Onur’lu bir sınıf, örgütlü bir Onur!

17 Mayıs Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Gün'ü bu kez pandemiyle tetiklenen koşullarda karşılıyoruz. Kimimizin hemen her gün işe gittiği, kimimizin evde bilgisayar başından çalışmaya devam ettiği, kimimizin ise işten çıkarıldığı için evde kalmaktan başka çaresi olmadığı pandemi günlerinde, temasımızı sürdürmek için birlikte yaptığımız şeylerden biri de Pride filmini izlemek oldu.

Berk Çetin

Yaklaşık iki aydır salgın koşullarının, kapitalizmin ve gericiliğin fırsatçılığıyla kesiştiği bir düzlemde yaşıyoruz; görünen o ki bir süre daha böyle yaşamaya devam edeceğiz. Kapitalizm, kendi yarattığı –salgınınsa sadece hızlandırdığı– bu krizden kurtulmanın çaresini, bir kez daha emekçilerin üzerindeki baskı ve zor aygıtlarını en ağır şekilde uygulamakta buldu. Bu hamle, gerici ve sömürücü düzenin halihazırda en acımasız şekilde etkilediği insanlara yaklaştıkça daha da keskinleşti: Salgın koşullarının tetiklediği ayrımcılık ve nefret yine mülteciler, kadınlar, çocuklar ve LGBT’lerin üzerinden üretildi. Bu seri üretime, salgının sebebini eşcinsellikte aramaya vardıran türlü yobazlıklar da eşlik etti.

Ayrıca, LGBT emekçilerin kriz zamanlarında patronlar tarafından ilk gözden çıkarılacak insanlar arasında görüldüğüne bir kez daha tanık olduk. İş yerlerindeki güvencesizlik, ağır çalışma koşulları, mobbing, haksız işten çıkarmalar, ücretsiz izin uygulamaları, zaten kısıtlı olan sosyal yardımlardan daha da uzak kalınması gibi konu başlıklarında LGBT’lere uygulanan kötü muamele, sadece ülkemizde değil tüm dünyada çok daha görünür hale geldi. Bu somut koşulların yanı sıra, nefretin ve ayrımcılığın örgütlü biçimde, üstelik salgına sebep gösterilecek derecede körüklendiği bir dönem sonrası, bizleri nasıl bir toplumsal baskı düzeninin beklediği ise büyük bir soru işareti.

17 Mayıs Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Günü’nü, pandemiyle tetiklenen işte bu koşullarda karşılıyoruz. Kimimizin hemen her gün işe gittiği, kimimizin evde bilgisayar başından çalışmaya devam ettiği, kimimizin ise işten çıkarıldığı için evde kalmaktan başka çaresi olmadığı pandemi günlerinde, temasımızı sürdürmek için birlikte yaptığımız şeylerden biri de Pride filmini izlemek oldu.

2014 yapımı Pride filmi, 1984-85 yıllarında Galler’deki madenci grevine destek amacıyla örgütlenen Londra merkezli “Lezbiyenler ve Geyler Madencileri Destekliyor” (LGSM) hareketini ve başlattıkları kampanyayı anlatıyor. 35 yıl öncesinden, LGBT’lerin kimlik mücadelesi kalıplarından sıyrılıp emekçilerin bir kesimiyle ortak bir hedef için mücadeleye giriştikleri, görece ileri bir referans noktası sunan bu kampanyanın düşündürdüklerini tekrar hatırlayıp tartışmayı yararlı buluyoruz. 

İktidarda olduğu süre boyunca sayısız özelleştirmeye imza atan, en büyük icraatı işçilerin örgütlülüğünü çözmek ve sendikaları zayıf düşürmek olan Thatcher yönetiminin bir girişimi de 1984’te ülkenin maden ocaklarını kapatma girişimidir. Kömür madencileri buna uzun soluklu ve kapsamlı bir grevle cevap verir. Toplu grevin çözülmeye yüz tuttuğu bir dönemeçte, Londra’dan pek de beklenmedik bir destek çıkagelir: “Lezbiyenler ve Geyler Madencileri Destekliyor” isimli yardım kampanyası, günümüz değeriyle yaklaşık 70.000 İngiliz sterlini toplamayı başarır. Fakat kampanyanın başardıkları, madencilerin grevlerini nakdî yardım sayesinde bir müddet daha uzatmasının çok ötesindedir. Kampanya; birbirlerine temas etme fırsatı bulan LGBT’lerin ve madenci ailelerinin, kendi düşünsel bariyerlerini aşarak emek, sınıf, LGBTfobi ve toplumsal cinsiyet konularında bilinçlenmelerinin katalizörü olur. Bununla birlikte, LGSM kampanyası, ülke çapında sol kamuoyunun LGBT’lere dönük ayrımcılığa karşı o zamana kadarki en büyük sıçramalardan birini gerçekleştirmesini sağlayan itici kuvvet olur.

Peki, filmin konu edindiği dönemin ve gelişmelerin bakiyesini günümüzün penceresinden nasıl görmeli, nasıl tartışmalıyız? 

Yazının başında, LGBT’lerin pandemi koşullarında, kapitalist sistemin amiyane tabirle şaftının kaymasıyla birlikte patronlarca ne kadar kolay gözden çıkarılabildiğinden kısaca söz etmiştik. 1984-85 madenci grevinde de başrolü oynayanlar, dolayısıyla filmde de tanık olduğumuz karakterler, büyük ölçüde Galler köylerinde yaşayan maden işçileri. Kampanya destekçisi LGBT’lerin madenci aileleri ile karşılaşmaları da o kadar kolay olmuyor. Topluluğun bazı üyeleri, kendilerine destek olmaya çalışan kampanya üyelerine ilk andan itibaren önyargıyla, hatta nefretle bakıyor. 1984 yılında, Güney Galler madenci aileleri arasında bu açıdan homojen bir bilinç düzeyinin olmadığı açık. Kilidi açan anahtar ise “sınıf dayanışması” kartı oluyor. 

Burada kampanyayı yürüten ekibe öncülük eden, filmde de başrolde bulunan Mark Ashton’ın pes etmeyip mücadeleye devam etmek yönündeki iradesi de önemli bir rol oynuyor. Filmde üzerinden şöyle bir geçilmiş, birkaç espri ile yer verilmiş olsa da, Ashton’ın bu konudaki ısrarcılığının ve pes etmeyişinin temelinde ne olduğunu düşündüğümüzde, onun siyasi kimliğini fark ediyoruz: Ashton LGBT hakları savunucusu bir gey olmasının yanı sıra, dönemin Büyük Britanya Komünist Partisi üyesi bir komünisttir ve filmde anlatılan grevin ardından YCL (Genç Komünist Birliği) genel sekreterliği de yapacaktır. Kendisindeki mücadele inadını, kampanya ekibine ve dayanıştıkları madencilere de bu sayede bulaştırmayı başarır. 

Filmde yoğun olarak işlenmiş olmasa da, LGSM kampanyası sürerken toplanma mekânlarına yapılan saldırılar ya da basının provokasyonları ile bir başka gerçek daha ortaya çıkıyor: LGBT düşmanlığı ile emek karşıtlığının aslında iç içe geçmiş olması; dolayısıyla emekçiler arasında bilinçlenme sürdükçe sömürücü sınıfların gerici bir pozisyonda kalmaya mahkûm olmaları.

Fakat filmde de görüyoruz ki LGBT’lerin desteklerini bahane ederek grevcileri karalayabileceklerine, böylece bir taşla iki kuş vurabileceklerine inananlar fena halde yanılıyor. Bir yandan madencilerle dayanışma büyür, kampanya üyeleri ülke gerçeklerini emek penceresinden görmeye başlarken, diğer yandan da emekçilerin LGBTfobi ile yüzleşmeleri ve aşmaları söz konusu oluyor. 

Pride, emekçilerin ekonomik talepleri ile LGBT’lerin özgürlük taleplerinin bir araya gelişindeki potansiyel gücü vurguluyor. Yaşanmış olaylara dayansa da kurgusal öğeler içeriyor; ama yönetmenin politik tercihinin, bu bir aradalığın bir dayanışma bağlamında verilmesinden yana olduğu ve filmin meseleye daha bütünlüklü bakmaya kapı açtığı anlaşılıyor. Buna filmin coşkusunu, izleyiciyi harekete geçirici enerjisini ve tarihsel bir olayı unutturmama niyetini eklemek gerekiyor.

Günümüzde ağırlıklı olarak hizmet sektöründe istihdam edilen LGBT’ler, üretim süreçlerinde ağır bir sömürüyle karşı karşıya.

Diğer yandan, cinayetlere varan toplumsal baskılar kaçınılmaz olarak bir direnç noktası oluşturuyor. Gerçek özgürlüğün, yurttaş olmaktan gelen hakları eşit bir şekilde kullanabilmenin yolu ise sömürünün ortadan kaldırılmasından geçiyor. Bu gerçek, Pride filminde özelleştirme karşıtı bir grevi susturmak için LGBT düşmanlığını kullanan ikiyüzlü burjuva gazetelerinde kendisini gösteriyor.  

Bizler, Komünist LGBT’ler olarak, özgürlük ve eşit yurttaşlık karşısındaki en büyük engel olan bu hastalıklı düzeni iyileştirmenin tek yolunun doğru tedaviyi bulmaktan, yani sınıf mücadelesini büyütmekten geçtiğini söylüyoruz. İşçi sınıfına, sınıfın LGBT olan ve olmayan tüm fertlerine layık görülen “kadere” boyun eğmiyoruz. Bu denli sömürücü, gerici bir düzende örgütlenmenin aciliyetinden; kapitalist krizin içinde bulunduğumuz nihai aşamasında, tüm dünyada işçi sınıfına göz kırpmaya başlayan devrimci ihtimallerden söz etmek istiyoruz.

LGBT’lerin de güvende ve özgür hissedecekleri, herkes gibi eşit birer yurttaş olarak var olacakları yeni bir yaşamın inşasını sağlayacak yegâne atılım, sosyalist devrimin ta kendisidir. 

Yaşasın Onur, yaşasın sosyalizm!