Sosyalizm ile kazanılan bağımsızlıktan NATO kapısına: Finlandiya’nın 'tarafsızlık' öyküsü

Şu an 'sonuna mı gelindi' tartışmasının yaşandığı, bir tür 'mecburi tarafsızlık' anlamına gelen bu konumlanış uluslararası literatürde kendisine Finlandizasyon terimiyle yer buldu.

Cansu Oba

Finlandiya, İsveç ile birlikte NATO üyeliğine başvurması nedeniyle bir süredir dünyada da Türkiye’de de siyasetin gündeminde yer alıyor. NATO’nun genişleme arayışlarının neden ve sonuçlarının yeniden tartışılmaya başlandığı bir dönemde gelen üyelik başvurusu en çok da Finlandiya’nın on yıllardır süren “tarafsızlığının” sona erip ermediği sorusuyla birlikte ele alınıyor. Sorunun yanıtını kolaylaştırmak için Finlandiya’nın Ekim Devrimi’ne dek uzanan öyküsüne bakmak gerekiyor.

Ekim Devrimi'yle gelen bağımsızlık

Finlandiya, Ekim Devrimi'yle birlikte bağımsızlığını ilan ettiği 1917’ye dek Rus İmparatorluğu egemenliği altında bulunuyordu. Bunun öncesinde İsveç hakimiyetinde bulunan Finlandiya 1808-1809 yıllarında Çarlık Rusyası ve İsveç arasında devam eden mücadelenin Rusya’nın zaferiyle sonuçlanmasıyla Rusya’nın hakimiyetine geçti ve 1809 yılında İsveç birlikleri Finlandiya’dan çıkarıldı. Asırlık Rus İmparatorluğu egemenliği böylece başladı.

Rus İmparatorluğu’nun topraklarını Baltık ve Karadeniz kıyılarına doğru genişletmek istemesi önceki birkaç yüzyılın da konusuydu. Rus İmparatorluğu Avrupa ile etkili iletişim ve ticaret geliştirebilmek için bu kıyılardaki limanlara sahip olmanın şart olduğunu düşünüyordu. İlk olarak 1795’te üç Baltık ülkesi olan Estonya, Letonya ve Litvanya’nın, ardından 1809’da Finlandiya’nın İsveç’ten alınmasıyla bölgedeki Rus İmparatorluğu hakimiyeti büyük oranda sağlanmış oluyordu.

Birinci Dünya Savaşı ile başlayan süreçle birlikte bölgedeki bu dengeler sarsılmış ve Finlandiya’nın bağımsızlığının önü açılmıştı. Finlandiya, Ekim Devrimi’nin hemen ardından Aralık 1917’de bağımsız ve egemen bir devlet olduğunu ilan etti. Finlandiya’nın bağımsızlığı genç Sovyet iktidarı tarafından 31 Aralık 1917’de tanındı. Ancak Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı ile bölgedeki ilerleyişi, Ocak 1918’de başlayan Finlandiya İç Savaşı’na müdahalesini olanaklı kıldı. Almanya, Mayıs 1918’e kadar devam eden iç savaş boyunca karşı devrim cephesini desteklemeye devam etti. Sovyet hükümetinin çok ağır şartlarla kabul etmek zorunda kaldığı Brest-Litovsk sonucunda bölgeden geri çekilmesi ve devrim cephesine verdiği desteğin sekteye uğraması iç savaşın karşı devrimcilerin zaferiyle sonuçlanmasına neden oldu.

Brest-Litovsk görüşmeleri başladığında bölgede Litvanya, bugünkü Letonya’ya bağlı Kurlandiya ve Ösel ve Dagö Adaları Alman işgali altında bulunuyordu. Sovyet iktidarı ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin uygulanmasına hazır olduğunu ilan etmişti ancak bunun bir ön koşulu Almanya’nın savaş öncesindeki sınırlara geri çekilmesiydi. Ancak Almanya’nın Litvanya ve Kurlandiya’dan vazgeçmemesi barış anlaşmasının imzalanmasının ertelenmesiyle sonuçlandı. Savaşın bittiği ilan edilmişti ancak barış anlaşması imzalanmadan masadan kalkılmıştı. Barış anlaşmasının yapılmadığı koşullarda ateşkes de anlamını yitirdi, Almanya’ya ait birlikler Sovyet topraklarına doğru ilerlemeye devam etti. Bu ilerleyiş neredeyse Petrograd’ın düşmesiyle sonuçlanacaktı. Savaşı daha fazla devam ettirecek durumda olmayan Sovyet hükümeti barış anlaşması için masaya oturmayı teklif etti ve anlaşma Sovyetler’in Baltık bölgesinden çekilmesine neden olacak bir içerikle imzalandı.

Brest Litovsk ile birlikte, genel olarak Baltık bölgesi, özel olarak Finlandiya ve Finlandiya Körfezi, Sovyetlere yönelik karadan ve denizden saldırılar için stratejik bir öneme sahip oldu. Almanya’nın Finlandiya Körfezi kıyılarına ulaşan işgali bu saldırı tehdidini daha da artırıyordu. Bu bölgelerin her an Petrograd’a ilerleyerek Bolşevikleri indirmek amacıyla stratejik olarak elde tutulduğu Alman generaller tarafından bile dile getirilen açık bir gerçekti.

Anti-Sovyetik Finlandiya

Böylece Finlandiya’nın Sovyet iktidarının tanımasıyla başlayan bağımsızlığı, Almanya’nın etkisi ve karşı devrimcilerin iktidarıyla anti-Sovyetik bir doğrultu kazandı. Sovyet hükümeti ile emperyalist dünya arasındaki mücadelede Batılı ülkeler tarafından elden bırakılmak istenmeyen bir enstrüman haline geldi.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın bölgedeki bu varlığı ile ortaya çıkan tablonun bir benzeri 1939’da da yaşanıyordu. Finlandiya SSCB’ye saldırmak için hala kritik önemdeydi. Avrupa’daki barış halinin uzun süre devam etmeyeceği görülüyordu fakat güvenliği için bölgedeki kritik öneme sahip noktaları ele geçirmek uğruna dahi olsa SSCB barışı bozan taraf olamazdı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla koşullar değişmiş, Finlandiya’nın ele geçirilerek SSCB’ye saldırmak için bir üs olarak kullanılması gerçek bir ihtimal halini almıştı. Diğer yandan savaşın varlığı, Sovyetlerin bölgedeki güvenlik sorununun eskisine göre daha kolay konuşulabileceği koşulları ortaya çıkarmıştı.

Üstelik Finlandiya hükümeti her ne kadar SSCB’ye yönelik bir saldırının kendi sınırları üzerinden gerçekleşmesine izin vermeyeceğini iddia etse de Batılı ülkelerin başını çektiği ve SSCB’nin bölgedeki etkisini kırmaya yönelik hamlelerin parçası olmaktan geri durmuyordu. 1939’da bölgedeki stratejik öneme sahip Åland Adaları’na tahkimat yapılması konusunda bölge ülkelerine ek olarak Batılı ülkeler ile görüşmeleri başlatan İsveç ile birlikte Finlandiya olmuştu.

Konunun Milletler Cemiyeti’ne gelmesi üzerine SSCB’nin, bir kere tahkimat yapıldıktan sonra bu adaların Almanya tarafından ele geçirilmesini engellemeye ne İsveç’in ne de Finlandiya’nın gücünün yetebileceğine dayanan itirazıyla bu hamle boşa çıkarılmıştı. Ancak Finlandiya’nın Sovyetler için hayati bir yere sahip olduğu ve Finlandiya dostça bir tavır sergilemedikçe karşısına Leningrad’a (Petrograd 1924’te Leningrad ismini almıştı) ve dolayısıyla da Moskova’ya yönelik bir tehdit olarak çıkmaya devam edeceği anlaşılmıştı.

İkinci Dünya Savaşı başlarken Finlandiya ile SSCB arasında ikili anlaşma imzalanması bu nedenle gündeme geldi. Finlandiya böyle bir anlaşmanın “tarafsızlığını” kaybetmesi anlamına geleceğini ileri sürse de tüm dünya hızla savaşa sürüklenirken Finlandiya gibi Leningrad sınırlarının çok yakınında yer alan bir ülkenin bağımsızlığını koruyabileceği ve emperyalist ülkelerin bu bağımsızlık ve egemenliğe saygı duyacağı düşüncesi inandırıcılıktan uzaktı. Sovyetler’in önceliği Leningrad’a yönelik saldırıların önünü almaktı. Bu nedenle önerdikleri anlaşma maddeleri öncelikle bunu sağlamaya odaklanıyor, kalan maddelerin ise Finlandiya’nın avantajına olmasına özen gösteriliyordu. Buna göre, SSCB-Finlandiya sınırlarında değişiklik öngörülüyor, kısaca Leningrad sınırlarına yakın olan bölgenin SSCB’ye geçmesi ve bu alanın iki katı büyüklüğündeki toprakların Finlandiya’ya verilmesi öneriliyordu. Ek olarak, Sovyetler Finlandiya Körfezi’nin girişindeki küçük bir alanın deniz üssü kurulabilmesi için kendilerine kiralanmasını istiyor, böylece denizden gelecek bir saldırıyı engellemeye çalışıyordu. Bu uygulamanın Sovyetler’in yanı sıra Finlandiya’nın güvenliğini de sağlayacağı düşünülüyordu.

Ancak sonuç olarak süreç tıkandı, Finlandiya tarafsızlığının bozulacağı gerekçesiyle önerileri reddetti. Üstelik Finlandiya SSCB’nin iddia ettiğinin aksine Almanya ile aralarında imzalanmış oldukları Saldırmazlık Paktı sayesinde tehlikenin ortadan kalktığını iddia ediyordu. Bununla birlikte SSCB’nin Finlandiya’ya dostça yaklaşımı, bağımsızlığını tanımış olması o güne kadar Finlandiya’nın Sovyetler’e karşı kullanılmasını engellemeye yetmemişti. Üstelik Almanya’nın bölgedeki tarihsel nüfuzu da Finlandiya toprakları üzerinden Leningrad’a tehdit oluşturabilecek asıl gücün Almanya olması ihtimalini artırıyordu.

Kasım 1939’da Finlandiya-SSCB sınırında gerçekleşen gelişmeler iki ülke arasındaki gerilimin yükselmesine neden oldu. Finlandiya topraklarından Sovyet birliklerine karşı ateş açılmış ve Kızıl Ordu’nun kayıplar vermesi ve yaralanmalarla sonuçlanmıştı. Finlandiya hükümeti ateşin onların sınırlarından açılmadığını iddia etse de takip eden günlerde sınır ihlalleri raporlanmaya devam etti. Güvenlik tehdidi olarak gördüğü bu saldırgan hamleler sonucunda SSCB, Finlandiya ile 1932’de imzaladığı Saldırmazlık Paktı’nın geçersizleştiğini, çünkü Finlandiya’nın bu paktı zaten defalarca delmiş olduğunu ilan etti. Finlandiya’nın sınırlarından ateş açıldığını kabul etmeyerek kamuoyunu yanıltması ve SSCB’nin Leningrad’a yakınlığı nedeniyle sınır birliklerini daha geriye çekmesi önerisini reddetmesi, SSCB’ye göre paktın ruhu ile uyumlu değildi ve açık bir düşmanlık barındırıyordu. Bir yandan Leningrad’ın güvenliğini sağlamaya yönelik tüm önerilerin reddedilmesi, diğer yandan Sovyet sınırına yönelik devam eden provokasyonlar tarafsız bir pozisyonun değil Sovyetlere karşı bir pozisyonun ilanı anlamına geliyordu. Sovyetler’e yönelik sıcak bir askeri tehdide dönüşen gerilim SSCB ve Finlandiya arasında yaklaşık 4 ay sürecek bir savaşa evrildi. Sovyetler’in Finlandiya sınırları içinde ilerlemesiyle sonuçlanan savaş 13 Mart 1940’ta Moskova Barış Antlaşması ile sona erdi.

Savaşın ortaya çıkışında Sovyetler’e yönelik süregelen güvenlik tehdidi etkili olduğu doğruydu ancak tehdit, teknik bir güvenlik meselesine indirgenemezdi. Emperyalizm, SSCB’deki işçi sınıfı iktidarına son verme ve sosyalizmi yeryüzünden silme hedefiyle hareket ediyordu. Bu açıdan sonradan kapitalizm ve komünizm arasında ideolojiler savaşı olarak da anılacak olan İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde SSCB sosyalizmi koruma motivasyonundan yola çıkıyor ve güvenlik sorununa buradan yaklaşıyordu. Bu nedenle sınır ülkelerinin emperyalist ülkelerin üssü haline gelmesinin önlenmesi, bir ulusal çıkar tartışmasının çok ötesinde sosyalizmin varlık mücadelesinin konusunu oluşturuyordu.

'Tarafsız' Finlandiya

Finlandiya’nın Soğuk Savaş boyunca ABD emperyalizmi ve SSCB, sonrasında ise Rusya ile arasında koruduğu “tarafsız” konumu bu dönemle başladı. Bir tür mecburi tarafsızlık anlamına gelen bu konumlanış uluslararası literatürde kendisine Finlandizasyon terimiyle yer buldu. Özellikle Soğuk Savaş ile birlikte ortaya çıkan koşullarda SSCB sınır komşusunun emperyalist ülkelerle açıktan müttefikliğini ya da NATO üyesi olmasını kabul edemezdi. Bu yaklaşım Finlandiya’nın dış politikasında zorunlu bir tarafsızlık ve denge politikası anlamına geldi.

Bugün ise Ukrayna’daki savaşla birlikte gündeme gelen NATO üyeliği, on yıllardır devam eden bu “tarafsızlığın” sonuna mı gelindiğine dair soruları beraberinde getiriyor. Oysa Batı basınında dahi Finlandiya’nın her ne kadar SSCB ve sonrasında Rusya ile iyi geçinmeye özen gösterse de aslında uzun zamandır Batı’ya angaje olduğu tartışılıyor. Finlandiya halihazırda NATO üyesi olmasa bile Soğuk Savaş sona erdiğinden beri çeşitli NATO misyonlarında görev alıyor ve 1995’ten beri Avrupa Birliği’ne üye bulunuyor. Bu açıdan NATO üyeliğinin Finlandiya açısından getireceği tek değişikliğin Kuzey Atlantik Antlaşması'nın NATO’ya üye ülkelerin silahlı bir saldırıya uğraması durumunda diğer üye ülkelerin yardım etmelerini öngören 5. Madde’sinden yararlanma imkanı olduğu öne sürülüyor. Görünen o ki Sovyetlerin varlığıyla kazanılan bağımsızlık ve tarafsızlık, sosyalist alternatifin dünyadaki güç dengelerini alt üst edecek bir varlık gösteremediği koşullarda emperyalizme bağlılık yolunda hızla ilerlemekle sonuçlanabiliyor.