Minareler ve kuleler: Kentsel mekanda hakimiyet

Ne o cami sadece bir camidir, ne de o kule sadece bir kule... bu binalar söz konusu olduğunda kentleşme, mimarlık, estetik, fonksiyon, uyum vb. kavramlar artık anlamlarını kaybederler.

Murat Serim

Yönetimlerin kendi iktidarlarını kurarken kentsel mekânların bu kuruluşa sahne olması ve hatta iktidarların kendi hegemonyalarını ve meşruiyetini kent mekânı üzerinden kurması şehircilik tarihi boyunca izleyebileceğimiz bir süreç. İktidarlar, tarihsel kesitlere bağlı olarak kimi zaman surlar ve kaleler yoluyla, kimi zaman kuleler, saraylar yoluyla, kimi zaman da anıtlar, heykeller ve hatta modern binalar yoluyla “ben buradayım ve hakimim” mesajını kitlelere ilettiler.

Kent mekânı hem bu mesajı taşıyan hem de yeniden üreten kamusal alanları oluşturmakta. Tabi ki esas olarak iktidarlar bu mesajları geniş kitlelerin yanında ve hatta daha fazla olarak sırtlarını dayadıkları sınıflara vermişlerdir. Avrupa Ortaçağı’nda kentin kıyısında ama ona hakim bir tepede inşa edilmiş saraylar ve feodal beylerin konutları, kente karşı ezici bir hükümranlığın sembolüdürler.

Osmanlı İstanbulu’nda ise selatin camileri, barındığı ibadet, medrese, hamam, aşevi vb. fonksiyonlarla “tebaanın” hem bu kentsel donatılardan faydalandığı, hem avlusunda (meydanında) bir araya gelip sosyalleştiği kamusal mekanlarken, camilerin kent silüetindeki baskınlıkları, bütün mülkün sahibi sultanın tekliğini ve hakimiyetini vurgular.

Burjuvazinin gelişimi ile birlikte kapitalist batı şehirlerinde hükümet konaklarının ve belediye binalarının çoğu kez pazar kurulan meydanların önünde ve onlara hakim bir konumda yer alması bize burjuva demokrasisinin ve ticaretinin ayrılmaz bütünlüğünü hatırlatır. Ancak aynı meydanlar Nazi yönetimi altında, Nazilerin büyük mitingleri, Hitler’in balkon konuşmaları, propaganda etkinlikleri ve askeri yürüyüşlerle ustaca kullanılmış, nazi sembolleriyle donatılmış ve Hitler’in Alman kapitalizmine ve dünyaya verdiği mesajlara sahne oluşturmuşlardır. Günümüzde ise kapitalizmin yüksek plazaları da finansın ve paranın hakimiyetini kent silüetlerine kazıyan burjuvazinin anıtları olarak hepimizin önünde yükselmektedir. Bu yüksek yapıların yapım yöntemlerinin ve teknolojilerinin bütün dünyaya ABD’den ihraç edilmiş olması bir yana, kapitalizmin dünyadaki bu en güçlü temsilcisinin şehirlerindeki cam ve çelikten yapılmış devasa gökdelenlerin oluşturduğu baskın silüetler, ABD kaynaklı finansın ve emperyalizmin dünyaya güçlü mesajları olarak okunabilir.

Elbette bütün “anıtsallıkları” aynı kefeye koyacak değiliz, cumhuriyetin inşa sürecinde Ankara kent merkezindeki Güvenpark’ta yer alan Güvenpark Anıtı genç cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş ideallerini heykel ve rölyefler yoluyla izleyiciye sunarken, Havana Plaza de la Revolución’daki Jose Marti Anıtı, aynı meydandaki binaların üzerindeki Che Guevara ve Camilo Cienfuegos’un metal portreleri her 1 Mayıs’ta Küba’nın bağımsızlığını ve devrimci ruhunu bütün dünyaya ve önlerinden geçen binlerce Kübalı’ya yeniden ilan ederler.

İstanbul’da Çamlıca – Ayasofya – Taksim üçgeninde ise AKP’nin, dinsel temeller üzerinde piyasacı bir toplum kurma hayalini gerçekleştirmek için, kent mekânına hakim olmaya çalıştığını görüyoruz. Çamlıca Cami ve Kulesi üzerinden İstanbul silüetine kastederek, Ayasofya üzerinden kenti gerici bir fetih kisvesine boğarak, Taksim üzerinden ise meydanın cumhuriyetçi ve emekçi tarihine bir ket vurmaya çalışarak sırtını dayadığı burjuvaziye gerekli mesajı veriyor: Merak etme ben buradayım, baskın çıkarım, fethederim ve meydanı kimselere kaptırmam.

Recep Tayyip Erdoğan’ın Taksim Camisi açılışı için yaptığı konuşmada, defalarca binanın “banisi” Sur Yapı inşaat şirketinin sahibi Altan Elmas’ın adını anması, her konuşmasında yaptığı gibi cumhuriyetin kuruluş süreçlerine yaptığı olumsuz göndermeler ve rövanşist yaklaşımı, Haziran Direnişi’ne katılanlara terörist yaftalaması hep binaların üzerinden verdiği mesajların söze dökülmüş hali olarak okunabilir. Artık ne o cami sadece bir camidir, ne de o kule sadece bir kule... Bu yüzden bu binalar söz konusu olduğunda kentleşme, mimarlık, estetik, mühendislik, fonksiyon, silüet, uyum vb. kavramlar artık anlamlarını kaybederler. Ortada sadece açık bir meydan okuma, bir karşı-devrim kalkışması ve bunların kent mekânında vücut bulmuş halleri vardır.

Kent mekânı üzerinden iletilen bu karşı-devrimci mesaja karşı verilecek mücadelenin alanı yine kamusal mekanlardır. Burjuvazinin ve aktörlerinin bu mesajlarına cevap yine meydanlarda verilecektir. Kentin esas sahibi, kenti var eden, kentte yaşayan ve aynı zamanda kenti üreten sınıf olarak işçi sınıfı, pandemi bahanesiyle kendisine yasaklanan kamusal mekânlar üzerinde tekrar hak iddia etmelidir. Çünkü o meydanlar asla boş kalmıyor, onun eksilttiği yere burjuvazinin ve gericiliğin anıtları doluyor, işçi sınıfının payına ise artık anlamı kalmayan “Evde Kal” çağrıları düşüyor. Ancak evden çıkmanın vakti geldi. Meydanlar, sokaklar ve parklar dertlerini haykırmaları için emekçileri bekliyor. Plazalar, minareler ve kuleler onların olsun, sokaklar bizim.