin tartışmasına bırakabiliriz. Biz olayın ABD politikalarına etkisiyle ilgileniyoruz daha çok. Bu bağlamda Biden'ın koltuğa oturmasının yani Trump'tan sonra ABD'de ne değişti ve tabii ne değişmedi?

Olayın hukuki boyutu nereye evrilir bunu kestiremiyorum, fakat kısaca şunu söylemek mümkün: Trump cezalandırılmak isteniyor. En azından 2024 seçimlerinde aday olmasını önlemek istiyorlar. Siyasi bakımdan kendisi olmasa bile Trump’ın işaret edeceği bir kişinin Cumhuriyetçi Parti tarafından aday gösterilmesiyse ihtimal dışında değil. Yani maç bitmiş değil. Ama ne fark eder? Biden yönetimi Trump dönemi formüle edilen politikaların önemli bir bölümünü benimsedi ve devam ettiriyor.

Uluslararası politikada Trump döneminden farklılaşan iki nokta var: İlki, Trump döneminde yapısızlaştırılan nükleer silahların yaygınlaştırılmasını önleme politikası Biden yönetimi tarafından şimdilik ötelendi. P5 adıyla bilinen nükleer silahlara sahip 5 büyük gücün üç gün önce “nükleer savaşın kazanılamayacağı” tezini ifade eden görüşü yinelemeleri Biden yönetiminin Trump dönemi nükleer silahlanma politikasını benimsemediğini, fakat yeni bir politika da üretmediğini gösterir. Bu konuda erken bir zafer ilan etmenin anlamı yok, Trump yönetimi bu konudaki mimariyi yıktı, yeni bir mimari henüz kurulmadı, potansiyel kriz halen devam etmektedir. Ortada bir Sosyalist Sovyetler Birliği mevcut değil… Silahsızlanmayı savunan, nükleer silahların topluca imha edilmesini öngören bir hegemonya projesi maalesef devletler düzeyinde bugün yok. Ne Rusya ne Çin ne de Fransa ve Britanya nükleer silahsızlanmayı ve elde bulunanların imhasını öngörüyorlar. Trump yönetimi böyle bir yönelimin zeminini yapısızlaştıran adımı INF anlaşmasını ilga ederek atmıştı, Biden yönetimi burada bir geri dönüş yapmadı. Kıtalararası nükleer silahlara dayalı rekabetin yaygınlaştırılmasını frenleyen anlaşmadan çekilmeyerek Trump dönemi politikaya çekince koydu. Bunu önemsemekle birlikte bunun Trump dönemi politikasından net bir kopuş olduğunu söylemek acelecilik olur.

Biden yönetiminin Trump döneminden farklılaşan esas önemli politikası Avrupalı müttefikleri ile nikah tazeleyeceğini ilan etmesidir. “ABD dönüyor” adıyla andıkları politika Trump döneminde önemli ölçüde zedelenen müttefiklik ilişkisi, özellikle NATO bağlamında, yeniden biçimlendiriliyor. Burada da tam bir eskiye dönüşten söz etmek mümkün olmamakla birlikte, NATO’nun yeniden ayağa kaldırılıp öncü güç olarak kullanılması, bu araç üzerinden Rusya’yı çevreleme politikasına dönüştüğünü söylemek mümkün. Bush döneminde, 2008 yılı NATO toplantısında Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini öngören politika 2009’da Obama yönetiminde “reset” yeni bir başlangıç politikasıyla ötelenmiş, Trump döneminde ikincil durumda bırakılmıştı, Biden yönetimi NATO’yu Avrupalı güçlerle nikah tazelemede önemli bir araç olarak konumlandırdı, ABD geri dönüyor mesajını güvenlik konularında Rusya, iktisadi alanda Çin karşıtlığına oturtarak eski müttefikleriyle nikah tazelemek istiyor. Bunu kısmen de olsa gerçekleştirdi. Doğu Avrupa ülkeleri, Polonya, Baltık Ülkeleri, Romanya ve Bulgaristan (Cumhurbaşkanı dışında büyük çoğunluk ABD’nin yanında) ABD’nin Ukrayna politikasını destekler durumda. Bu tabloda Yunanistan’ın Dedeağaç limanı, Girit adası ve başka pek çok alanı ABD’nin kullanımına açması yalnızca Rusya’ya karşı pozisyon almak olarak okunamaz. Bu aynı zamanda Türkiye’yi daha çok Atlantikçi pozisyona itmek anlamına gelir. Daha büyük vahamet, NATO’nun Karadeniz’de konuşlanması için Türkiye’yi Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna ile birlikte hareket etmeye zorlamasıdır.

Üçüncüsü, İran konusudur. Trump yönetimi İran ile Obama döneminde varılan Nükleer Uzlaşı’dan çekilmişti. Avrupalı müttefikleri onu korumaya çalıştılar. Biden yönetimi Nükleer Uzlaşı’yı yeniden üretmek istemekle birlikte İran’a alan bırakacağı kuşkulu. İran’ın neye razı olacağı da İran’ın iç dengelerine bağlı. Bu durumda Biden yönetimi Trump yönetiminden kopuş amacıyla başlasa da eskiyi yeniden üretmek mümkün olmayabilir.

Bu üç konu dışındaki alanlarda Trump dönemi politikaları Biden yönetimi tarafından önemli ölçüde sürdürülmektedir. İbrahim anlaşmaları, Körfez Ülkeleri, Mısır, Libya, İsrail gibi kuzey Afrika ve Orta Doğu’da Trump döneminde uygulanan politikalar Biden yönetimi tarafından benimsenmiş ve konsolide edilmektedir.

Çin’i stratejik rakip olarak tanımlama Trump ve Biden yönetimlerinde devamlılık sunmaktadır. Çin’i frenlemek için AB ülkeleri ile ABD ortak duruş sergilemeye çalışmaktalar. Bu amaçla, Çin’in geliştirip uygulamaya başladığı “Kuşak Yol” projesine karşı AB’nin önerdiği Küresel Geçit (Global Gateway) ve ABD’nin altyapı yatırımlarını destekleyeceği sözlerinin henüz karşılık bulduğunu söylemek mümkün değil. ABD ve AB’nin önerilerinde bazı şart koşma politikaları olduğu için Çin’in Kuşak Yol projesine alternatif oluşturması kısa zamanda mümkün gözükmüyor.

Biden döneminde en belirgin değişim, Ukrayna üzerine ve Rusya ile giderek gerginleşen politikadır. 2021 yılı sonbahar aylarında Biden yönetimi, Ukrayna ile olan ilişkisini yinelerken bir taraftan Ukrayna ile stratejik ortaklık anlaşmasını yeniledi (10.11.2021), öte yandan aynı stratejik ortaklık anlaşmasında Ukrayna’ya asker sözü vermedi, askeri ekipman, silah ve savaş teknolojisi sözleri vermekle yetindi. Böylece, ABD Ukrayna’ya sizin adınıza Rusya ile savaşmayız, fakat siz savaşırsanız destekleriz mesajı verdi.

Rusya yönetimi askeri bakımdan geri adım atmayacağı, savaşmayı göze alacağını açıkça belirtirken, 15 Aralık’ta biri ABD’ye (Güvenlik Garantileri Anlaşması Önerisi), ikincisi NATO üyesi ülkelere ( Güvenliği Sağlama Tedbirleri Anlaşma Önerisi) iki belge sunarak diplomasi üzerinden bir çözüm platformu oluşturma önerisinde bulundu. İlki 8 madde, ikincisi 9 maddeden oluşan söz konusu anlaşma taslaklarını 17 Aralık günü Rusya Federasyonu dış işleri sayfalarında yayımladı. Bu, savaş veya diplomatik çözüme karar verin anlamına gelir.

3 Ocak 2022’de ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in “Bükreş 9” adıyla bilinen NATO’nun Doğu kanadını oluşturan ülkelerin dışişleri bakanları ile yaptığı görüşmeleri yansıtması ve orada NATO’nun 5. Maddesine vurgu yapması ABD’nin gerginliği artırmayı tercih ettiğine işaret etmektedir.

Ukrayna üzerinden üretilen ABD-Rusya gerginliği çapı büyük olduğu için dünya barışını doğrudan ilgilendiren bir konuya dönüştüğünü söylemek mümkün.

Ukrayna ve Rusya konularında Almanya’nın yeni yönetiminin alacağı pozisyon gerilimi artırma veya düşürmeye yönünde etki yapacaktır. Almanya’nın enerji arzı güvenliğini göz ardı etmesi mümkün gözükmüyor, bu nedenle ABD’nin gerginliği artırma stratejisini yavaşlatacak adımın Almanya’dan geleceğini tahmin etmek mümkündür.

Son soru olarak, tüm bu çerçevede ABD-Türkiye ilişkileri nereye gidiyor?

ABD-Türkiye ilişkileri uzun süredir bölgesel krizlerden hızlı etkilenir durumda. Suriye konusunda ABD ve Türkiye birbirini işgalcilikle suçlar durumda, Türkiye yönetimi uzunca bir süre ABD’nin Suriye yönetimini devireceği, böylece kendisine bir alan çıkacağı üzerine hesap yaptı ve yanıldı. ABD Suriye’de kendisi konuşlandı, Türkiye’ye alanı daralttı. Ancak Türkiye’nin uslu müttefik kalmasını uman ABD’nin istediği olmadı. Türkiye yönetiminin de ihtirasları vardı, Suriye’de kendisine, özellikle İdlib’de bir alan oluşturdu. Bunu Rusya ile yaptığı pazarlık üzerinden oluşturdu, ABD buna itiraz etmedi. Bu alan fiziki olarak bir apandisite benzemektedir. Türkiye’ye yararı olmadığı gibi, patladığında Türkiye’ye sıçrayacak, zehir saçacak potansiyele sahip.

Trump dönemi Türkiye-ABD ilişkileri Türkiye açısından tam bir fiyaskoya dönüştü: ABD yönetimi istediklerini kimi zaman mali baskı kurarak, kimi zaman askeri mühimmat, teçhizat ve teknoloji üzerinden sınırlamalar getirerek elde etti. ABD’nin eski Ankara büyükelçisi, James Jeffrey’nin sözünü ettiği “diş gösterme” eylemi karşısında Rusya’ya yakınlaşan, orada umduğunu bulamayınca NATO ve AB’ye böylece ABD’ye tekrar yaslanan iktidar ancak daha çok ödün vererek bekleme durumundan çıkabildi. Bekleme durumundan çıkış yeni ödünlerle mümkün olabildi. Biden döneminde Türkiye daha çok ödün verme noktasına ulaştı. İlişkilere kurumsal nitelik kazandıracak yeni kurulmakta olan ikili ilişki mekanizmasının nereye evirileceği yaşanarak görülecek. İlk örnekler pek parlak sonuç alınacağına işaret etmemektedir. Yunanistan’ı silahlandıran ABD ve Fransa Türkiye’yi yeni F16 silahları almaya sevk etti, eski F16 uçaklarının bir kısmının yenilenmesi de dahil.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ABD-Rusya gerginliği, Ukrayna’da gerginliklerin artması ve dahi Türkiye’nin Ukrayna’ya verdiği bol sözler, ABD’nin zorla dayattığı İbrahim Anlaşmaları ve bunun diğer Arap Emirliklerine teşmil edilmesi, Doğu Akdeniz’de Gaz Forumu’nun Türkiye aleyhine konsolide olması, Libya’da belirsizlikler, Yunanistan’ın silahlandırılması gibi konular, Türkiye-ABD ilişkilerini doğrudan etkilemekte ve bütün bu noktalarda Türkiye’yi Atlantikçi pozisyona çıpalamaya hizmet etmektedir.

Biden dönemi Türkiye-ABD ilişkilerinin tek yönlü bağımlılığı pekiştirme doğrultusunda ilerlediğini gözlemek mümkündür.

Türkiye’de iktidarlar ABD-Rusya-AB arasında gelgitler yaparak kendi bekasını yeniden üretmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ittifak sistemi -değişken ittifak olsa dahi- Türkiye’nin bu döngü dışına çıkmasına müsaade etmiyor, dış politika kodları çözülmüş iktidarların -düzen partilerinin- bu döngünün dışına çıkabilmeleri mümkün olabilir mi? Herkesin düşünmesi gereken noktalardan birisi budur.