Sosyalizm ve Edebiyat: Jurbinler

Jurbinler, çağının sosyalist düzenini ustalıkla ve oldukça canlı tasvir ediyor. Bunu bilen ve becermiş bir yazar olarak Koçetov’a ve onun Jurbinler'i şahsında, bir zamanlar emekçi sınıfların ortak ülküsünü gerçekleştirmiş onurlu Sovyet emekçilerine şükranlarımızı sunmamız gerekiyor.

Özgür Kalim

Sanatın ve insan toplumunun tarihi öylesine iç içe geçmiştir ki, tekil olarak, herhangi birinin geçmişine, değişimine ve gelişimine bakmak koşulsuz olarak diğerinin de aynı özelliklerini görmemize olanak sağlıyor. Elbette ki sanatın, toplumdan bağımsız bir geçmişi ve gelişimi olmadığını kaydederek.

Edebiyat; şiir, roman, öykü türleri gibi bütün kategorileri de dâhil olmak üzere, çeşitli dönemlere ayrılır ve sınıflamalara tabii tutulur. Bu tarihlendirme, dönemlere ayırma ve sınıflandırma işlemi tek başına edebiyata özgü değildir. 

Dönemlere ayırma ve sınıflandırma olgusu, kuşkusuz, ilk paragraftaki önermeye, onu akılda tutmaya yönelik bir vurgudur. Nitekim ele alınan dönemlerde ortaya konulmuş ürün ve üretimler, okuyucuya, söz konusu tarihsel dönemin panoramasını sunar.

Rus edebiyatı da bu önermeye tabiidir ve onun, özgün üretimleri sayesinde Rus toplumunun yaşantısı aydınlığa kavuşmaktadır. Bana sorarsanız iyi edebiyat için bu tür bir arka plan olmazsa olmazdır.

Yalnızca, 19 ve 20. yy olarak, iki ayrı tarihle değil; klasik, romantik, realist vb. akımlarla da sınıflandırmanın yetmediği; Puşkin ile başlayıp Gogol, Çernişevski, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Gonçarov, Çehov ile devam eden; Gorki’ye, Mayakovski’ye, Şolohov’a, Gladkov’a, Ehrenburg’a, Koçetov’a uzanan ve daha onlarcasının şahsında, geniş yelpazedeki üretimleriyle, hayranlık uyandırıcı bir çeşitliliğe ve göz kamaştırıcı bir zenginliğe sahip olan bu edebiyat geleneğinin Sovyet-çağdaş dönemi, hakkında az şey bilinen, belki de unutturulmaya çalışılan, dönemlerden biri.

Bu dönem, emekçi sınıfların siyasi iktidarı elinde bulundurduğu, toplumsal eşitliğin emsalsiz bir örneğinin hayata geçirildiği; insanlığın, prangalarından kurtulduğu, tam anlamıyla, tarih öncesi serüvenini arkada bıraktığı bir kuruluş ve varoluş dönemiydi. Aynı zamanda bu dönem, Sovyetler Birliği'nin savaş, sabotaj, yalan ve kara propagandalara karşı, tepeden tırnağa örgütlü ve cansiperane, vakur bir direniş sergilediği dönemdi. 

Devrimine sahip çıkan milyonlar kadar onu boğmak isteyenlerle de doluydu tarihin ilk işçi devleti.

Bu girizgâhtan sonra, amacımın, elbette bütün bir Rus edebiyatının röntgenini çekmek olmadığını belirtmek isterim. Bu yazıdaki maksadım, 19. yüzyılın entelektüel mirası ve 20. yüzyıldaki köklü ve büyük değişimlerinin ışığında, bir Sovyet romanından, kısmi yönleriyle, bahsetmek.

Söz konusu roman Vsevelod Koçetev’un (1912-1973) Jurbinler adlı romanı. Hakkında bir şeyler öğrenebileceğimiz Türkçe bir kaynak neredeyse yok. Yalnızca, Jurbinler’i Türkçe'ye kazandıran çevirmenin (Ahmet Açan), yazar ile ilgili yapılmış bir değerlendirmeyi içeren, çevirisi var. Sadece şunu yinelemekte fayda var: sosyalist gerçekçiliği yetkin bir teknik kurgu ve dille sanat eserine dönüştürmüş, döneminin ünlü isimlerinden biridir Koçetov. Sıradan insanı içinde bulunduğu toplumsal koşullarla kavrayan tarzı, dilindeki sadelik ve başarılı kurgu tekniği Rus edebiyatının tarihsel mirasını fazlasıyla taşıyor.

Bir taraftan tıpkı Yüzyıllık Yalnızlık'taki gibi bir kuşaklar öyküsü –fakat kuşaklar arasındaki geçiş derinlemesine detaylandırılıp bir tarih anlatısına dönüşmüyor- diğer taraftan devrimini yapmış muzaffer bir sınıfın; özverili yaşam mücadelesi, sevgi dolu aile yaşantısı ve siyasal uyanıklığını anlatan, destan kadar lirik bir anlatım çıkıyor karşınıza. Bu lirizm elbette, kendinizi, o mücadelenin ve tarihin bir parçası hissettiğinizde, romandaki karakterlerle duygudaşlık kurduğunuzda kendini daha da hissettiriyor. Adeta bir ütopyayı yaşıyorsunuz roman boyunca fakat şunu kesinlikle belirtmek gerekiyor: Jurbinler, gerek aile yaşantılarında gerek iş yaşamlarında çizdikleri profil ile hiç de gerçekçi olmayan, abartılı ifadelerle anlatılmıyor. Kitapta ne işitip ne okuyorsanız, baştan aşağı, sosyalist insanın tevazuunu, fedakârlığını ve sevecenliği görüyorsunuz. 

İşçiler inşa edecekleri gemileri bahçelerindeki havuzda yüzdürecekmiş gibi kendilerine ait hissediyorlar. İşini iyi yapmayan görmezden gelinmiyor, yoldaşça sorumlulukları hatırlatılıyor. Bir ev sahibi olmak için on yıllarca süren borçlara girmelerine gerek yok, fabrika yönetimi, ihtiyacı olanları belirleyerek onlara ihtiyaçlarına göre bir konut tahsis ediyor. Sovyet vatandaşları yaşlarına bakılmaksızın her türlü eğitime kolaylıkla erişebiliyor. Bunun için binlerce lira harcamalarına gerek kalmıyor. Eğitimli olmak sınıf atlama hayallerinin bir aracı değil, bir yurttaş sorumluluğu, bir entelektüel tatmin istenci. Üretimin yeni tekniklerle sürekli olarak geliştirilmesi ödüllerle teşvik ediliyor. Özetle insanı yormayan bitmez tükenmez bir enerjiyle yaşıyorlar hayatı, Jurbinler.

Bu anlatı kimine ütopik, kimine de spekülatif gelebilir, ancak bunların çok temel insani motivasyonlar olduğunu, Sovyetler Birliği'nin, vatandaşları için, bunlardan çok çok daha fazlasını yaptığını biliyoruz. Şüpheleri olanlar tarih bilimiyle irtibata geçebilirler. 

Romandan devam edelim… Jurbinler'in en yaşlı üyesi; 1905 devrimini görmüş, devrimci mücadeleye katılmış, Matvey Dede, fabrika müdürünün yanına gidip, ona, yaşamına bir komüniste yakışırcasına düzen vermesi gerektiğini söyleyebiliyor. Yine söz konusu müdür, çok yaşlandığı için sorumlu olduğu işinde fazlaca hatalar yapmaya başlayan dedeyi onu gücendirmeyecek bir yöntemle başka bir işte görevlendirebiliyor. Romanın sonlarına doğru, kentte başlayan fırtına, kısa sürede, fabrikada büyük zararlar açabilecek bir seviyeye geliyor. Fabrikada bulunan nöbetçi işçiler hemen acil durum prosedürünü devreye sokarak müdahaleye başlıyor. Geminin yan yatmaması için halatlar bağlanıyor, kaynaklar yapılıyor, herkes - kesinlikle ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette değil- bir şeyler yapmaya çalışıyor. Evlerindeki işçiler haberi alır almaz sıcacık yataklarından kalkıp fabrikaya koşuyor, çalışmalara katılıyor. Jurbinler'in her bir üyesi de, tehlikeye aldırmadan, ellerinden geleni yapmak için fabrikaya koşanlardan oluyor. Yazar bu bölümün anlatımını o kadar canlı yapıyor ki kendinizi o anın içinde, telaştan eli ayağına dolaşan acemi bir işçi halinde görüyorsunuz. İşçiler, bütün bir gece boyunca, evlerinde çıkmış bir yangına müdahale eder gibi canla başla çalışmalara katılıyor, fırtına etkisini kaybedip su seviyesi düşünce ancak o zaman rahat bir nefes alıyorlar. 

Bu sekans karşısında kitabı okumaya ara verip düşündüm. Sosyalizm, böylesine bir sahiplenişi ve özveriyi bu insanlar üstünde nasıl sağlayabilmişti? Sonra, kitabı okumaya başlamadan kısa bir zaman içinde izlediğim, Muzaffer Hiçdurmaz’ın yönetmenliğini yaptığı, 1987 yapımı Çark filmi aklıma geliverdi. Başrolünde Tarık Akan’ın olduğu film, önce, cam atölyesinde çalışan bir grup işçinin, işten çıkarılmasıyla başlıyor, ardından -işsizlik o kadar fazla ki- bir süre işsiz kaldıktan sonra bir deri fabrikasında tekrar iş bulmalarıyla devam ediyor. Gerek iş arama süreçlerinde gerekse de buldukları yeni işlerinde karşılaştıkları şeyler onları şaşkına uğratıyor. İşçilerin kendi aralarında konuşmalarına kötü gözle bakılıyor, başlarında sürekli olarak, onları denetleyen, muhafız işçiler bulunduruluyor. İş yasası değişmiş, grev yapan işçiler çeşitli oyunlarla engelleniyor ya da grevleri etkisiz hale getiriliyor. Burada, hiç unutamadığım, beni derinden etkileyen bir repliği aktarmak isterim: “Grev edilmiş fabrikada, hiç, yeni işçi çalıştırılır mı? Olacak iş değil, bu kadar da olmaz ki!” Bu şaşkınlık hali, aslında, giderek daha da vahşileşen bir kapitalist sömürünün işçiler üzerindeki karmaşık duygularından biri. Filmi izlemeyenler varsa, çalışma ortamını ve şartlarını tarif edecek sözcük bulmakta güçlük çektiğimi söylemeliyim. Uzun çalışma saatleri, kısa yemek ve dinlenme molaları, işçilerle kurulan hayvani iletişim, sağlıksız çalışma ortamı, ardı ardına yaşanan iş cinayetleri… Bir işçi - kendinizi yerine koyun- neden böyle bir fabrika için özveri ve fedakârlıkta bulunsun ki. 

En ağır fabrika koşullarından, mobbingle dolu plaza yaşamına kadar hayatlarımızın büyük bir kısmının geçtiği iş yerlerinde, yaşamı yeniden üretmek zorunda olduğumuz çalışma pratiğimiz süresince; ürettiklerimize yabancılaşmış, çalışma ortamımıza yabancılaşmış, her türlü insani ilişkiye yabancılaşmış; nefret dolu, sürekli canı sıkılan insanlar oluveriyoruz. Bir tarafta 1950’lerin Sovyetler Birliği, diğer tarafta 1987 Türkiye’si var. Aslında bu karşılaştırma, iki ülke arasında bir kıyaslama değil sosyalizm ile kapitalizm arasındaki kıyaslamadır. 

Dehşet verici bu karşılaştırmayı bırakıp devam edersek, romanda; mühendis olan ya da eğitim almış işçilerle, gemi inşasını deneyimleriyle yürüten eğitimsiz içiler arasındaki ilişki de, yani kafa ve kol emeği arasında diyebileceğimiz ilişki de, çok az hissedilir olmakla birlikte hâlâ varlığını gösteren karşıtlığı da görebiliyoruz.  Ancak ne “deneyimli işçiler” eğitimli işçilerin okumuşluğuna dudak kıvırıyor, ne de eğitimli işçiler diğerlerinin yaptığı işi kaba ve küçümseyici buluyor. Her iki emek kategorisinin mensupları da birbirlerinin bilgisine sık sık başvuruyor. Karşılıklı bir öğreticilik, kurdukları ilişkide öne çıkan etmen oluyor. 

Ücret ve çeşitli haklar açısından ise, söylemeye gerek yok, hiçbir farklılık söz konusu değil. Kapitalizm, eğitimli iş gücüne, onunla aynı işi yapmasına rağmen, görece, eğitimsiz bir işçiden daha fazla ücret ödüyor. Yine aynı işi yapmasına rağmen, bir kadın işçiye, erkek işçiye verdiği ücretten daha azını veriyor. Gerek aile ve özel yaşamında, gerekse iş yaşamında kadınla erkek arasındaki ilişki; eşit, özgür, samimi ve dürüst ve de bireyi ilerletici bir çerçevede kurulmakla beraber, eski toplumsal cinsiyet rollerinin kırıntılarını da gözlemleyebiliyoruz. Romandaki, kadın-erkek ve kafa-kol emeği arsındaki ilişki, iki öğe olarak, bırakalım 1987 Türkiye’sini, 2020 Türkiye’si ile bile kıyaslandığında çağımızın çok ötesinde bir gelişmişlikte kalıyor.

Konuşması kolay… Avrupa’nın siyasi ve dini anlamda en gerici ülkesi olarak adlandırılan Rusya’da, önce imparatorluk, ardından burjuva sahtekârlığı yerle bir edilmiş, ardından da toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil eden her ne varsa kepçeyle kazılmaya devam ediliyorken aradan sadece otuz sene geçmiştir. Partinin ve işçi sınıfının bu kadar kısa sürede Sovyet Cumhuriyeti'ni getirdikleri nokta, insana dilini ısırtıyor adeta. Dedik ya roman her yönüyle çok gerçekçi bir anlatıma sahip. Başladıkları yeri bilenler için geldikleri yeri anlamak kolay ve aynı zamanda övgüye mazhar. Elbette şaşırıyoruz ama hayret verici olmaktan çıkmalı çünkü insanın prangalarından kurtulduğunda neler başarabileceğinin bir sınırı yok.

Başında söylediğim gibi, insanlığın tarihi sanatın da tarihi aynı zamanda ve toplum söz konusu olmadığında sanatın da var olamayacağı bilinmeli, sanat kendi geçmişine ve çağına yabancılaşmamalıdır. Jurbinler, çağının sosyalist düzenini ustalıkla ve oldukça canlı tasvir ediyor. Bunu bilen ve becermiş bir yazar olarak Koçetov’a ve onun Jurbinler'i şahsında, bir zamanlar emekçi sınıfların ortak ülküsünü gerçekleştirmiş onurlu Sovyet emekçilerine şükranlarımızı sunmamız gerekiyor.  Mutlaka okuyunuz…

Not: Yazarın, henüz Türkçe basımı yapılmamış fakat internette pdf olarak çevirisi aynı çevirmene ait “Yerşov Kardeşler” adında ikinci bir kitabı daha var.