SERBEST KÜRSÜ | 1915 yılı ve değirmencilik yapan Ermeni bir aile: 'Unufak olan hayatlar üzerine'

'1915'te değirmencilik yapan Ermeni bir ailenin hikayesi. Kim mutlu olabiliyor? Bırakın mutlu olmayı, neden bir kırılma kuşaktan kuşağa herkesi unufak ediyor? Peki biz hangi kırılmadan söz ediyoruz?'

Zeynep Ergin

Bir roman üzerine yazmak, eleştirmenlerin uzmanlığı olsa da, Rober Koptaş’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Unufak, okuduğum andan itibaren içimde üzerine yazma isteği uyandırdı ve kendimi tutmadım. Koptaş’ı, yıllardır farklı mecralardaki yazılarıyla tanır, izler ve kalemini kuvvetli bulurum. İlk romanını merak ve heyecanla aldığımı itiraf etmeliyim.

Bana bu metni yazarken cesaret veren, bir edebi eserin, pek çok farklı biçimde okunabilir oluşu. Okumak, salt yazarın bize sunduğu kurgu dünyada dolaşmak için, okumanın kendindeki keyif için yapılabilir elbet ve elbette, ağırlıklı olarak da herhalde bu nedenle okunur. Bir romandan söz ediyorsak, okuyucunun eserle kurduğu ilişki, eser kadar, okuyucunun beklentisiyle, yaşam deneyimiyle, satır aralarındakini görmesini sağlayacak bir birikime ne ölçüde ve hangi yönleriyle sahip olduğuyla, yani, anlatıyla ilişkilenmeye, onun derinliklerine dalmaya ne ölçüde hazır olduğuyla da alakalı. Tabii burada metnin de içine gerçekten dalınacak bir derinlikte, incelikle örülmüş ve katmanlandırılmış olması gerekiyor.

Metin bu imkanları sunacak nitelikte olduğunda, artık edebiyat eleştirmenlerinin değerlendirmelerinin dışında da irdelenebilir, tartışılabilir ve o oranda “çok yönlü” ve “öğretici” olabiliyor. İşte benim Unufak üzerine günlerdir düşünüyor, zihnimde anlatıyı, olayları, karakterleri ve onların dünyalarını, yazarın anlattıklarını, değinip geçtiklerini ve sadece ima ettiklerini döndürüp duruyor olmam da tam buna dayanıyor. Ben metne, kendi dağarcığım üzerinden yani sosyal bilimlerin, özellikle sosyoloji ve sosyal psikolojinin sunduğu araçlar üzerinden yaklaşacağım. Nihayetinde, teorik bir değerlendirme yapmayacak olsam da bildiğim ve aşina olduğum edebi anlatıya “edebiyat sosyolojisi”nin merceğinden bakmak.

Rober Koptaş'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan ilk romanı. 

Unufak, yazarın Adalet Çavdar1 ile söyleşisinde belirttiği üzere, kurgusal bir metin olarak, kendi ailesinden yola çıkıyor, oradan izler taşıyor. Dolayısıyla, bir “aile anlatısı” diyebiliriz. Bu yönüyle, “mutsuz bir ailenin” karakterleri derinlemesine ve incelikle örülmüş, sarsıcı, hazmı zor ama gerçekçi bir hikayesi. İçinde coğrafyamızın ataerkil aile yapısının bir Ermeni ailesindeki yansımasını, namus kodlarına dayalı değer sistemini, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini ve bu roller altında ezilen bireyleri, aile içi şiddeti ve hatta “namus cinayeti” imasını görmek mümkün. Coğrafyamızdaki Ermeni olsun olmasın pek çok ailede olabileceği gibi. Hatta, diyebilirim ki karakterlerin bazı davranış ve tutumları geleneksel erkek egemen örüntülere sahip olagelen ve bir kuşak kadınlar olarak bu kalıpları kırıp dönüştürmek için hayli mücadele ettiğimiz kendi Arnavut ailemdeki ilişki dinamiklerini anımsattı. Ancak, Unufak, sadece bir ataerkil mutsuzluk anlatısı değil. Asla.

Roman, bir çocuğun (yazarın kendisi olduğunu anladığımız) anlatısıyla başlasa da, aile hikayesinin miladı 1915 ve öncesine uzanıyor. 1915 öncesinde kuşaklar boyu değirmencilik yapan ve Orta Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir Ermeni ailesi, Ermeni halkının kırımdan geçirildiği, kitleler halinde hayatlarını, sevdiklerini, evlerini, yurtlarını kaybettikleri günler geldiğinde, yaptıkları iş üzerinden sağ kalıyorlar. Zira, değirmen ve eve el konsa yani mülklerini kaybetseler de ordu için gerekli unu üretmek karşılığında hayatta kalıyorlar. Acı ve ağır bir takas olmalı. Komşular ve akrabalar ölürken hayatta kalmanın çok karmaşık duygular içeren yükü, kendi evinin, kendi değirmeninin kiracısı olmanın çaresizliği ve bastırılmış öfkesi. Kendi kilisenin, kuşaklar boyu soyunun vaftiz, evlilik ve ölüm törenlerine tanık olmuş, sayısız neslin ve insanın yakarmak ya da şükretmek için dua ettiği kutsal mekanın, tellerle çevrilerek askeriyeye devredildiğini sessiz bir kabullenişle izlemenin yaşattığı duyguyu çocuklar üzerinden çok güzel anlatıyor Koptaş. Öyle ki, yazarın çocukların merak ve macera arayışıyla aktardığı “fiziksel olarak orada olan ama erişilemeyen kilise”, yıkılmayıp ayakta kalsalar dahi, Ermeni kiliselerinin, yüklendikleri yeni işlevlerle “hafızasızlaştırma mekanı” olarak üstlendikleri yeni rolü yüzümüze çarpıyor.

Roman, pek çok karakterin hikayesini kendi ağızlarından, kendi gözlerinden ve duygularıyla aktaracak kadar maharetli bir karakter örgüsü içeriyor. Bu anlamda kurgu boyutunun incelikle işlendiğini görebiliyoruz. Ana karakter olarak Kevork öne çıkarken, romanda- belki gerçekte de kendisi öyle ifade ettiği için- Kevork’un ve ailenin kırılma noktası, Kevork’un gelenekleri yaşatmak istercesine, dedesi ve babaannesine “verilen” bir ilk çocuk olması, bunun kendisinden yıllarca saklanması ve sonunda kendi anne babası İstanbul’a göçerlerken, gizlice onlara katılma planı yapması, ama kendi zihninde bir kavuşma anı olarak kurduğu sahnenin tam tersine dönerek babasından önce azar işitmesi, sonra da zorla tekrar dedesine yollanması. İşte o gün, Kevork’un kendi zihninde “hayatının kayışı” anlamına geliyor.

Koptaş, Kevork’un annesi ve babası yanında dedesi ve babaannesiyle de ilişkisinin bir daha iflah olmayışını aktarıyor. Dede, güçlü bir ceviz ağacı gibi, sert, ulu, gölgesi koruyucu, ama hiç esnemeyen kaskatı haliyle, koyu karanlık ve ağır bir gölge sunuyor ancak. Ailesiyle hayata tutunmak için hep zor kararlar alan, mecburen susan, belki kendi iç sesine, duygularına bile kulağını tıkayan, dolayısıyla en yakınındakilere bile duygusal olarak sağır hale gelen bir adamın, ailesini korumak adına onları soldurana kadar sıkmasını, tehdit altındaki kimliğini kaybetme korkusuyla, geleneğe sorgulamadan saplanmasını görüyoruz. İnatçı, çünkü o inat olmasa, belki hayatta kalamazlardı. Ceviz ağacının dibinde başka bitkinin bitememesi gibi, Kevork’un dedesinin gölgesinde ne babası yetişkin bir erkeğe, karısı için sevilesi bir eşe, ya da Kevork ve kardeşleri için bir rol modele, “babaya” dönüşebiliyor, ne de Kevork istediği gibi özgürce serpilebiliyor. “Ermeni, okusa da memur olamayacağına göre”, Kevork’un çok istese de okuması değil, zanaat öğrenmesi uygun görülüyor dedesince örneğin. Ve Kevork marangoz oluyor. Maharetli bir marangoz oluyor üstelik, ama gönülsüz başlanan işte heves çabuk geçiyor. Aslında Kevork çok mücadele de ediyor, reddedilmişliğini, istenmemişliğini, okutulmayışını, zorla marangoz yapılmışlığını, öte yandan “adının kendine kabahat oluşunu” aşmak için. Hep bir hevesle arayışa girse, denese de oldurtamıyor. Kevork neden oldurtamıyor peki? Ne kendini ne ailesini mutlu edebiliyor? Peki bu hikayede kim mutlu olabiliyor? Bırakın mutlu olmayı, neden bir kırılma kuşaktan kuşağa herkesi unufak ediyor? Peki biz hangi “kırılmadan” söz ediyoruz?

Rober Koptaş. Fotoğraf: Erkin Ön

Rober Koptaş bence makro düzeydeki trajedinin, soykırımın, mikro düzeydeki etkilerini, Anadolu’nun T. şehrinde yaşayan ve hayatta kalacak kadar “şanslı” olan aile üyeleri üzerinden ete kemiğe büründürerek anlatıyor satır aralarında. Toplumsalla kişiselin, sosyal olanla psikolojik olanın ilişkisini çok mahir biçimde kuruyor. Trajedi, kuşaklar boyu aktarılıyor aslında. Çok farklı etkenler üzerinden. Bu denli büyük bir travma sonrasında hayatta kalan, aslında hayatta kalışları dahi bir yüke dönüşen insanlar, yaşamı bir daha oldurtamayabilir. Koptaş’ın dediği gibi “yanlış iliklenen ilk düğme sonraki tüm düğmelerin yanlış iliklenmesine yol açar” pek çok durumda. Ama aynı travmayı yaşayan tüm bireyler ya da aileler de aynı biçimde savrulmazlar. Bazıları “tutunacak” bir destek bulabilirler. Destek aslında hafızadır. Kişisel hafıza, aile hafızası, toplumsal hafıza. Düştüğümüzde bizi kaldıran “ben kimim?” sorusuna o anda verebildiğimiz yanıttır. Ve bu yanıt çok öznel ve kısmen kurgusal olmakla birlikte, özü geçmişimizde ve ailemizdedir. Bizim kim olageldiğimize “inandığımızdır” aslında. En azından siyaset psikolojisinde pek çok araştırma2 , insanlık suçlarının muhatabı olmuş bireylerin yaşadıkları zor süreçlere direnç geliştirebilmesinde ve aşabilmesinde, kendilerine üst soylarından bir “kahraman” seçerek onunla özdeşleşmelerinin rolü olduğunu gösteriyor. Kevork Devran’ın ise bir “kahramanı”, “bir rol modeli” olamamış. Öykünmeleri var, hevesleri var Koptaş’ın çok güzel yansıttığı gibi, ama modelleri yok. Sadece onun değil, kardeşlerinin de yok. Önceki nesille, nesillerle bağ kopmuş bir kere. Kırımda hayatta kalmanın, iyi kötü bir yaşamı yeniden kurmanın kendisi kahramanlık olsa da, sessizliğe, bir adım geri atmaya, içine doğru bilenmeye mahkum olmuş, özyıkımsal bir öfkeyi kendine ve kendiyle birlikte en yakınlarına yönelten figürlerin, travmayla savrulan çocukları ve torunlarının tutunacakları “kahramanlara” dönüşmesi beklenebilir mi? Kökenden, aile geçmişinden, dilden, evden ve benlikten bir kopuş izliyoruz. Kelimenin tüm anlamlarıyla bir yersiz yurtsuzlaşma, bir belleksizleşme, acı bir kırılmada donup kalma ve çözülme. Koptaş, bu süreci neredeyse tüm kahramanlar için incelikle anlatıyor. İnsanlığa karşı işlenen suçların “olup bitip geçmeyişini”, “iyileşmeyişini”, zamana yayılışını ve aktarılışını izliyoruz.

Yalnız, Rober Koptaş’ın anlatısında belirleyici unsur bununla sınırlı değil. Unufak, çok daha katmanlı bir hikaye anlatıyor bize ve savrulmanın bir diğer nedeni olarak toplumsal sınıf ve güç dinamiklerine işaret ediyor. Çok samimi, çok sahici ve incelikli örneklerle. Bir yandan Türkiye’de Ermeni olmanın çoğunluk toplum içindeki zorlu yerini, diğer yandan Anadolu Ermenileri ile İstanbul Ermenileri arasındaki toplumsal hiyerarşiyi, sınıf farklılıklarını göz önüne seriyor sayısız detayla. Ötekinin ötekisi olmanın, derin bir yoksulluğun damga vurduğu, çıkış yolunu tıkadığı yaşamlarında, hayatta kalmak için didinen Ermenileri. Ortalama bir okuyucu için çok öğretici ve şaşırtıcı olabileceğini düşünüyorum bu sınıf vurgusunun, kendinden bildiğinden dışlanmanın ve yoksulluk anlatısının. Türkiye toplumunun tümü gibi Ermeni toplumu da sınıflı bir toplum ve aslında Koptaş’ın ailesinin dertlerinin ve çaresizliklerinin bir kısmıyla hemhal olan milyonlar var bu coğrafyada. Bir farkla, o milyonlar bu ortaklıkların farkında değiller ve belki fark etmeye, Koptaş ve ailesini ve benzerlerini görmeye, kendinden kabul etmeye niyetli de değiller çoğu durumda. Oysa, Unufak, bu benzerliklerin altını çizerken, ev bellediğimiz, yurt bellediğimizle, en rahat en kolay konuştuğumuz dilin ortaklığına da değiniyor. Sonuncusu böyle olmak zorunda değildi, ama artık böyle oldu. Bize, varsa bir çıkış yolunun ancak hep birlikte inşa edilebileceğini işaret ediyor ve sorumluluk yüklüyor kanımca.

Roman, bir çocuğun daimi olarak kaldığı okulda, bir bayram tatilinde sıkılıp kitapları keşfetmesi, ve kitapların önünde açtığı dünyaya, okumaya ve derslere sığınmasıyla başlıyor. Kendine okuyarak, çalışarak ve yazarak bir yaşam kuran çocuk, elbette travmalardan azade değil ve el yordamı ilerleyecek yaşamda. Ama devraldığı aile mirasına odaklanışını, olaylar örüntüsünü tarihsel ve toplumsal bağlamı da dikkate alarak ele alışını ve başta babası Kevork Devran olmak üzere tüm aile bireylerini iyisi ve kötüsüyle görerek ve samimi bir çabayla anlamaya çalışarak ele alışını okuyoruz romanda. Zor çaba, ama çok değerli bir çaba, gömleği bu kez doğru iliklemek için. Sadece kişisel bir yüzleşme olarak değerlendirmek romanı, çok kolaycı bir yorum olurdu. Unufak, hepimizi çok yönlü yüzleşmelere davet eden, okunması gerektiğini içtenlikle düşündüğüm bir roman.

Serbest Kürsü'de, soL'a dışarıdan iletilen katkılar arasından tartışmaya değer içerikte görülen ancak soL'un yayın çizgisini bağlamayan yazılar yayımlanır.