PAZAR SÖYLEŞİSİ | 'Dünyada kapitalizm hüküm sürdükçe kalıcı barışa ulaşmak mümkün değil'

'Barıştan giderek uzaklaşıyoruz ve bunun temel bir nedeni var: Dünyada kapitalizmin hüküm sürmesi.'

Volkan Algan

Türkiye Barış Komitesi, 70 yılı aşkın geleneği olan Dünya Barış Konseyi’nin bir üyesi. Dünya Barış Konseyi, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, faşizmin bir kez daha dünyayı kana bulamasını ve emperyalizmin insanlığı tehdit etmesini engellemek için bir araya gelen aydınların ve siyasetçilerin öncülüğünde kurulan uluslararası bir barış örgütüdür. 1948 ve 1949’da toplanan barış konferanslarının ardından kurulan ve ilk yıllarında Nâzım Hikmet’in de aktif olarak destek verdiği Dünya Barış Konseyi, o günden bu yana ABD’nin öncülüğündeki emperyalizmin dünyanın çeşitli bölgelerinde yürüttüğü saldırılara net bir şekilde karşı durmaktadır. Emperyalizmin; bağımsızlığını, egemenliğini korumaya çalışan ve insanlığın kurtuluşu için ileri adımlar atan ülkelere yönelik saldırganlığını hem teşhir etmekte hem de bu saldırganlığa karşı çeşitli araçlarla mücadele etmektedir.

Türkiye Barış Komitesi'nden Murat Akad'la emperyalizmin yaşadığı hegemonya kriziyle birlikte artan saldırganlığını ve dünya genelinde büyüyen savaş tehdidini konuştuk.

-Emperyalizmin bir hegemonya krizi yaşadığını ve bu krizi hafifletmek adına daha da saldırganlaştığını söylüyorsunuz. Burayı biraz açar mısınız?

 Emperyalizm uzunca bir süredir hegemonya krizi yaşıyor. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerdeki iktidar değişikliklerinin ardından 1990’lı yıllarda ve 2000’lerin ilk yıllarında ABD ve müttefikleri önemli bir alan kazandı, emperyalizmin hegemonyasını çok ileri boyutlara taşıdı. Ama daha sonra dengeler değişmeye başladı. ABD ekonomik açıdan sorunlar yaşamaya başlarken hem ekonomik hem de siyasi bir güç olarak Çin ve ekonomik açıdan daha geride olsa da siyaseten güçlü çıkış yapan Rusya ABD’nin hegemonyasını sarsmaya başladı. Başta Suriye olmak üzere bazı önemli noktalarda emperyalist güçlerin yaşadığı başarısızlıklar bu süreci besledi. ABD, sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek için ipleri germeye başladı. Trump dönemi krize savaştan biraz daha uzak durarak çözüm arama çabalarının sergilendiği bir dönem oldu. Ama özellikle Biden’ın başkanlığı üstlenmesinden bu yana emperyalizm ciddi adımlar atmaya başladı. Başlıca hasımlar olarak ilan edilen Rusya ve Çin’e yönelik saldırgan tutumda büyük artış yaşandı. Ukrayna’daki savaş bunun ilk ciddi çıktısı oldu.

-Sizce gerilimin biriktiği bir coğrafyadan söz edebilir miyiz, yoksa dünya geneline yayılmış bir durum mu var? Ukrayna savaşı malum, diğer taraftan Tayvan krizi devam ediyor, Suriye'deki bilek güreşinin hala bitmediğini görüyoruz... Buna henüz sıcak çatışma söz konusu olmayan başka örnekler de eklemek mümkün.

Gerilim dünya çapında birikiyor, ama elbette yoğunlaştığı noktalar var. Ukrayna’yı birinci sıraya yerleştirmekte bir sakınca yok. Burada Batı emperyalizmi ile Rusya karşı karşıya gelmiş durumda. Çin’e yönelik emperyalist politikanın olası patlama noktası ise Tayvan. On yıllardır hassas olan Tayvan meselesi hızla ısındırılıyor. Aynı coğrafyada Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin her zaman emperyalizmin hedef tahtasında olduğunu da hatırlamak gerekir. Suriye’de suların kısa sürede durulacağını beklemek pek gerçekçi değil, hatta tersi gelişmeler yaşanabilir. Bunlar dışında belki sıcak çatışmalar pek fazla yaşanmıyor, ama gerilim her yerde birikiyor. Örneğin Rusya ve Çin’in Afrika’daki nüfuzunun son yıllarda artması, bu kıtanın geleneksel sömürücüleri olan Batılı ülkeleri çok rahatsız ediyor. Hindistan-Pakistan ekseni her zaman kırılmalara açık. Tabii Ortadoğu her zaman olduğu gibi patlama potansiyeli taşıyan bir bölge. Emperyalizmin İran politikasının yakın gelecekte daha saldırgan hale gelmesi mümkün. İsrail’in İbrahim Anlaşmalarının bir boyutu da İran’la ilgili.

-Peki bu söylenenlerden tüm dünyayı krize sürükleyebilecek bir savaş ihtimalinin arttığını söylemek mümkün mü? 

Ne yazık ki bu soruya hayır yanıtı vermek kolay değil. Emperyalizm 20. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşından dersler çıkardı. Topyekûn savaş yerine vekâlet savaşları, ticaret savaşları kapitalist dünyanın gerilimlerinin açığa vurulduğu alanlar oldu. Ama gerilim birikiyor, ve kimse daha büyük çaplı, topyekûn savaşların bir daha olmayacağını kolay kolay söyleyemez, kapitalizm hüküm sürdükçe.

-Son zamanlarda uygun koşullarda nükleer silahların kullanılabileceği yönünde açıklamaları liderlerin ağzından daha rahat duyar olduk. Sizce bunların sadece tehdit amaçlı olduğunu mu düşünmeliyiz, yoksa böyle bir ihtimalden söz edilebilir mi? 

Bu açıklamalar başta tehdit amaçlı yapılıyor. Ukrayna’yı işgale giriştikten sonra Rusya yetkilileri bu tür açıklamalar yaptılar. Son dönemde de Britanya dışişleri bakanı Truss’ın bu yönde açıklamaları oldu. Truss Muhafazakâr Parti’nin başkanlığına ve dolayısıyla ülkenin başbakanlığına oynuyor ve ülkesinin burjuvazisi ile emperyalizme kendisini beğendirmek gibi bir niyeti de olduğu açık. Ancak bu süreçte ne kadar çapsız bir siyasetçi olduğunu da gördük. Nükleer silahlar bu tür siyasetçilerin elinde olduğu sürece, daha da önemlisi, kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkelerin elinde olduğu ve emperyalist siyasetin bir aracı olduğu sürece, kullanılmayacaklarının bir garantisi olabilir mi? Üstelik nükleer silahlanmayı sınırlayan anlaşmaların neredeyse tarihe karıştığı bir ortamda bunlar oluyor. Zaten genel olarak silahsızlanmayı savunan hiçbir ülke kalmadı. Korkutucu gelişmeler bunlar.

-Açıklamanızda uluslararası silah pazarının tekrar büyüme eğilimine girdiğini, buna ek olarak "büyük bir gölge silah piyasası"nın geliştiğini söylüyorsunuz. Ne demek gölge silah piyasası?

Ülkelerin başka ülkelerle ya da üretici firmalarla yaptığı ve “yasal” çerçevede olduğu söylenebilecek anlaşmalar var. Bunlar doğrultusunda yapılan büyük çaplı bir silah ticareti var dünyada. Bir de başka bir piyasa var. Savaşan unsurlar yalnızca devletlerin resmi orduları değil. Artık epeyce geniş diyebileceğimiz bir alanda çeşitli silahlı gruplar, çeteler savaş halinde. Afganistan bu açıdan ilk önemli örnek oldu belki de. Sonunda bu gruplardan biri iktidara geldi. Bir başka örnek Afrika’nın Sahel bölgesinde, Mali, Nijer, Nijerya gibi ülkelerde yaşanıyor. Ülke sınırları içerisinde bu devletlerin otoritesinin olmadığı bölgeler var. Zaman zaman basına yansıyor ama şöyle bir bakılıp geçiliyor genel olarak. Buralarda büyük insanlık trajedileri yaşanıyor. Bir bölümü radikal İslamcı olan silahlı gruplar ciddi biçimde silahlanmış duruma. Başka Afrika ülkelerinde, Libya’da, Suriye’de benzeri durumlar var. Ve bu alan genişliyor. Bir de başta uyuşturucu ticareti olmak üzere pek çok yasadışı iş yapan mafya örgütlenmeleri, suç örgütleri var. Bunlar özellikle Meksika, Kolombiya gibi bazı Latin Amerika ülkelerinde, tarihte görülmemiş güce ulaştılar, devlet otoritesinin olmadığı kendi alanları var. Ve kendi silahlı güçleri var. İnternette bu silahlı güçlerin tüyler ürpertici videolarını bulabilirsiniz. Bu da silah piyasasının başka bir alanı. İşte bütün bunları gölge silah piyasası olarak adlandırmak mümkün. Silah tekellerinden buralara büyük miktarda satış yapılıyor. Bu satışlar için Ukrayna gibi alanlar da kullanılıyor. Ukrayna devletine yapılan sözde silah yardımlarının bir bölümü, bu ülkeye yuvalanmış suç örgütlerinin ve tabii bunlarla iç içe olan faşist örgütlerin üzerinden bu piyasaya akıyor.

-Biz bu konuların hep strateji tartışmaları ya da siyasetçilerin karakter analizleri üzerinden gündem edildiğini görüyoruz. Konunun en önemli muhatabı -savaşta ölen, kıtlıkta aç-susuz kalan, yoksullukta sürünen-  dünyanın emekçi halkları oysa. Onlar bu tartışmanın neresinde duruyor, daha doğrusu durmalı?

Barıştan giderek uzaklaşıyoruz ve bunun temel bir nedeni var: Dünyada kapitalizmin hüküm sürmesi. Farklı ülkelerin sermaye sınıflarının birbirleriyle çatışan çıkarları, kapitalizm hüküm sürdükçe savaşları kaçınılmaz kılıyor. Ve elbette, savaşın yükü emekçilerin omuzlarına biniyor. Dolayısıyla savaşlara da sınıfsal bakış gerekli. Barış olgusunun önemli bir bileşeni toplumsal adalet. Kapitalizmde zaten toplumsal adaletin gerçek anlamıyla olması mümkün değil ve günümüzde bu kavramdan tamamen uzaklaşılıyor. Emekçiler bir yandan toplumsal adalet için, öte yandan kapitalist dünyanın savaşlarla insanlığı yıkıma sürüklemesi olasılığına karşı mücadele etmeli.

-Kimse savaşı övmez, en savaş yanlısı politikacılar, silah tüccarları dahi! Silahlanma yarışı da, gerektiğinde çıkarılan savaşlar da, askeri operasyonlar da -söylenenlere inanacak olursak- hep aslında barışı korumak, "kötüleri - teröristleri" cezalandırmak ya da engellemek için. Peki tüm dünyada bu mesele böyle tartışılıyorsa savaşlar neden çıkıyor, barış nasıl sağlanacak?

Dediğimiz gibi, savaşları da sınıfsal bakış açısıyla ele almak gerekiyor. Dünyada kapitalizm hüküm sürdükçe, sermaye sınıflarının çıkarları belirleyici oldukça gerçek ve kalıcı bir barışa ulaşmak mümkün değil. En iyi olasılıkla, geçici barış dönemleri yaşanabilir. Bunların da ne kadar kısa ömürlü olduğunu, özellikle 20. yüzyıl tarihi bize gösteriyor. Gerçek ve kalıcı bir barış emekçi sınıfların iktidarda olduğu durumda mümkün. Zira farklı ülkelerin emekçilerinin birbirlerine karşı düşmanlık beslemelerinin zemini yok. Kâr güdüsüyle hareket etmeyen emekçilerin savaşmalarının bir nedeni yok. Bu yüzden, kalıcı bir barış için sosyalizmin dünyada egemen konuma yerleşmesi gerekiyor. Ancak bu, günümüzde barış talebini geri çekmeye neden olacak bir olgu değil, olmamalı. Çünkü barış için mücadele etmek, emekçilerin savaş durumunda karşılaşacağı yıkımları engellemek için yaşamsal önem taşıyor. Barış için mücadele ederken de net bir antiemperyalist duruşu ve sınıfsal perspektifi elden bırakmamak gerekli. Bu eksende, hem günümüzde barışın sağlanması, savaşların durması için çaba harcamak gerekiyor, hem de uzun vadede kalıcı barışa ulaşılması için, sosyalizm için mücadele etmek gerekiyor.