Fransız Devrim Takvimi, monarşik düzenin izlerini silmek ve devrimci değerleri güçlendirmek amacıyla oluşturulmuş bir takvimdi. İsterim ki artık geride bıraktığımız bu yıla genel bir bakış atalım...
coşkun şimşek
Yeni bir yılın kapıları açılıyor. Yeni yüzyılınsa zaten büyük bir şaşaayla açılışı yapılmıştı. Ancak tarih, takvimlerin belirlediği sınırlarla ilerlemez. Büyük dönüşümler, insanlığın birikimleri ve bu birikimlerin yarattığı sıçramalarla şekillenir. Bu sebeple demek gerekir ki Fransız Devrimi, Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin dünyayı değiştiren etkileri, Gregoryen takviminin belirlediği o bir yıl denen dilimin sınırlarına sığmaz. Ne 1789, ne 1871, ne de 1917 rakamları bir şey ifade eder. Tarih, kendi akışını ve ritmini yaratır. Hatta Fransız devrimcilerinin eski takvim düzenini terk edip yepyeni bir zaman anlayışı benimsemesi, bunun en asi ve güzel örneklerinden biri olabilir.
Fransız Devrim Takvimi, 1792'de Fransa'da ilan edilen Cumhuriyet'in ardından, eski monarşik düzenin izlerini silmek ve devrimci değerleri güçlendirmek amacıyla oluşturulmuş bir takvimdi. Amacı, hem kilise takvimine dayanan geleneksel zaman anlayışını değiştirmek hem de devrimle başlayan yeni dönemi vurgulamaktı. Başlangıç noktasıysa Fransa'da monarşinin kaldırıldığı 22 Eylül 1792'yi (Fransız Cumhuriyeti'nin ilan edildiği gün) "Cumhuriyetin Yılı 1" olarak kabul etti. Bu tarih, aynı zamanda sonbahar ekinoksuna denk geliyor.
Bir yıl 12 aydan oluşuyor, her ay 30 gün sürüyordu. Kalan 5 (artık yıllarda 6) gün, yılın sonunda "Cumhuriyet Bayram Günleri" olarak kutlanıyordu. Bu günlere "sansculottidies" adı verilmişti. Her ay 3 haftaya bölünmüş ve her hafta 10 gün (dekad) olacak şekilde düzenlenmişti. Geleneksel 7 günlük haftalar kaldırılmış, ay isimleri, mevsimsel ve tarımsal özelliklere göre yeniden adlandırılmıştı. Örneğin: Sonbahar: Vendémiaire (Üzüm Hasadı Ayı), Brumaire (Sis Ayı), Frimaire (Kırağı Ayı) Kış: Nivôse (Kar Ayı), Pluviôse (Yağmur Ayı), Ventôse (Rüzgar Ayı) İlkbahar: Germinal (Filiz Ayı), Floréal (Çiçek Ayı), Prairial (Çayır Ayı) Yaz: Messidor (Hasat Ayı), Thermidor (Sıcak Ayı), Fructidor (Meyve Ayı).
Gün isimleri de aynı ay isimlerinde olduğu gibi aziz, tanrı ve din etkisindeki isimlerinden arındırıldı. Yerlerine doğa, tarım, bitkiler, araçlar ve hayvanlardan ilham alınarak geliştirilmiş isimler belirlendi. Her ayın 30 günü şu şekilde ayrılmıştı: İlk 10 gün: Bitkiler, İkinci 10 gün: Hayvanlar, Son 10 gün: Tarım araçları ve emekle ilgili nesneler.
Bu sistemin amacı, eski takvimin dinsel ve aristokratik çağrışımlarından tamamen kopmak ve halkın üretim, emek ve doğayla bağını vurgulamaktı. Ardından saat sistemini de köklü bir değişikliğe uğratıyorlar her gün 10 saat, her saat 100 dakika, her dakika ise 100 saniye olarak yeniden tanımlanıyordu.
İsterim ki artık geride bıraktığımız bu yıla genel bir bakış atalım... Ama tabii ki kendi zamanımıza riayet ederek.
12 Nivôse 232 - 12 Pluviôse 232 arası
Yıllardır enflasyonla mücadele adı altında sermaye politikalarına kurban edilen işçi-emekçi sınıfı için açılış, tüketici enflasyonunun yüzde 64,7 olarak açıklanmasıyla yapıldı. Hâlbuki daha 1 dekad bile geçmemişti asgari ücrete yüzde 49 oranında zam yapılmasının ardından. Yani onların zamanında, yıla enflasyon altında ezilerek girdik desek kimse “siz yalan konuşuyorsunuz” diyemez. Ki bu açıklanan enflasyon oranı da aslında onların yalan üreten TÜİK adlı kurumunun düşürebildiği rakamdır. Gerekli bir kemer sıkma gibi görülebilir çünkü hemen 2 dekad kadar sonra 55 milyon dolar harcayıp bir vatandaşı uzaya yolladı sermaye hükümeti. O vaktin kuruyla 97 bin asgari ücrete tekabül ediyor bu uzay macerası. Uzayda basit deneyler yapmak büyük aydınlanmalara sebebiyet vermiş olacak ki AKP iktidarı aylarca onaylamayız dedikleri İsveç’in NATO üyeliğini bir punduna getirince onayladı. Halkların düşmanı savaş örgütü bir üye daha kazanırken bizim zamanımız da ilerliyordu. Bu aymazların ne kadar sürdüğü belli olmayan 27-28-30-31 gibi rakamsal bölüntülere ayrılan Gregoryen takviminde ay denilen şey bitiyordu.
13 Pluviôse 232 - 11 Ventôse 232 arası
Sosyal çürüme tüm boyutlarıyla yaşamımızı sararken toplumumuzun özellikle gençlik kesimleri kapsamlı düzen saldırılarıyla yüz yüze kalıyordu. Her yanıyla geleceksizlik seçenekleriyle yoğuruluyor, algısıyla oynanıp manipüle ediliyor, kötü eğitim müfredatı, kolay para zehri, uyuşturucu ve yozlaşmanın bin bir çeşidi damarlarına zerk ediliyordu. Onların zamanına göre ikinci ayın ilk gününe büyük bir şokla uyandık. İzmir’de bir taksi emekçisi gece geç saatlerde evine gidecekken yolda gördüğü genci aracına alıyor. Yüzünü cerrahi maskeyle kapatmış, kafasına kapüşon çekmiş bir halde taksi çevirmeye çalışan bu şahıs araca bindikten sonra kimsenin onu almadığını söylüyor taksiciyse neden almayayım, hava zaten soğuk insanı soğukta bırakmak olmaz diyor. Ama böyle maskeli vs. seni almazlar diye de uyarıyor. İneceği yere geldiğinde ücret öder gibi yapıp çıkardığı silahla taksi emekçisini 3 kurşunla yaralıyor ve gasp ediyor. Ardından, aracın yanından uzaklaşmadan ağır yaralı taksiciye “öyle herkese güvenmeyeceksin...” deyip bir tokat atıyor. Hiçbir sorun ve sorunlu diyaloğun yaşanmadığı bu olayda böyle travmatik bir bitiş, sarsıcı etki bıraktı bizlerde.
Henüz bu olayı yeni atlatırken ayın ortası gibi Erzincan’ın İliç ilçesinde bulunan bir madende toprak kayması sonucu göçük altında kalan 9 işçi hayatını kaybetti. Maden deniliyor fakat anlam olarak tam karşılığını bulmuyor diye düşünüyorum. Çünkü gerçekte buralar birer altın üretme tesisidir. Elde edilmeye çalışılan altın, aslında siyanür ve çeşitli kimyasallar kullanılarak toprağın un-ufak edilmesi, minerallerine ayrılması sonucu elde edilen parçacıklardır. Dünyanın çeşitli ülkeleri bu uygulamaları ya çok kısıtlı alanlarda yapıyor ya da tümden tercih etmiyor. Tabii ki çeşitli teknik sebepleri var fakat en öne çıkanları, iktidarın ülkenin neredeyse tamamını bu faaliyetlere –yasal- olarak açmış olmasıdır. Diğer bir yandan ise kapitalist şirketlerin kendi ağızlarıyla da itiraf ettiği Türkiye’nin onlar açısından bir cennet olduğudur. Ucuz iş gücü, vergi avantajları, lojistik-nakliye vb. gibi konularda yine çok avantajlı olan bir cennet. Aslında diyalektik döngü kendini iyi ifade ediyor, patronlara cennet olan, işçiye cehennem olan ülke...
12 Ventôse 232 - 12 Germinal 232 arası
Dünyada emperyalist saldırganlık giderek artar bir haldeyken ülkede yerel seçim rüzgârları esiyordu. Özellikle birkaç seferdir "genel seçim" havasında geçen yerel seçimler bütün gündemi ele geçirdi diyebiliriz. Yaşam ve çalışma koşullarının bunalttığı kitlelerin tepkisinin yansıdığı seçimlerde AKP-MHP bloğu ciddi bir darbe aldı. CB seçimlerinin verdiği rehavet hezimete dönüşmüştü. Dinci-faşist blok büyük kentlerin çoğunu kaybetti, kayyım yoluyla ele geçirdiği belediyelerin tamamını DEM Parti yeniden kazandı. AKP tarihinde ilk kez ikinci parti konumuna düşerken hezimet süreci tamamlanıyordu. Herkes çeşitli sonuçlar çıkarmaya çalışsa da yerle yeksan olmuş bir ekonomi, uluslararası sermayeye güven vermek ve çekmek için uygulanan sosyal yıkım niteliğindeki politikalar bu yenilgiyi yaratan en önemli faktördü denilebilir. Bununla bağlantılı olarak Filistin konusunda izlenen ikiyüzlü politikanın her seçim kullandıkları "din" kartını zayıflatması, ABD-İsrail-NATO ile ticari ve siyasi gizlenemeyen işbirliğinin “Milli irade” gevezeliğini boşa düşürmesi, özellikle Kürt halkının büyük kentlerdeki AKP-MHP dinci-faşist bloğunun uyguladığı politikalara karşı gösterdiği refleks, kültürel ve moral açıdan çürüme, bozulma hepimizin izlediği sonucun oluşmasında etkili oldu. Yazı boyunca hep tekrarladığım/tekrarlayacağım gibi, onların zamanında bir ay biterken, kısmi olarak darbelenen iktidar bloğu, hırsını işçi sınıfı ve halklardan çıkarmak için kapsamlı saldırı programını daha da arttırarak devam edecekti.
13 Germinal 232 - 12 Floréal 232 arası
Zaman örgüsünün baharı karşıladığımız bu döneminde, yani bahar aylarının ilk kısmını yine bir felaketle karşıladık. Gayrettepe’de bir eğlence mekânının kaçak tadilatı sırasında yaşanan patlama sonucu yangın çıktı. Saatler süren çalışmalarla ancak söndürülebilen yangında 29 işçi arkadaşımızı iş cinayetine kurban verdik. Güpegündüz İstanbul’un göbeğinde bir işçi katliamı yaşanıyor, yaptıkları ihmallerle cinayet suçlusu olanlar başsağlığı açıklamaları yapıyor ve zevahiri kurtarmak adına birilerine soruşturma açıldığını ekrandan bizlere duyuruyordu. İnsan öğütücüsü olan sistem ve onların koruyucuları suçlarına yenisini ekliyordu. Hemen peşi sıra Antalya'da “teleferik cinayeti” yaşanacak, 1 kişi hayatını kaybederken 7 kişi yaralanacaktı. Teleferik üstünde mahsur kalan 174 kişi ise ancak bir gün sonra kurtarılabilecekti. Başından itibaren yanlış işlerin yapıldığı inşaatlar, bakım ihalelerinin ehli dışında yandaşlara verilmesi ya da keyfi olarak bekletilmesi denetlenmemesi. Sonrasında başsağlığı dilekleri, üç-beş şahsa göstermelik soruşturma... Bunlardan bir şey çıkmayacağını gerçek sorumluların ya yargılanmayacağını ya da hakkettiği cezaları almayacağını biliyoruz. Neden mi? Germinal’in sonu Floréal'in henüz başında 6 yıl önce yaşanan Çorlu tren katliamı karara bağlanıyor "yargılanan" 17 sanığın yalnızca üçüne 9 ile 17 yıl arası cezalar veriliyordu.
13 Floréal 232 - 13 Prairial 232 arası
Bu ayı malum... Sınıfımızın birlik, dayanışma ve mücadele günüyle açıyoruz. Senelerdir sergilenen korkunun izdüşümü yaklaşım, bu sene de değişmedi. Bir gün önceden Taksim’e çıkan bütün yolları kapatıp, ulaşımı tamamen durdurmuşlar, meydanın etrafına sıra sıra bariyer örmüşlerdi. Beşiktaş ve Saraçhane olarak iki koldan yürüneceği açıklanmasına rağmen gece vakti son dakika Beşiktaş kolu, o kolun başını çeken en kitlesel sendikası, dümeni saraçhaneye kırınca dağıldı. Kolda yer alan hareketlerin bazıları Saraçhane’ye dâhil oldu. Bazıları da Şişli tarafında toplandılar. Şişli dolaylarında ufak gruplar halinde toplanmalara polis saldırıp gözaltılar yaptı. Saraçhane'de de düzen partisi CHP ve DİSK’in öncülük ettiği bir grup konfederasyon yöneticilerinin bir tertibi vardı. Bozdoğan kemeri savaş sahnelerini aratmayacak şekilde bir hazırlıkla kapatılmıştı. İmamoğlu ve Özel’den oluşan CHP heyeti geldi şovunu yaptı alandan çıktı.. Tabi ki beraberinde bu konfederasyon yöneticileri de peşlerine takıldı. Sol yine devlet ve kolluğuyla baş başa kaldı. Barikatlar zorlandı, toplamda 226 kişi gözaltına alındı, ama yeterli bir direnç ve irade oluşturulduğu söylenemez. Sonrasında yapılan değerlendirmelere bakılırsa solun geneli, -bu zamana kadar almayanları da dâhil- iyi bir ders çıkarmış gibi görünüyor. Umalım pratikte de böyle olsun... Bana kalırsa önümüzdeki 1 mayısları kendi gücüyle, kendi oluşturduğu birliklerle örgütleyebilme iradesi göstermek sol adına zaruri bir hal almıştır. Herkes kendi kitlesiyle kendi kapısında kutlasın gibi bir önerim yok yanlış anlaşılmasın. Mümkün olan en geniş sol, sosyalist, toplumcu hareketlerle asgari düzeyde uzlaşarak, 1 Mayıs’ın gerçek birer öznesi olunmalı, bir araya gelinmeli bu da 1 Mayıs’ın mücadeleci ruhuna uygun bir platformda hayat bulmalıdır. Sararmış/sararmaya yüz tutmuş sendika ve meslek örgütlerinden 1 Mayıs’ı örgütleme "görevi" alınmalıdır. Bu dönemi hatırlarken şunu da atlamayalım 1 Mayıs sonrası yapılan cadı avında 30 kişi tutuklu olarak yargılanmıştı.
14 Prairial 232 - 13 Messidor 232 arası
Hakkari’de, DEM Partili Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın gözaltına alınması ve ardından belediyeye kayyum atanması, devletin Kürt halkının iradesine bir kez daha zincir vurma çabasını gözler önüne serdi. Spor dünyasında ise Fenerbahçe’nin Olağan Seçimli Genel Kurulu, bir kulüp yarışından fazlasıydı. Neredeyse tüm ülkede dekadlarca konuşuldu. Bir başka zincir-gasp durumunun yaşandığı kongrede Ali Koç ve Aziz Yıldırım aday olarak çıktı, Koç 3. ez başkan seçildi. Evet, ne yazık ki Fenerbahçe’yi sermayenin pençesinden -henüz- kurtaramadık... ama umutluyuz, zincirlerden kurtulmak bizim tarihsel işimiz. Messidor’un ortalarına geldiğimizde sürecin ağır haberini bulutlar yetiştiriyordu. Diyarbakır Çınar’da başlayıp Mardin Mazıdağı’na kadar uzanan yangının alevlerinde; 15 kişi yaşamını yitirirken 2 kişi yaralanıyordu...
14 Messidor 232 - 14 Thermidor 232 arası
Hasat zamanlarının ve yoğun sıcakların ortasındayız. Dünyada yükselen sağ ve ırkçı söylemler ülkemizde de etkisini her geçen gün daha fazla göstermeye devam ediyordu. Göçmen düşmanlığı bambaşka boyutlar kazanmış hatta bunun bayraktarlığını yapan siyasi parti dikkate alınır hale gelmişti. Tam bu dönemde burjuva medya eliyle servis edilen haberlerin birinde Kayseri’de bir çocuğun bir göçmen tarafından istismar edildiği iddiaları yer aldı. Kayseri de başlayıp birçok ile sıçrayan olaylarda milliyetçi, şoven kışkırtmaların beraberinde Suriyelilerin dükkânları, araçları yakıldı, tüm Suriyeliler hedef haline geldi. Milliyeti ne olursa olsun bir kişinin işlediği suç, tüm topluma mal edilemezdi ama dinlemediler... Hâlbuki fazla zaman geçmemişti Zonguldak’ta kaçak bir madende iş cinayeti sonucu 50 yaşında göçmen bir işçi yaşamını yitirmişti. Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani’den bahsediyorum evet. Nourtani’nin bedeni yakılmış bir halde ormanda bulunmuştu. Vahşeti ve asıl düşmanın kimler olduğunu görmek için daha ne lazımdı? Kayseri’de başlayan olayları ilk etapta seyreden düzen güçleri, sonradan müdahale edip operasyonlarla 1000’in üzerinde gözaltı yaptı. Bakan’ın bile saklayamadığı gözaltına alınanların 468’inin 50 farklı suçtan adli kaydı olduğuydu. Bu suçların arasında göçmen kaçakçılığı, kasten yaralama, yağma, hırsızlık, cinsel istismar, tehdit-hakaret, uyuşturucu, mala zarar verme, dolandırıcılık ve şantaj gibi suçların olduğunu söyleyen bakan Yerlikaya’nın kendisiydi. Ülkede bunlar yaşanırken 14 Thermidor günü dünya gündemi başka bir olayla sarsılıyordu. Hamas lideri İsmail Haniyye siyonist terör devleti tarafından Tahran’da suikastla öldürülmüştü.
15 Thermidor 232 - 15 Fructidor 232 arası
Fructidor’un 5’i gibi küçük bir kız çocuğunun kayıp haberleri düştü önümüze. Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe köyünde 8 yaşındaki Narin Güran kayboldu. Kamuoyu günlerce “Narin nerede?” sorusuyla yankılandı. Biraz zaman geçti “Narin’e ne oldu?” diye sormaya başladı milyonlarca insan. 10 gün hiçbir resmi açıklama yapılmadan spekülasyonlara karşı sessizce beklendi. O sıralarda ilgililer meşguldü, yayın yasağı getirmekle uğraşıyorlardı. Epeyce uzun geçen günlerin sonunda onların takvimine göre Eylül’ün 8’inde bizim zamanımızda Fructidor’un 23’ünde Narin’in cansız bedeni bir dere kenarında bulundu. Diyarbakır’da "normal şartlarda kuş uçurtmayan" devlet Narin’in cansız bedenini 19 günde ancak* (yaratılan büyük kamuoyu baskısıyla) bulabilmişti. Bizler de vahşice katledilen bu kız çocuğunun ölümünü büyük bir öfke ve tepkiyle karşılıyorduk.
Gelin tekrar tahayyül edelim, bir çocuk katlediliyor ve bütün köy susuyor. Çocuğun katledilmesi karşısında oluşan toplumsal baskı yine “dış güçler ve yerli iş birlikçileri” martavalına bağlanıyor. AKP milletvekili Ensarioğlu, “Bizlerin bazen bilmediği bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var çünkü aile bizim 40 yıllık dostlarımızdır.” ifadeleriyle adeta aileyi korumaya çalışıyor. Bu suça ortak olmak değil de nedir?
Toplumların en korunmaya muhtaç kesimini oluşturan çocukların bakımı, gelişimi ve güvenliği ‘sosyal devletlerin’ sorumluluğunda değilse kimdedir? Hangi aygıttadır?
Yaşananlar bununla da sınırlı değil tabii ki ama her şey bir yana, yaşanan süreç ülkenin içinde bulunduğu somut duruma, artan toplumsal çürüme ve bozulmaya bir ışık tutuyor. Münferit gibi gösterilen olay hiç de öyle değildi aslında. Ülkede her yıl yüzlerce çocuk kaybediliyor, on binlerce çocuksa cinsel istismara uğruyor. Yalan aparatı istatistik kurumu 8 yıldır kayıp çocuklarla ilgili veri açıklamıyor. Kendi zamanlarında, yani 2008-2016 yıllarına tekabül eden aralıkta bu aparat kurumun açıkladığı veri bile diyor ki; 104 bin 521 çocuk kaybolmuştur!
Resmi kurumlara yansımayan bir gerçeğe göreyse, Maraş depremlerinde kaybolan onlarca çocuğa ise hala ulaşılmış değil... Vahamet ortadayken, çok bile kelime sarf ettim diye düşünüyorum.
16 Fructidor 232 - 9 Vendémiaire 233 arası
Narin’in bir cinayete kurban gittiğini öğrenerek başladığımız bu süreçte Ortadoğu yine insan ölümleri ve katliamlarla sınanıyordu. Siyonist terör devleti, Hizbullah'a ait binlerce çağrı cihazı ve yüzlerce telsizi eş zamanlı olarak patlatarak 54 insanı öldürüyor, 4 bin kişi ise bu saldılar sırasında yaralanıyordu. Günler savaş soluğuyla kimine göre bir çırpıda kimine göre olağan hızında geçerken, Lübnan’a saldırılar devam ediyor Beyrut’un güneyine yapılan 1300 bombardımanda 550’yi aşkın insan yaşamını yitiriyor onlarcası sakat bırakılıyordu. Vendémiaire’in başına tekabül eden bir günde bu bitmeyen bombardımanların birinde Filistin davasının dostu, direniş ekseninin önemli parçasının lideri ve kuşkusuz, emperyalizmin / siyonizmin baş düşmanlarından Hasan Nasrallah, Beyrut'un Dahiye mahallesine düzenlenen hava saldırılarında katlediliyordu. Emperyalizmin halklar üzerinde oynadığı oyun ve çizdiği planlar neticesinde özellikle Filistin’i, Ortadoğu’yu ve ülkemizi iyi günlerin beklemediği açıktı...
10 Vendémiaire 233 - 10 Brumaire 233 arası
Kan denizinin ortasında uyanmış gibi hissettiğimiz günlere gelmiştik. İstanbul'da İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil adlı 19 yaşındaki iki kadın, Semih Çelik adlı erkek tarafından vahşice öldürülmüş, katil cinayetlerden sonra ise kendi yaşamına son vermişti. Günlerce konuşulan bu olayın hala etkisinden çıkabildiğimiz söylenemezken yine bir kayyım vakası yaşanıyor bu kez İstanbul Esenyurt belediyesine el koyuluyor, belediye başkanı Ahmet Özer tutuklanıyordu. Derken ertesi sabah uyandık ve Devlet, Mecliste DEM Parti grubunun elini sıkıyordu. Ardından gelen, herkesin perhiz-lahana turşusu tadında karşıladığı bir açıklama: “Abdullah Öcalan, örgütü lağvetmesi koşuluyla "Umut Hakkı"ndan yararlansın, TBMM'de DEM Parti Meclis Grubu'nda konuşsun.”
Oldukça ilginç zamanlardan geçiyorduk. Bir zamanlar iktidarın ortağı olan cemaatin ajan başı Fethullah Gülen memleketi bellediği yerde ölmüş, Siyonist devlet İsrail, Hamas lideri Yahya Sinvar'ı Gazze’de katletmişti. Emperyalizm kullanıp köşeye attığı önemsiz bir aparatını kaybederken, Filistin halkı ise yaşamının son anında bile işgalci İHA’ya sopa fırlatarak simgeleşen onurlu bir direnişçisini yitiriyordu.
11 Brumaire 233 - 10 Frimaire 233 arası
Brumaire hakkını veriyor, sisten önümüzü göremez haldeydik. Devlet, Öcalan için yaptığı çağrıyı kararlılıkla yinelemiş, bir heyet gitsin görüşsün demişti. Aynı iktidar odağı bir yanda elini uzatıyor diğer yanda sopasını/gücünü gösteriyordu. Kayyım işlerine kaldığı yerden devam ediyor, Mardin, Batman, Halfeti, Bahçesaray, Dersim ve Ovacık belediye başkanlarını görevden alıp yerlerine atamalar yapıyordu. Görüş mesafesi iyice daralmaktayken Emperyalizmin membaında başkanlık seçimleri tamamlanıyor, seçimi laciverdi kazanıyordu. Donald Trump, Kamala Harris’i geçerek tekrar başkan seçiliyordu.
Dağılmak bilmeyen bu hava boğmaya başlıyor bizleri ve üzücü ki bizlerden birini, sınıfımızın insanlarından birini yitiriyoruz. İrfan Alış’ı kaybediyoruz... İrfan, bir doğa olayını emekle ve yaşamla yoğuruyordu. Bunun sonucu, bize miras güzel tınılar, şarkılar ve hatta bir büyük müzikal-oyun bırakmayı başarabilmişti. Onların zamanındayız ne de olsa, bir şey diyesim gelmiyor daha fazla, bir başka şairin şu mısralarını içimden geçirip sisi dağıtmayı umuyorum.
“...Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...”
11 Frimaire 233 - 11 Nivôse 233 arası
Artık onların zamanında yılın sonuna gelmiştik. Açgözlüler durdurak bilmiyordu. Balıkesir’de patlayıcı madde üreten bir fabrikada ihmaller sonucu patlama ve çökmeler yaşanmış 12 işçi yaşamını yitirmiş 11 işçi yaralanmıştı. Görüldüğü gibi ülkede işçiler yalnızca ekonomik sıkıntılar yaşamıyorlar aynı zamanda can güvenliği gibi bir dertleri de var. Fütursuzca yapılan üretim, keyfi patron davranışları ne bir denetime tabii ne de bir yaptırıma. Sermaye iktidarının bu zamanlarda tek derdi asgari ücreti çok asgari tutmak üzerinedir. Ve tabii grev yasaklamak, işçiyi kolluğuna coplatmak bunların her cinsinde paket olarak mevcuttur. Olmazsa olmazdır.
Dedik ve metal grevini milli güvenlik gerekçesiyle yasakladılar.
Dedik ve asgari ücreti 22.104 TL gibi açlık sınırının da altında kalacak bir şekilde düzenlediler.
Dedik ve aylardır hakları için direnen Polonez işçilerini defalarca kolluk şiddetine uğrattılar.
Evet... Ülkemizde ve dünyada sömürü düzeni hüküm sürüyor.
Bizde bunlar yaşanırken yanı başımızda 53 yıllık son Baas Partisi iktidarı tarihe karışıyordu. 13 yıl önce dünyanın çeşitli yerlerinden ithal cihadist çetelerle desteklenen Suriye savaşı 13 yıl 10 gün sonunda Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) etrafında birleşmiş çetelerin Halep, Humus ve ardından Başkent Şam’ı ele geçirmeleriyle son buldu. Suriye’de Beşar Esad yönetiminin 10 günde devrilmesi biz sıradan insanlarda şok etkisi yaratsa da bazı tuhaflıkların olduğu kesindi. Bölge ve dünya halkları için bu son gelişme önemli bir kırılmayı ifade ediyordu. Teslim edilen rejimin en büyük müttefikleri Rusya ve İran’ın Esad ve Ailesini çıkarmak dışında sahada neredeyse hiçbir şey yapmaması masa başında bazı pazarlıkların döndüğünü saldırı hazırlıklarının epeydir devam ettiğini tarafların son dönemde verdiği demeçlerden de anlayabiliyoruz. En nihayetinde Gregoryen takvimine göre bir yıl biterken emperyalizm ve siyonizm ortadoğu’da geçici bir zafer kazanıyordu.
Krizleriyle meşhur bu sistemin, çelişkileri derinleştirmek gibi kötü bir huyu da vardır. Dünyada ve ülkemizde zafer kazanmış edasında olanlar aynı zamanda yeni kırılmaların nesnel zeminine su taşıyorlar. Günün ağır koşulları halkların ve işçi sınıfının mücadelesine öfke, talep ve deneyim olarak geri dönüyor. Onlar nasıl ki masa başında "hiç beklenmedik gelişmelere" hazırlanıyorlar bizler de aksine, tarihsel sürecin beklenen gelişimine hazırlanmalıyız.
Son yerine;
Bizim zamanımızda yani devrimden sonra, Paris Komüncüleri gibi bir daha böyle bir takvime döner miyiz? Bilemiyorum, fakat bu yazıyı önümüzdeki yılın dünyayı, zamanı ve takvimi değiştirme iradesi göstereceklerin yılı olmasını temenni ederek kaleme alıyorum.
Takvimler bize kurgusal seviyede de olsa yeni başlangıçlar sunsa da, bu dönüşüm bireyler ve toplumlar için daha çok umutların, hayallerin ve planların yansıması olarak yaşanıyor. Yeni bir yıl, belki de bu yüzden, tarihsel bir dönemeçten daha çok, insana ilham veren, insanın umutlanmak istediği bir sembol haline dönüşmüştür kim bilir.