'Sen Ben Lenin' filminin yönetmeni Tufan Taştan ile söyleşi: Bir inat hikâyesi

26 Kasım Cuma günü gösterime giren 'Sen Ben Lenin' filminin yönetmeni Tufan Taştan ile filmin hazırlık ve yapım sürecine dair söyleştik.

Haber Merkezi

Kremlin’de dalgalanan orak çekiçli bayrağın 25 Aralık 1991’de indirilerek yerine Rus bayrağının göndere çekilmesiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, yani SSCB, “resmen” dağılmıştı. 1990’ların ilk yıllarında, yaklaşık iki yıl boyunca Karadeniz’i kat ettikten sonra, Düzce’nin Akçakoca sahiline vuran ahşap Lenin büstü de Sovyetler Birliği’nin dağılışının simgelerinden biri gibiydi.

Heykel, bulunduktan sonra bir heyecan yaratmış, acar gazeteciler “Akçakoca Leninist oldu” ve benzeri başlıklarla olayı haberleştirmişti. 2009 yılına ise, bu heykelin bir turistik unsur olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği tartışmaları damga vurmuştu. Eski AKP’li dışişleri bakanı Yaşar Yakış, heykelin dikilmesini yakışıksız bulmuş, zamanın belediye başkanı ise bir müze oluşturularak orada sergileneceğini vurgulamıştı.

Bugün, heykelin, kaldırıldığı depoda küflendiği, çürüdüğü haberleri çıkıyor.

Ama bir film, küflenme haberlerine inat, Lenin’in, sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nin bu “sahile vurmuş” hatırasını, bir komedi-entrika-politik hikâye ekseninde biraz da olsa canlandırıyor.

Yönetmen Tufan Taştan ve yazar, senarist Barış Bıçakçı, bu heykelin bulunuş hikâyesinden yola çıkarak, hayal güçlerini çalıştırarak, biraz da koşulların yıldırıcılığına karşı inat ederek, kol kola girerek, bir “masal” kurguladıklarını ifade ediyorlar.

Anlattıkları masalın omurgasında Lenin değil, bulunan büstün ne olacağına karar vermeye çalışan kasaba halkı bulunuyor. Yine de şu kadarını söyleyebiliriz: Lenin, uğruna mücadele ettikleri bugün (şimdilik) tarihe karışmış olsa da, anlatılan bir masal dünyası dahi olsa, birilerinin uykusunu kaçırmaya, “düzeni bozmaya” devam ediyor.

26 Kasım Cuma günü gösterime girecek “Sen Ben Lenin” filminin yönetmeni Tufan taştan ile, filmin hazırlık ve yapım sürecine dair söyleştik.

Tasarının hikâyesini anlatır mısınız? Aklınıza nasıl düştü? Hikâye nasıl biçimlendi? Kaç yıllık bir emekten söz ediyoruz “Sen Ben Lenin”den bahsederken?

2015 yılının Kasım ayında başladı süreç. Uzun soluklu bir yolculuktu bizim açımızdan, engebeli ve sarp yollardan geçerek bugüne ulaştık diyebilirim (gülüyor). Barış (Bıçakçı) ile birlikte Lenin’in ağaç oyma büstünün Akçakoca’da sahile vurduğunu, muhafazakâr bir belediye tarafından dikilmek istenmesini ve akabinde Ankara’nın müdahalesiyle bir depoda bekletildiğini duyduğumuzda, sinemanın gücüyle bu yarım kalan gerçeği tamamlamak için senaryoya giriştik. Amacımız “Lenin heykeli gerçekten kasaba meydanına dikilseydi ne olurdu?” sorusuna cevap olabilmekti.

Birkaç söyleşide senaryonun iki versiyonu olduğunu ve ilk yazılan versiyonu bu çekilene dönüştürdüğünüzden bahsediyordunuz. İlk olarak bu çekilemeyen versiyona odaklansak... Bize onu anlatır mısınız?

Aslında zamansal olarak bu senaryonun anlattığı evrenin öncesine odaklanıyordu. Lenin heykelinin Sovyet Birliği’nde yıkılışından, Karadeniz’de olan mücadelesine dair bir başlangıçla filme giriyorduk. Ardından heykelin kasabaya gelmesini, tanınmasını, dikilmesini anlatıyorduk ve çalınmasıyla son buluyordu hikayemiz. Büyük bütçeli, çok mekânlı ve çok karakterli bir kasaba filmiydi. İlk yazdığımız bu senaryoyu iki üç yıl bilfiil çekmeye çalıştık fakat beceremedik. Bu hikâyeyi anlatabilmek için de, ilk senaryonun bittiği yerden bu filmi yazmaya karar verdik. Lenin’i arayan, polisiye bir damarla birlikte kara mizahı harmanlayan ve bu sayede bağımsız olarak, kısa sürede çekebileceğimiz bu senaryoyu ortaya çıkardık.

Peki bu ilk versiyon çekilemedi. Koşullar el vermediğinden... Neydi bu koşullar? Ne tür sorunlar yaşadınız? Bunlar ikinci versiyonu nasıl biçimlendirdi, sizi nasıl tercihlere yönlendirdi? Hikâyede nasıl değişikliklere taşıdı?

Kültür Bakanlığı’ndan alamadığımız destekle başladı her şey. Sonrasında bulduğumuz yapımcılarla çalışamadık. Sözde her yaz sete giriyorduk, o filmi çekiyorduk ama bir şekilde kısmet olmadı (gülüyor). İyi de oldu, bu versiyona yönelmemizi sağladı süreç. On iki günde çekebileceğimiz bir formatta, sinemanın en büyük gücü olan kurgu aracılığıyla bir masal kurduk. Anlatmak istediğimiz hikâyeden vazgeçmeden, polisiye ve kara mizahla bu hikâyeyi anlatma tutkumuza devam ettik. Sıkıştığımız yerde sarılabileceğimiz tek şey kalemimizdi, biz de ona sarıldık ve ortaya bu film çıktı. Her ne kadar maddi olanaksızlar bizi buraya sürüklemiş olsa da sonuçtan mutluyuz. Tıpkı filmin hikâyesindeki kasaba dayanışması gibi bu filmi de dayanışma sayesinde hayata geçirdik. Tamamen kolektif bir süreç işlettik, içerik ve biçim uyum sağladı böylece.

Yapım sürecini örgütlerken nasıl destekler buldunuz ve elbette nasıl köstekler çıktı?

Hiç desteksiz çektik, desem yeridir. Çok küçük bir nakitle seti tamamladık. Sonrası borçlar, yastık altı paralar, hanımın bilezikleri vs. Bu süreci tamamlamak için elimizden ne geliyorsa yaptık. Bizimle birlikte birçok isim de bu süreçte elini taşın altına koydu. Barış Bıçakçı tüm bu süreçte hep yanımdaydı, Zeynep Ünal’ın katkısı çok büyüktü, Ali Bayraktar hep arkamızdaydı. Filmde yer alan tüm oyuncular gönüllüydü, her zaman omuz omuzaydık. Elbette farklı farklı engellerle karşılaştık ama bir şekilde atlattık. Çünkü birlikteyken güçlüydük.

Film tek mekânda geçmesine rağmen, belirli bir tempo, sürekliliğini koruyor ve akış izleyiciyi anlatıdan koparmıyor. Senaryoyu sete taşırken nasıl çalıştınız? Böyle filmlerin rejisi zordur: Ne tür sıkıntılarla karşılaştınız, nasıl aştınız? Oyuncu tercihleri, kurgu, nasibini nasıl aldı bunlardan?

Öncelikle çok teşekkür ederim, yaptığımız şeylerin karşılığını bulduğunu duymak bizi mutlu ediyor. Bu süreçte tek mekânda geçen ama klostrofobik olmayan bir film yapmak için çok direndik ve sanırım başardık. Senaryoda kurduğumuz yapı, sette zorluklarla devam etti. Beni en çok korkutan, birbirini hiç görmeyen ve farklı tarzda oyunculuk stilleri olan otuza yakın oyuncuyu aynı kasabadaymış gibi oynatmak ve onlardan aynı seviyede oyun almaktı. Fakat oyuncu arkadaşlarımın da muhteşem performanslarıyla bu korkunun üstesinden geldik. Ki kamerayı kullanırken de elimizden geldiğince hareket halinde olduk. Set bittikten sonra başlayan kurgu süreci ise senaryoyu yeniden yazmak gibiydi, elime kalem alıp baştan başladığım bir süreç oldu, filmi orada yeniden yarattık.

Bir dayanışma söz konusu filmin üretim sürecinde, vurguladığınız üzere. Bundan biraz daha bahseder misiniz? İnsanların bireysel çareler aramaya itildiği bir dönemde yan yana gelerek sorunları çözmek hakkında ne dersiniz?

Elbette; bu filmi var eden şey dayanışmaydı. Yukarıda da bahsettiğim gibi, oyuncular ve ekibin dayanışma ruhu olmasaydı, bu hikâyeyi beyaz perdeye aktaramazdık. Tam da filmin meselesi bu değil mi zaten? Dayanışmanın yaşatacağını öneriyoruz. Bir araya gelirsek her şeyin üstesinden gelebileceğimizi söylüyoruz. Lenin ile başlayan hikayemizin Ahmet Abi’yle son bulması gibi...

Son sorumuzu Lenin'e ayıralım o zaman... Filmde de bir replikte geçiyor, sessiz, sakin, kendi halinde akar gibi görünen hayata müdahale ediyor aslında Lenin, "ortalığı karıştırıyor". Daha doğrusu Lenin'in simgelediği kavrayış, yaklaşım, diyelim... Tarihsel, politik açıdan bakarsak, Lenin'in varlığı, o görüntüdeki gündelik akışın aslında nasıl çelişkiler barındırdığını, bağrında nasıl sorunları sakladığı, daha da önemlisi, nasıl çözüm potansiyelleri barındırdığını da gösteriyor. Siz buna dair ne söylemek istersiniz? Filmin, komedi ve entrika boyutlarının yanı sıra, politik bir boyutu da olduğunu söyleyebilir misiniz?

Kesinlikle. Politik bir hikâye anlattığımızı düşünüyorum. Benim temel motivasyonum, düzenle olan derdimi anlatmak ve seyirciyle dertleşmekti bu süreçte. Bu filmi ortaya çıkaran niyet bu nedenle elbette ki politiktir. Fakat bu politik hikâyeyi ele alış biçimi ve yaklaşımı da doğal olarak bir tercihtir. Lenin mi kasabayı, kasaba mı Lenin’i değiştirecek derken aslında kasabanın kendi gerçeğiyle yüzleşen/hesaplaşan bir film yapıyoruz. Büyük büyük cümleler yerine insanların kendi gündelik hayatlarındaki yansımaları ele alıyoruz. Bence Lenin’in kendisine de bu senaryoyu okutsak bunu tercih ederdi (gülüyor). Lenin’in heykelini değil ama düşüncelerini ve bu düşüncelerin insanlarda yarattığı hissiyatları tartışan bir film. Ahmet Abi’yi Lenin’den bağımsız düşünmek imkânsız bence, değerli olan da bu değil mi zaten? Filmden bir replikle bitireyim: “Bence zaten heykeller tek başlarına çok anlamsız şeyler. Gereksiz bir kutsallık, zorlama bir maneviyat. Altını sözle doldurmazsan, Lenin’i bir cümle içinde kullanmazsan, Lenin ne işer yarar ki, neyi değiştirir? Ben heykelleri değil, cümleleri ve hikâyeleri tercih ederim.”

Gösterim sürecine dair de bilgilendirelim okurlarımızı. Kaç salonda, kaç kentte, nasıl izleyebileceğiz?

26 Kasım’da tüm Türkiye’de gösterime giriyoruz. 40 ilde ve 124 sinemada vizyonda olacağız. Heyecanlıyız. Seyirciyle buluşmak ve onların yorumlarını almak için gün sayıyoruz. Herkesi bekliyoruz...