Sesleri bir ülkenin adını değiştirenler: Madenciler...

Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde.

Emre Falay

12 Eylül darbesinin ardından emekçilerin, işçi sınıfının örgütlü gücünün buhar olup gitmediğini ve belki de yeniden bir dalgaya dönüşebileceğini gösteren dönüm noktalarının belki de en önemlisi 1991 Zonguldak büyük madenci yürüyüşüdür. 1986 Netaş grevi, 1987 Kazlıçeşme deri işçileri grevi ve 1989 bahar eylemlerinin ardından Özal’da temsil olan neoliberal saldırıya karşı en önemli eylemlerden birini madenciler gerçekleştirecektir.

30 Kasım 1990’da grev kararının işyerlerine asılması ile başlayan mücadelenin ilk evresinde maden işçileri ve sonrasında kentteki diğer iş kollarından da pek çok işçi, aileleri ile birlikte Zonguldak sokaklarını doldurur. Hükümetin gündeminde kamu işletmelerinin tasfiyesi, özelleştirme ve işçi ücretlerinin baskılanması vardır; grev kararına karşı 4 Aralık’ta lokavt ilan edilir. İşçilerin kararlılığı bundan sonra Zonguldak sınırlarına sığmayacaktır. 4 Ocak 1991’de Ankara’ya doğru yürüyüşe geçerler. “Ölmek var, dönmek yok” der işçiler; yaklaşık yirmi yıl sonra Tekel direnişinden hatırlayacağımız kararlılığın sloganıdır. Gemiler yakılmıştır artık, geri dönüş düşünülmez. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek koca bir kent yeniden halk olmuş yürümektedir: “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı!” Devrek’te gecelenir. 5 Ocak’ta Devrek’ten çıkıp yürüyüşlerine devam ederler. Yolları Dorukhan Tüneli’nde jandarma komandoları ve polis tarafından kesilir, ancak işçiler kararlıdır. Yol açılır, Mengen’e ulaşılır. İşçilerin yolu ertesi gün yeniden kesilir. Yol dozerle kapatılır, yürüyüşçülere battaniye, ilaç ve yiyecek gönderilmesi engellenir. 8 Ocak’ta Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Şemsi Denizer’in Ankara’daki görüşmelerinin ardından yürüyüş, Ankara yolu kavşağına birkaç kilometre mesafede sona erdirilir. İşçilerin grevi Zonguldak’ta devam eder.

O günleri, maden işçilerinin yürüyüşünü, yürüyüşe katılanları, bir kenti, örgütlülükte ve mücadelede dönüşenleri bize anlatanlardan biri, yürüyüşün sekiz yıl ardından yayımlanan şiirleri ile Kemal Özer’dir.

Kemal Özer'in "Onların Sesleriyle Bir kez Daha" eseri. 1999 Yordam Yayınları baskısı. 

Onların sesleriyle bir kez daha

Kemal Özer’in şiirleri yürüyüşten yıllar sonra, ince bir yazın işçiliği ile demlenerek buluşur okurlarıyla. Soğuk bir geçmişe bakış ya da nostaljik bir fotoğraf değildir yaşananlar şair için. Taptaze, dipdiridir. Öyle ki kitabın açılış şiirinde daha, “Ödünç alınmıştır sözcükler bile / eşlik etmek için onların şarkılarına - / ödünç alınmıştır geleceğin dilinden” diye yazar. Şair geleceği o güne bakarak kuracak umudu ve iradeyi taşır sözcüklerinde.

“Sesine Kavuşan Kent” şiirinde Zonguldak’ı konuşturur Kemal Özer. Kavuşmak. Ne güzel sözcüktür. Ne incelikli, sıcak, güçlü. Kavuşmanın öncesi ayrı düşmektir çünkü. Ve kavuşmak için önce aramak gerekir. Yürümek, emek vermek. Bir tercihtir şiirdeki varlığı da. Kentin dilinden yazılmış şiirde anlaşılır ki kentler ancak bir sınıfın sesi ile kavuşabilir sesine, onun sesi ile seslenebilir sadece:

“(...) Oturuyorlar
kilimde oturur gibi - ne dinlenmek üzere iş dönüşü, ne
de sindirim için yemekten sonra.

Sesler. Elleri havada. (...)

(...)

Neye dokunsalar, neyi gösterseler, neyin üstüne
bassalar sözcük oluyor hepsi. Yazılıyor gömleklerin
göğüslerine. Ayalarına ellerin. Tabanların derisine.
Kabuğuna ekmeğin.

(...)

Konuşabilirim artık. Aralandı yeniden gözkapakları
belleğimin. Yerine geldi yüzümün rengi. Kavuştum
sesime.”

Yürüyüş Şarkıları bölümünde yürüdükçe suskunluğunu aşan, çoğalan, gücünün farkına varan, coşkulanan, sorgulayan, düşünen, öğrenen ve dönüşen bir işçinin gözünden okuruz yürüyüşün şiirini. Alkışlarla yürür maden işçisi, “suskunluğa yenilmemiş ellerin çığlığıyla”. Bunun sadece bir yürüyüş olmadığını anlamaktadır yürüdükçe. Yürüyüşün gelecekle bir ilişkisi vardır. Yürüyüş, geleceği elleri ile inşa edeceklere sestir.

“(...)
yürüyoruz bugünden yarına alkışlarla
birimizin göğsünde hepimizin soluğu
her alkış bir yolculuk emeğin özgürlüğüne
yürüyoruz alkışları alkışlarla çoğaltarak”

Düşünür yürüyen. Omuz omuza yürüdükçe bir zamanlar güçsüz bacaklarının nasıl olup da şimdi bir rüzgârla koştuğunu, öfke bilmeyen suskun dilinin nasıl özgürleştiğini yürüdükçe sınıfının safında, “utangaç ve uysal” ellerinin nasıl da yumruk olup kalktığını havaya on binlerce olup diğer ellerle. Yürüdükçe, bir sınıfın parçası olarak varlığının farkına vardıkça yeni bir hayatı adımladığını duyumsamaktadır:

“Yürüyorum her adımda kendime doğru biraz daha,
yaklaştığını biraz daha duyarak her adımda dünyanın.”

Yürüdükçe özneleşir yürüyen. Anlar: “içinde bir yürek varsa sözün, içinde bir alev varsa yüreğin”, söz söylendiği gibi, söylendiği yerde, söylendiğiyle kalmayacak, “bir kıvılcıma yol ver”ecektir mutlaka. Yeni bir dildir bu. Bir söyleyeni vardır. İradeli, örgütlü: “yürüdükçe öğreniyorum, kendiliğinden ışımıyor sabah bile” Bu dünya onundur artık.

Sonra kente döner Kemal Özer yeniden. Suskun değildir artık kent. “Bir çeşme alınlığı, bir saray yazıtı, bir saat kulesi”ne dair söylencelerden, yapıların donuk tarihinden ibaret değildir. Canlıdır artık o. Yapılarla değil, yapıları var edenlerle doludur sesi:

“Söyleyebilirim, bir daha dirildiğimi her suskunluğun
ardından. Yapılarla değil, o yapılara can verenlerin
soluğuyla. Bir çağı yıkıp yeniden başlatmak üzere bir
başka çağı.”

Sesini bulan kentin ardından, yürüyenlerin sesleriyle buluşan, onların sesleriyle dönüşenlere çevirir kamerasını Kemal Özer. (Şimdi neden böyle, ben mi uyduruyorum ya da öyle yakıştırıyorum, belleğimde canlanan belli belirsiz görüntülerin içinde Nâzım’ın kapısından giren Kemal abinin boynunda bir fotoğraf makinesi mi vardı?) Olan bitenin hercümercinde onun öznesi olanın dışındakine, nesnesine, nesnesi iken özneleşenine ışık tutmak bir Kemal Özer inceliğidir şiirde. O zaman “onların sesleriyle” bir balkon kapısı aralanıverir. Sokaklarda yürüyenlerin sesleri içeri girer. Dalgın bir kız çocuğuyla hoyrat bir anneyi yakalar kahvaltı sofrasında. Annenin parmakları saç diplerini sızlatır kız çocuğunun örerken saçlarını. Anlarız ki bir zamanlar babası da… Arkası getirilemez cümlenin. Yürüyenlerin sözcükleriyle yürür onlar da geçmişlerinden bugüne.

Yürüyenlerin sesiyle, onlarla yürüyen ozandır Kemal Özer. Bu yeni yolculukta sınıfa bakan, sınıftan öğrenen aydındır o. Yürüyenlerin içinde ve onlarla yürüyerek dönüşmenin gerekliliğini, yeni bir dilin ancak böyle kurulabileceğini bilir:

“(...) Çünkü döktüğü ter
sözcükler arasında yürüye yürüye
dönüştürecek onu da o kalabalıkta
sesini sokaklara taşıyan birine.”

Bir marangozhanede çalışırken dışarıdaki sesleri duyunca kalbi hızla atan, yüreğinin neden böyle hızlandığına henüz akıl erdiremeyen, elindeki rendeyi bıraktığı için ustasından azar işiten çocuk işçidir yürüyüş. Yıllardır derdini anlatmak için ellerini kullanan dilsizin gördüğü yürüyenlerin elleridir, ellerin aradığı dil, sıkılı yumruklara sığdırılan düştür. Yürüyenlerin sesi yüzleştirir genç bir kadını yorgun bir sabahın ürpertisinde geceden kalan dağınıklığıyla sevişmelerin. Yaşlı bir adam seslerle doğrulur yatağından, -anıların gölgesinde kalmak niye- ‘hoşça kal’ yerine ‘hoşgeldin’e hazırlar kendini yeniden. Onların sesleri yaşanmış ve unutulmuş ne varsa, tarihe ve insana anlam verendir artık:

“artık ne darmadağın ne unutulmuş ne eksik
hiçbiri, sahipsiz değil onların sesleriyle buluşalı”

İskeleden bir gemiyle ayrılmak üzere olanlar, onların sesini duyar önce, onları görür. Anlarlar ki gitmek ya da kalmak değildir mesele, yolculuk başlamaz yeni bir dünya aranmayacaksa.

Ve şair henüz doğmamış olanın ilk soluğu ile ilmekler yürüyenlerin şarkısını. Geçmiş, bugün ve yarın arasındaki bağı yitirmez çünkü Kemal Özer. Ne bugünü dünden, ne yarını bugünden azade bırakır. Mücadele ve geleceği kurmak iradesi bir sürekliliktir Kemal Özer’de.

Kent sesine kavuşur nihayet, isimsiz değildir artık, Zonguldak olur. Sesine kavuşan, bir kentle birlikte bir halktır. Kent bir halk, halk bir kent olur sınıf ayağa kalkınca.

“Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla, yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.

(...)

ve adını değiştirdiler bir ülkenin.”

Kemal Özer

Bugün

Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu’nda Kuzey İngiltere maden işçilerinin on dokuz hafta süren grevine katılanları anlatırken “o zamana kadar içinde bulundukları entelektüel ölümden, sonsuza dek çekip çıkarmıştı; uykudan uyandılar” diye yazar. (Sol Yayınları, 1997, s.337)

1991 Büyük Madenci Yürüyüşü belki de bu nedenle önemliydi. Sadece katılanlar, katılanların aileleri açısından değil, bütün bir ülke için böyleydi. Hep birlikte uyandık, hatırladık: Seslerimiz ancak sınıfın sesi ile yeni bir dünyayı kuracak dilin öfkesini haykırabilir, türküsünü söyleyebilir. Sesine böyle kavuşabilir koca bir ülke. Çünkü biliyoruz; sevgili Gamze Yücesan Özdemir’in Proleterlerin Gündüzü’nü bitirirken yazdığı gibi: "Bu ülkede işçiler var. Onlar toplumun yalnızca kurtuluşunun değil aynı zamanda yeniden kuruluşunun da temelidir. (...) Ülke emekçilerindir. Öyle olduğu içindir ki, er ya da geç işçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alacak ve gündüzünü yaşayacaktır." (İmge Kitabevi, s.225)

Çünkü o günlerden bugünlere bir bağ var kopmayan. Sloganlarda, sıkılı yumruklarda, Kemal Özer’in dizelerinde yaşayan, yeni bir dünyayı kuracak olmanın iradesini, umudunu ve iyimserliğini yarına taşıyan.

Belki pek duyulmuyor şimdi, ama biraz kulak verseniz işiteceksiniz. Açın pencerelerinizi, balkonlarınızın kapısını, belki de kentinizin şimdi bembeyaz sokaklarının sessizliğinde yüzünüzü kesecek ayaza aldırış etmeyin. Dinleyin. Biraz daha cesaretiniz varsa çıkıverin sokağa.

Bırakın Kemal abi omzunda çantası (ve bence fotoğraf makinesi) ile bastonuna dayanarak karşılasın sizi dizeleriyle. Bundan güzel kavuşma mı olur bu kış gününde…

Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde. Aileleriyle, çocuklarıyla kararlı, gülümsüyorlar objektiflere. “Özelin ne olduğunu burada herkes çok iyi biliyor,” diyorlar. Sadece haklarını kaybedecek olmaya karşı bir direniş değil bu, fazlası var. Özelleştirmeye hayır diyorlar, toprağımızın, vatanımızın satılmasını istemiyoruz diyorlar. Memleketin pek çok yerinde farklı işyerlerinden benzer sesler yükseliyor. Kimi cılız kimi gür. Kimi ürkek kimi cesur. Kimi çekingen kimi cüretli. Sesler yükseliyor. Belki tek tek bakınca farkına varamıyoruz, ama tümü işleri ile, işyerleri ile, emekleri ile memleket ve yarın arasında bağ kuran sesler. Onların sesleri…