Sanayi patronları ve Kavcıoğlu 'kavgasının' düşündürttükleri: Ekonomide ne oluyor?

Süslü büyüme oranlarının, ihracat rekorlarının, ışıltılı gözlerin ve umutla beklenen Körfez petro-dolarlarının gölgesinde ülke, tarihinin belki de en derin uçurumuna sürükleniyor.

Levent Ayan – Mehmet Tuna Doğan

Ekonomi yönetimi yüksek büyüme ve düşük faiz takıntısından geri adım atıp dezenflasyona öncelik verirse, şiddetli bir ekonomik daralmadan kaçınılması mümkün değil. Bankalar, faizlere yönelik tüm baskıya rağmen gelecek yıl iktidar değişikliği ve faiz artışı olasılığını denklem dışı bırakamıyor gibi gözüküyor. Sanayide ise rekabet gücünü emeğin ucuzlatılmasına borçlu, hayatta kalması düşük faizli kredi akışına bağlı geniş bir sermaye kesimi var. Hal böyleyken ne sermaye sınıfının ne hükümetin ne de iğdiş ettiği kurumların açmazı kısa vadede çözülebilir görünüyor.

Okurun büyük olasılıkla yakından takip etmiş olacağı üzere, Temmuz ayının sonu belki de Türkiye tarihinde görülmüş en ilginç sermaye-bürokrasi tartışmalarından birine sahne oldu.

İstanbul sanayi burjuvazisinin temsilcileri, TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun davet edildiği İstanbul Sanayi Odası (İSO) aylık meclis toplantısında birbiri ardına şikayetlerini ve mevcut gidişattan rahatsızlıklarını sıraladılar.

Şikayetlerin odak noktasında, bankaların sanayiciden çok yüksek faiz oranları talep etmesi, genel olarak reel sektöre finansmana erişimde ciddi zorluklar çıkarılması ve özellikle ihracatçıların kullandığı Eximbank kredilerinin durma noktasına gelmesi gibi başlıklar vardı.

Kavcıoğlu ise yönettiği kurumun ağırlığıyla belirgin tezat oluşturan agresif üslubuyla beklenmedik bir karşı saldırıya geçti ve suçu sanayi patronlarına attı.

Özetle, kredi faizlerinin son derece uygun olduğunu, sanayicilerin kredileri doğru şekilde (yani “üretim, yatırım, ihracat, istihdam” dörtlüsü için) kullanmadığını söyledi ve kredi faizlerinin düşmesi için şirketlerin de bankalara baskı yapması gerektiğini ima etti.

Tartışmanın basın önünde karşılıklı polemiğe dönüşmesi ve tansiyonun yükselmesi ise Kavcıoğlu’nun (sonraki günlerde geri adım atmak zorunda kalacağı) “stokçuluk” suçlamasının ardından geldi [1].

Türkiye’de artık alıştığımız üzere konu birkaç gün içinde başka gündemler nedeniyle geri plana düştü.

Buna rağmen sermaye çevreleri ve ekonomi basınında sıcaklığını koruyor ve yakın dönemde benzer tartışmalara tanık olmaya devam edeceğimiz de anlaşılıyor.

İSO 500 verileri: Ciro ve kâr patlaması, artan emek sömürüsü, şişen borçlar…

Tartışmanın bizzat tarafı olan İSO, her yıl bir önceki yılın verilerini esas alarak Türkiye’nin 1000 büyük sanayi kuruluşunun listesini (İSO 500 ve İSO İkinci 500 olarak) açıklıyor.

Sıralama sadece sanayi şirketlerini kapsadığı için, firma büyüklüğü mantıklı bir şekilde “üretimden satışlar” rakamı ile ölçülüyor. Yani firmaların herhangi bir üretim sürecinden geçirmeden alıp sattığı “ticari mal” satışları ve hizmet satışları dahil edilmiyor.

1000 firma, ilk bakışta küçük bir örneklem gibi görünüyor. Zira Türkiye’de firma sayısı olarak sanayinin yüzde 99’unu oluşturan KOBİ’ler (küçük ve orta büyüklükteki işletmeler) bu grupta temsil edilmiyor denebilir [2].

Yine de ilk 1000 firmanın yukarıdaki tabloda yer verdiğimiz bazı ekonomik büyüklüklerdeki payına bakarak, en azından sanayi sektörü içerisinde ciddi bir temsil gücüne işaret ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Sonuçta eksiğiyle fazlasıyla, ülkenin büyük ölçekli, görece ileri teknoloji kullanan, sanayi proletaryasının beşte birini istihdam eden, yaklaşık 100 milyar dolarlık ihracat hacmi olan ve sanayi sektörünün bir anlamda çıtasını belirleyen şirketlerden bahsediyoruz.

Bu kısa tanıtımın ardından araştırmanın sonuçlarına göz atacak olursak, 2021 yılının sanayi patronları için gayet parlak geçtiği görülüyor. “Patronları için” dememizin sebebini, İSO’nun kendi raporundan alıntıladığımız aşağıdaki tablolardan açıkça görmek mümkün.

Son 8 yıllık dönemde İSO 1000 firmalarının ödediği ücret ve maaşların yaratılan net katma değere oranının yüzde 55-60’lardan yüzde 32-37’lere düşmüş olması ve bu durumun özellikle son 2-3 yılda belirginleşmesi, ülkenin resmi ya da fiili OHAL’le sürüklendiği sermaye diktatörlüğünün rakamsal özeti adeta. (Not: Kısa çalışma ödeneği, nakit desteği gibi politikalarla işgücü maliyetlerinin bir bölümünün patronların sırtından alınarak kamuya yüklenmesi bu argümanı zayıflatmıyor, aksine güçlendiriyor.)

Katma değerin bölüşümündeki bu dramatik değişimi bir kenara bıraktığımızda dahi sanayi tekelleri 2020’deki pandemi şokunu takiben 2021’deki toparlanma sürecinden epey fayda sağlamış görünüyorlar: İlk 500’e baktığımızda net satışlar (ciro) yüzde 75, üretimden satışlar yüzde 74, toplam dönem kârı (zarar eden firmaların zararları dahil) yüzde 137 büyümüş.

Bunların tamamı 2021’in ortalama üretici enflasyonu olan yüzde 44’ün çok üstünde artışlardır (İkinci 500’de de tablo buna çok benzer olduğundan ayrıca analiz etmeye gerek görmüyoruz).

2021’de İSO 1000 şirketlerinin toplam ihracatında kaydedilen yaklaşık yüzde 35’lik sıçrama, kur artışlarının da etkisiyle bu yüksek performansta belirleyici görünüyor.

Zira hatırlanacağı üzere gelişmiş kapitalist merkezlerde COVID-19 aşılarının -büyük bir küresel eşitsizlikle- uygulanması sonucu izolasyon tedbirleri gevşetilmiş ve ertelenen tüketim harcamaları büyük bir hızla devreye girmişti.

Bunların yanı sıra merkez bankalarının parasal genişleme yoluyla tetiklediği likidite bolluğu, düşük faizler ve bütçe transferlerinin de etkisiyle tüketim talebi beklenenden çok hızlı yükseldi.

Lakin üretim tarafının bu kadar hızlı bir geri dönüşe hazır olmaması ve dünyanın önemli bir kısmında salgının halen çok etkili olması, tedarik zincirlerinde de büyük bir darboğaza yol açtı.

Görece teknoloji-yoğun sanayi ürünlerinde bol miktarda kullanılan nikel, alüminyum, bakır gibi madenler, elektronik cihazların çalışmasını sağlayan yarı-iletkenler, üretimi aksatacak düzeyde kıtlaştı.

Çin ve çevresindeki ülkelere bağımlılığın olumsuz sonuçlarını yaşayan kapitalist merkezler, biraz da yükselen navlun ve yarı-mamul maliyetlerini düşürmek için üretim ve tedariklerini Asya’dan daha yakın coğrafyalara kaydırma çabalarına hız verdiler.

Türkiye’de özellikle dış bağları kuvvetli sanayi sektörleri, bu fırsattan önemli ölçüde yararlandı.

Sonuç olarak ister net satışlara, ister bilançoya, istersek de öz kaynaklara göre hesaplayalım, aşağıdaki grafiğin de açıkça ortaya koyduğu üzere kâr marjlarında uzun yıllardır görmediğimiz rekor düzeyler 2021 yılında gerçekleşti.

Peki işler bu kadar iyi gittiyse, sanayi burjuvazisi tam olarak neden rahatsız? Takip eden bölümde yine İSO 500’den de yararlanarak bu soruya ilişkin verileri ele almaya çalışalım.

Faizler yüksek mi?

Rakamlar incelendiğinde, bugünlerde şirketlerin ana şikâyet konusu olan finansman tarafında önemli gelişmeler olduğunu inkâr etmek mümkün değil.

İSO’nun çalışmasına geri dönersek, “ödenen faizler / net katma değer” oranı son 8 yılda ilk 500 şirket için yüzde 12’den yüzde 28’e, İkinci 500 için yüzde 13’ten yüzde 18’e yükselmiş.

Faiz yükünün ilk 500’de çok daha hızlı artmasında muhtemelen en önemli etken, döviz cinsi borçluluğun ilk 500’de daha yüksek olması. Bu firmaların üstündeki faiz yükü doğal olarak kur artışlarından daha fazla etkileniyor.

Merkez Bankası verilerine göre 2020 yılında pandemi sonrası şirketlere sunulan ucuz kredi destek paketleri ve uygulanan düşük faizler, ortalama ticari kredi maliyetini son 7 yılın en düşüğü olan yüzde 12,4’e kadar geriletmiş.

Ancak 2021’de söz konusu kredi destek programlarının sona ermesi, enflasyonun yükselmeye başlaması ve Naci Ağbal’ın kısa süreli Merkez Bankası başkanlığı süresince para politikasının sıkılaşması nedeniyle ticari kredi faizlerinin yıllık ortalaması yüzde 20,2’ye yükselmiş.

Özellikle yılın sonlarına doğru ham madde, nakliye, stok gibi maliyet kalemlerinin yükselmesi ve bozulan tedarik zinciri de firmaların işletme sermayesi ihtiyacını artırarak borç talebini büyütmüş gibi görünüyor.

2022’ye geldiğimizde, Ocak-Temmuz döneminde yüzde 23,8’lik bir ortalama ticari kredi faizi gözüküyor.

Temmuz sonu itibarıyla bu oran yüzde 30’un hemen altında. Diğer yandan İSO toplantısında TCMB Başkanı Kavcıoğlu’na dert yanan patronlar, bu oranların fiiliyatta yüzde 30-45 aralığında olduğunu dile getiriyordu.

Borç göstergelerine bakıldığında, 2021’de toplam borçlar ilk 500’de yüzde 71, İkinci 500’de yüzde 87 oranında artmış.

Öz kaynaklarda ise bu artışlar sırasıyla yüzde 53 ve yüzde 74 olmuş.

Başka bir deyişle satışlardaki büyümeye, rekor kıran ihracata ve patlayan kârlılığa rağmen bu durum öz kaynaklardan çok borçları beslemiş.

Nitekim aşağıdaki grafiklerde de görüldüğü gibi özellikle ilk 500’ün bilançosunda borçların payı giderek artarken ortalama borçlanma vadesi de belirgin bir şekilde kısalıyor.

Dolayısıyla sorun sadece faiz yüküyle sınırlı değil; anapara tarafında da sıkıntılar artmış.

Tüm bunlara rağmen, finansman koşulları patronların bahsettiği kadar mı kötü gidiyor?

Bankaların derdi ne?

Ana akım neo-liberal cenahın etkili kalemlerinden Uğur Gürses’in, olaylı İSO Meclisi toplantısından 3 gün sonra yayınlanan köşe yazısının önemli noktalarından biri, Merkez Bankası’nın yanı sıra İstanbul’un sanayi patronlarını da eleştirmesi...

Özetlemek gerekirse, Gürses, firmaların işletme sermayesini eriten, kredi ihtiyacını patlatan ve böylece faizleri de yukarıya ittiren enflasyon sorununu İSO yönetiminin uzun süre görmezden geldiğini, patronların eksik bir şekilde sadece “düşük faiz” talebini dile getirdiğini ve enflasyon konusunda seslerini ancak yumurta kapıya dayanınca yükselttiklerini söylüyor [3].

Sanayi patronlarının şikayetlerine yönelik yaygın bir eleştiri konusu da ticari kredi faizlerinin, son dönemdeki artışa rağmen aslında halen enflasyonun çok altında kalıyor olması.

Gerçekten de bankalar eğer -İSO Meclis üyelerinin belirttiği gibi- kredi verirken yüzde 45 oranında faiz talep ediyorsa bile bu oranlar sanayi sektöründe yüzde 145’e ulaşan yurtiçi üretici fiyatları (Yİ-ÜFE) enflasyonu ile kıyaslandığında inanılmaz cazip duruyor.

Belki de biraz abartılı bir varsayımla, 2022’nin ilk 7 ayı boyunca sanayicilerin ortalama yüzde 45’le borçlandığını kabul etsek bile bunu aynı dönemin ortalama Yİ-ÜFE’sinden (yüzde 122) arındırdığımızda reel faiz oranı eksi yüzde 44’e düşüyor.

Tabii ki Kavcıoğlu bunu açıkça dile getiremezdi, zira kurumda yaşanan tüm erozyona rağmen ana amacını “fiyat istikrarı” olarak ilan eden bir merkez bankasının başkanı, üç haneye fırlamış enflasyon sayesinde patronların kredi borcunu reel olarak erittiklerini söyleyecek kadar da ileri gidemezdi.

Diğer cepheden bakacak olursak; kapitalist rekabetin en şiddetli olduğu alanlardan birinde faaliyet gösteren bankalar, şu an Merkez Bankası’ndan yüzde 14’lük politika faiziyle fonlanır ve yüzde 17-18 ile mevduat toplayabilirken enflasyonun altındaki kredi faizlerini neden sorun etsin?

Bu şekilde değerlendirdiğimizde hem bankaların hem de sanayicinin pek de mutsuz olmaması gereken bir durum olduğu da pekâlâ düşünülebilir.

Son günlerde gerek bankaların gerekse borsaya kote sanayi firmalarının 2022 ilk 6 ayına ilişkin açıkladıkları karlılık göstergeleri de bu görüşü destekliyor.

Yine de bankaların son zamanlarda neden TL kredi koşullarını sıkılaştırma gereği duyduğu sorusu da sorulmaya değer görünüyor ve aşağıdaki tablo bu konuda bir ipucu verebilir.

Merkez Bankası’nın her ay düzenlediği Piyasa Katılımcıları Anketi Ağustos ayı sonuçlarına göre, çoğunluğu finans sektöründen olan ekonomistlerden bazıları muhtemelen yaklaşan seçimler sonrasında Merkez Bankası’nın faiz artırmak zorunda kalacağını öngörüyor.

Çünkü uygulanmakta olan ekonomik modelin kesinlikle sürdürülebilir olmadığı, hatta esasen bir model bile olmadığı artık gizlenemiyor.

Bunun nedenlerini birkaç maddeyle özetlemeye çalışırsak:

1) Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olan Avrupa, Ukrayna savaşı ve enerji krizinin etkisiyle resesyona gidiyor. Özellikle enerji ve gıdada arz güvenliği sorunu, olası tedarik darboğazları yeniden gündemde.

2) Dünya ekonomisinde büyüme beklentilerinin ciddi şekilde düşmesine rağmen merkez bankaları enflasyondaki artış nedeniyle para arzını azaltmak ve faizleri daha da artırmak zorunda kalıyor.

3) Türkiye’de turizmin canlanmasına rağmen buradan elde edilen döviz gelirleri, hızla büyüyen enerji faturasının yanına bile yaklaşamıyor [4]. “Türkiye ekonomik modeli”nin en önemli ayağı olan cari fazla artık şu an çok uzak bir hayal. Rezervler son 1-2 haftadaki artışa rağmen halen tarihi düşük seviyelerde.

4) Döviz talebine çözüm diye pazarlanan kur korumalı mevduat sisteminin Hazine’ye faturası büyüyor. Kaldı ki, bu sistemde toplanan kaynak arttıkça onu terk etmenin maliyeti de çığ gibi büyüyecek.

5) 24 Haziran’daki BDDK kararlarıyla birlikte ticari kredi akışına getirilen döviz varlığı sınırlaması [5], şirketleri döviz varlıklarını TL’ye çevirmekten ziyade sistem dışına çekmeye teşvik ediyor. Bu durum, bireysel tasarruf sahiplerini korkutup dövizleri yastık altına da çektirme potansiyeline de sahip. Başka bir deyişle, döviz talebini azaltmak istenirken halihazırda bankacılık sisteminde dönmekte olan döviz likiditesini tamamen kurutma riski yaratılarak adeta ateşle oynanıyor.

6) Enflasyon, palyatif ve göstermelik önlemler dışında tamamen kaderine terk edilmiş vaziyette.

7) Risk primi göstergeleri son günlerde biraz düşmesine rağmen halen korkunç seviyelerde. Nitekim 12 Ağustos’ta kredi derecelendirme şirketi Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu batık ülke seviyesinin bir tık üstüne (B3) düşürdü ve diğerlerinden de benzer adımlar gelebilir.

Sonuç yerine…

Tüm bu tabloda iktidar blokunun açmazı gerçekten ciddi. Gelinen noktada yüksek büyüme ve düşük faiz takıntısından sert bir geri adım atılıp dezenflasyona öncelik verilmesi halinde, ekonominin soğumakla kalmayıp ani ve şiddetli bir daralmaya gireceği ve Türkiye’de böyle bir programla seçimin kazanılamayacağı ortada.

Dolayısıyla seçimlere kadar mevcut politikadan geri adım atmak neredeyse imkânsız ve tek seçenek sandığa kadar durumu idare edebilmek gibi görünüyor.

Yukarıda sıraladığımız nedenlerle bu işin sonunu gördüğü belli olan bankalar da seçim sonrası için kaçınılmaz olarak daha yüksek bir faiz ortamını fiyatlıyor.

Sanayi tarafına dönersek; ülkemizde rekabet gücünü büyük oranda ucuz emek maliyetlerine borçlu olan, teknoloji ve bilgi-beceri altyapısı zayıf, yönetsel açıdan büyük ölçüde aile bağlarına dayanan azımsanmayacak ağırlık ve güçte bir sermaye kesimi olduğu açık.

Bunların önemli bir kısmı, düşük verimlilik nedeniyle özellikle ekonominin teklediği dönemlerde kar marjlarını ancak ucuz kredi akışıyla sürdürebiliyor. Söz konusu kesimden, zor zamanlarda günü kurtarıp iyi zamanlarda keyfine bakmanın ötesinde uzun vadeli, bütünlüklü bir sanayici bakış açısı beklemek beyhude görünüyor [6].

Hal böyleyken ne sermaye sınıfının ne hükümetin ne de iğdiş ettiği kurumların açmazı kısa vadede çözülebilir görünüyor.

Süslü büyüme oranlarının, ihracat rekorlarının, ışıltılı gözlerin ve umutla (!) beklenen Körfez petro-dolarlarının gölgesinde ülke, tarihinin belki de en derin uçurumuna sürükleniyor.

Düzen muhalefetinin altılı masasında ise, AKP’den farklı ne yapılacağının belirsizliği, devralınacak ekonomik enkazın telaşı, IMF’li yada IMF’siz acı reçeteler birbirine karışıyor.

Emek cephesi uğradığı yıkıma uygun düşecek tepkiyi henüz göstermekten uzak olsa da, uzun süredir üzerinde serili olan ölü toprağını atmaya başladığının işaretleri neredeyse her sektörde görünüyor.

Bu tabloya bakınca Türkiye'de sınıf mücadelesinin daha da keskinleşeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Notlar:

[1] “İSO toplantısında stokçuluk tartışması”, Dünya, 30 Temmuz 2022. https://www.dunya.com/ekonomi/iso-toplantisinda-stokculuk-tartismasi-ha…

[2] Mevzuattaki son değişiklikle birlikte bugün 250’den az yıllık çalışan istihdam eden ve yıllık net cirosu veya mali bilançosundan herhangi biri 250 milyon lirayı aşmayan şirketler KOBİ sayılıyor. Geçen yıl bu üst sınırlar istihdamda yine 250 kişi, ciroda (veya mali bilançoda) 125 milyon lira idi. İSO’nun sıralamasında 1000’inci sırada yer alan firma bile 2021 yılında sadece üretimden (ticari ve hizmet satışı dahil değil) 444 milyon liralık ciro yapmış. İkinci 500’de 250’nin üzerinde ücretli istihdamı olan en az 199 firma var. (Bkz: Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmelik)

[3] Uğur Gürses, “Zurnanın ‘zırt’ dediği gün”, T24, 1 Ağustos 2022. https://t24.com.tr/yazarlar/ugur-gurses/zurnanin-zirt-dedigi-gun,36154. Gürses’in yorumları, genellikle büyük ölçekli, uluslararasılaşmış (ticaret ve yatırım anlamında), teknoloji yoğunluğu görece yüksek ve vasıflı işgücü payı yüksek olan büyük sermaye gruplarının temsilcisi TÜSİAD gibi oluşumların bir süredir daha yüksek perdeden dile getirdiği eleştiri çizgisini temsil ediyor. Ve elbette onlarla çok daha yakından bağları olan uluslararası sermaye çevrelerinin çizgisini…

[4] 2022’nin ilk yarısında Türkiye 40,5 milyar dolar enerji açığı verirken turizm dahil net hizmet geliri sadece 14,5 milyar dolar oldu (turizm: 10,3 milyar dolar). Yılın özellikle son üç ayında, arz sorununun devam etmesi ve hava koşullarının kötü gitmesi halinde enerji faturası büyürken doğal olarak turizmin desteği ihmal edilebilir düzeye inecek.

[5] Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun 24 Haziran tarihinde açıkladığı kararla birlikte, bankaların ticari kredi verme koşullarına ciddi bir sınırlama getirildi. Buna göre bilançosundaki döviz varlıkları 15 milyon TL’yi (bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla 836 bin dolar) aşan bağımsız denetime tabi şirketler, eğer bu büyüklük toplam ciro ya da toplam aktiflerinin (bunlardan hangisi yüksekse) %10’unu geçiyorsa bankalardan TL cinsi ticari kredi alamıyor.

[6] Nitekim U. Gürses’in de söz konusu yazısında dikkat çektiği gibi “her şeye rağmen” mevcut faiz ve kredi politikasına destek beyan eden sanayiciler var.