‘Kağıttan Kaplan’ aydının sırtında: 'Sıradışı bir Abdülhamid portresi'

Yazarımız düpedüz tarihsel olarak çatışan iki tarafı buluşturmaya çalışıyor. Bugünün oportünist siyaset ikliminde bunun karşılığı olmadığını kim iddia edebilir?

Selçuk Işık

Zülfü Livaneli’nin 2021 Mart’ında Cumhuriyet’e verdiği röportajda “en büyük emeği bu kitaba verdim” dediği “Kaplanın Sırtında” kitabı geçtiğimiz günlerde vitrinleri süsledi. O röportajda Livaneli “sert bir kutuplaşma ve cahiliye ortamında gerçek eleştiri olmaz” diyerek romanı böyle bir ortamda çıkarmak istemediğini belirtiyordu. Bu yılın ortamı yazara uygun gelmiş olacak ki Abdülhamid üzerine yazılmış bu roman bir anda piyasaya sürülüverdi. Kitabın vitrin süslemeleri epey bir göz kamaştırıyordu doğrusu.

Yazarımız geniş bir yelpazede türlü yayın mecralarında kitabını tanıtırken “Ben kimseyle dövüşmüyorum, öyle bir niyetim yok, 120 sene önceki şahsiyetlerle bir davam yok,” diyordu. Bu kitap AKP’nin anlattığı gibi bir Osmanlı’nın da Abdülhamid’in de olmadığını cümle aleme göstermek niyetindeydi. Entelektüel bir tezi vardı. Politik, ideolojik tartışmalardan çok bir kişinin psikolojisi ilgisini çekmişti. Roman bir empati kurabilme sanatıydı, yazdığınız karakteri anlayabilme sanatıydı. Onları tanıyacak hatta özdeşleşecektiniz ki anlattığınız zaman yerine otursun. İlber Ortaylı’ya göre Abdülhamid devrine bir de aynanın öbür tarafından bakılıyor, Sultan’ın perspektifinden sürükleyici bir anlatımla Abdülhamid bilançosu yapılıyordu. Yazar üstüne basa basa ideolojik ve sığ kamplaşmalardan uzak bir biçimde dönemin ruhunu yansıtmaya çalıştığını vurguluyordu. Abdülhamid’in aklanması ne kelime, ayakları üstüne oturtulmasıydı amaçlanan.

Madem yazar bir dönemin ruhunu çağırıyor, bize de o ruhu iliklerimize kadar hissetmek için kitabın sayfalarını çevirmek kalıyor.

Yazar kitabı yazarken ekseriyetle Askeri Hekim Atıf Hüseyin Bey’in tuttuğu günlüklerden faydalandığını söylüyor. Bu günlükleri  "Yavuz Sultan Selim şiir yazan bir padişahtır. Şiir yazan bir padişahın gaddar olması mümkün değil" diyen eski ttk başkanı Metin Hülagü’nün derlemiş olması içimizde kuşku bırakmıyor değil ama okumaya niyetlendik bir kere.

Başlarken II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Abid Efendi’nin “babasını yazacak olanlardan övücü şiirler değil, tarih beklediğini” alıntılayan bir sayfa yüreğimizi dağlıyor. Deli İbram Divanı’nın lezzeti damağımızdayken kuruluyoruz Livaneli’nin divanına, Livaneli ise Abdülhamid’in zihnine. Beklentimiz sürüklenmek, aydına hasret kaldığımız şu çorak günlerde taze bir entelektüel tez solumak.

***

Yazarın kitaba da adını veren metaforuyla başlayacak olursak, romanın “omurgasını” kaplanın sırtından indiği anda pençesinde zavallı bir ava dönüşen II. Abdülhamid’in Selanik sürgünü yıllarında Alatini Köşkü’ne kapatıldıktan sonra yaşadığı hayal kırıklıkları, iç hesaplaşmaları, evhamlı halleri, doktor Atıf Hüseyin Bey ile tanışmalarının ardından gelişen diyaloglar ve ittihatçı doktorun zamanla Abdülhamid hakkında görüşlerinin değişmesi oluşturuyor.

İhtilalciler, komitacılar, Frenk yanlısı zabitler bütün kötülüklerin sebebi olarak gördükleri padişahtan nefret etmektedir. Halbuki kendi askerini tayınsız bırakmayan, hep barış ilkesi üzerinden yürüyen, müslümanlarla ortodoksları, yahudilerle katolikleri otuz üç yıl dengede yaşatan, dünya siyasetiyle satranç gibi oynayıp hüküm süren, jurnalciler ağı “sayesinde” saltanatına karşı darbe girişimlerini, kanlı suikastlari atlatabilen kudretli padişahlarının kıymetini bilmemişlerdir. “Saplantılı” genç subaylar ona “Kızıl Sultan” lakabını takarken, kalbinden imanı eksik etmeyen Mehmet Akif “Kızıl Kafir” der. Softalar da zaten “Gavur Padişah” demiyor mudur? Velhasılı islamcısı da beğenmez. Öyle ya, o gençliğinde Batının da pek beğenmeyip burun kıvırdığı burn-u hümayundur.

Kitaba damgasını vuran en önemli temalardan biri kuşkusuz Abdülhamid’in meşhur ölüm korkusudur. Yazar Abdülhamid’in bu paranoyasını kitabın neredeyse her bölümünde, çoğu zaman karikatürize ederek ya da sevimlileştirilerek verir. Kahveyi iki ayrı fincandan yudumlar, suyu mühürlü şişelerden içer, ağzına kimse dokunmasın diye ağrıyan dişini bile kendi çeker.

Yazar kitap boyunca mümkün mertebe terk etmemeye özen gösterdiği Abdülhamid’in zihninde gezinirken kendini bazen fazla kaptırır. Padişah kapatıldığı köşkte uğradığı haksızlıkları düşündükçe karabasanlar görüp uykularından uyanırken Yıldız Sarayı’nda akla ziyan işler olmaktadır. Yeni hükümet eski sultanın altı bin adamını tutuklamış, ne hikmetse tüm mallarına el koymuştur.  “Haklı barbarlığın haksız uygarlıktan öç alması anlamına gelen bir kabalığa” uğramıştır Yıldız Sarayı. Bu nitelendirme yazara mı, Abdülhamid’e mi ait tam anlaşılmaz. Yazarla Abdülhamid’in düşünceleri kimi yerlerde iç içe geçmiş gibidir.

Derken Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey karakteri ile tanışıveririz. Atıf Bey’in su katılmamış bir ittihatçı olduğunu öğreniriz. Abdülhamid’in ölüm paranoyaları yine depreşir. Atıf Bey ona olan hıncını uzunca bir süre gizleyemez. En büyük düşmanının sağlığı ona emanet edilmiştir ama görev görevdir. Selanik’te bir anda ünleniverir doktor. İttihatçı subaylar çipurolarını yudumlayıp gününü gün ettikleri Olimpos Gazinosu’nda işi bitirilen iblisle ilgili üç beş dedikodu duymak için doktorun ağzının içine bakarlar.

Uzunca bir süre karşılıklı ser verip sır vermezler. Özellikle doktor diyaloga girmemekte kararlıdır. Doktorun bilinç akışı vasıtasıyla sabık padişahımız sanık sandalyesine oturtulur. Ancak bu bölümler çok uzun sürmez, çoğunlukla da doktorun kararsızlıklarıyla, iç çelişkileriyle sona erer. İttihatçı doktorumuzun kafası karışmaktadır. Zaten bu pasajların amacı biraz da doktorun “önyargılarından” kurtulma serüvenini, nefret ettiği adamın sözleri karşısında eziliş sürecini önümüze sermektir. Yazar Abdülhamid’i de doktorun ağzından çelişkili bir karakter olarak sunar sunmasına ama bu çelişkiler yer yarılıp içine girmiştir sanki. Yazar bir denge gözetmeye çabalamışa benzer ama Abdülhamid’in zihninde tutuklu kaldığı için bunu pek de becerememiştir.

Doktor ile muhabbetlerinin derinleşmesinin ardından hikaye tek bir hat üzerinden devam eder. O hat Abdülhamid’in dört bir koldan doktoru kuşatıp kendini temize çıkarma girişimidir. Bunu da başarır. Yalnızca motifler değişir. Yazar bu motifleri önümüze ısrarlı bir tekrara düşerek sunar.

Sorgu artık açık bir kimlik kazanmıştır. Abdülhamid’in tarihin onu yargıladığı hemen her konuda doktorla olan diyaloglarına, kendini aklama çabasına şahit oluruz. İçeride sükunu sağlamaya, dışarıda da büyük devletleri birbirine düşürüp devleti ayakta tutmaya çalışmıştır. Dışarıdan bakınca her şey kolay mı görünmektedir? Devlet adamlığı öyle kolay iş midir? Zaten kendi de bu vazifeyi bırakmak istemiştir de etrafı müsaade etmemiştir. Eğer bu kadar güçlü bir hafiye teşkilatı kurmasa onu yüz kere öldürmüşlerdir. İçerideki bazı hainler Avrupa’nın attığı hürriyet zokasını yutmaktadır, matbuata müdahale edilmelidir.

Kitabın ikinci bölümünde Abdülhamid’in batı kültürünü ne denli içselleştirdiğine özel bir yer ayrılmıştır. Doktor, padişahın entelektüel birikimi, Avrupai zevkleri karşısında hayrete kapılır. İçten içe ona karşı kendine itiraf edemediği bir hayranlık beslemeye başlar. Adamın kendisine karşı olan edepli davranışları “Kızıl Sultan” imgesini neredeyse silmektedir. İstanbul’daki ilk bira fabrikası da onun zamanında açılmamış mıdır? Abdülhamid aslında aşkı ile tahtı arasında tercih yapmak zorunda bırakılan bir romantikten başka bir şey değildir. Bir insanı tanımak bir imparatorluğu tanımakmış meğer diye iç geçirir doktor. O da bir insandır işte, gülen ağlayan, hastalanan, neşelenen bir insan.

Yazar İttihat Terakki-Abdülhamid karşıtlığını salt bir batılılaşma fetişi üzerinden okumaya and içmiş gibidir. Abdülhamid’in Batıcılığı bu bölümde yine tekrarlara düşüle düşüle gözümüze sokulur. Hamid aslında modernleşme namına bu subaylar ne istediyse fazlasını yapmıştır da, ah bu cahil ihtilalciler yok mudur.. Meclis de meclis diye tutturmuşlardır ama neye mal olacağının farkında bile değildirler. Yaptığı Batı-Doğu karşılaştırmasını ancak saltanatın yanlış yolda olduğunu bilen bir Jön Türk münevveri yapabilir diye içlendiğine şahit oluruz doktorun.

Kitap boyunca İttihat Terakki beceriksiz, haydut, saplantılı bir barbar sürüsü olarak resmedilir (yazarımızın empati yeteneğine verelim). Hürriyet işinde o kadar saçmalamışlardır ki, Resneli Niyazi’nin dağda bulduğu ve hiç yanından ayırmadığı geyiği “Hürriyet Geyiği” ilan edilmiştir. Memleket elden gitmektedir. Şimdi İttihatçıların elinde kuklaya dönen Reşad düvel-i muazzzamayı onun gibi kandırmayı becerebilecek midir?

Doktor düşüne düşüne yeni dönemin de istibdad döneminden bir farkı kalmadığı sonucuna varır. O zaman Kızıl Sultan’ı deviren ihtilalin sebebi nedir ki? Üstelik İttihatçılar iktidarı aldıktan sonra birbirlerine düşmüş, işi ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Ülke göz göre göre yeni bir diktaya doğru sürüklenmektedir. Osmanlı kan kaybetmeye devam etmektedir, Yunan orduları Selanik’e dayanır ve üç yıldır olan bitenden bihaber Abdülhamid artık kitabın son bölümlerine gelindiğinde kahraman mertebesine yükseltiliverir. “Bana bir tüfek verin,” diyerek Selanik’i savunmaya kalkışır. Karşısındaki kumandanlara askeri strateji dersi vererek küçük düşürür. Nihayet kadim dostu Kayzer Vilhelm’in gemisiyle İstanbul’a dönmeye ikna edilir ve ömrünün geri kalanını sürdüreceği Beylerbeyi Sarayı’na kapatılır.

***

İdeolojisizliğin ideolojisinin sefaleti

Eagleton, “Birinin acısını paylaşmakla (sempati) hislerini hissetmek (empati) farklı şeylerdir,” diyor. Yazar Abdülhamid dönemini salt bir kişinin psikolojisi üzerinden okuyor, İttihat Terakki ile modernizm kavgasının kültürel motifleri üzerinden bir karşıtlık kurmaya özen gösteriyor, Abdülhamid’in “hislerini hissediyor”. Yazarımız Abdülhamid karakterini salt psikolojist bir zeminde ele aldığı için onun iç dünyasına daha başından teslim oluyor. Deyim yerindeyse kaplanın sırtına, Abdülhamid’in terkisine atlıyor, onunla birlikte oradan oraya sürükleniyor. Sürüklenen biz okurlar değil, yazar oluyor. “Sığ ideolojik kamplaşmalardan uzak bir yerde” romanını kurguladığı içinse kendiyle iftihar ediyor. Sırtını namlı tarihçilere yaslıyor, kendi otağını kurduğu tepeden Türkiye ilericiliğine de, gericiliğine de istemeden de olsa ideolojiye buladığı parmaklarını sallıyor.

Bugün AKP’nin temsil ettiği kesimlere dönüp “Sizin Abdülhamid’iniz aydınlanmacıydı, reformcuydu, batıcıydı, hiç de öyle dizilerde anlatıldığı gibi ona buna kabadayılık eden bir lümpen değil..” diye aydınlatmaya çalışırken bize de “Durun! Siz bu ileri-geri kavgasında kardeşsiniz,” demek istiyor. Osmanlı’nın son günleriyle Cumhuriyet dönemi modernleşmesi arasında kopuşsuz bir süreklilik ilişkisi kurmaya çalışıyor. Bunu yapılan söyleşilerde de gizlemiyor:

“ Çok çarpıcı bir şey söyleyeceğim; Cumhuriyet modernleşmesi Osmanlı’nın arzu ettiği modernleşmenin devamıydı. Cumhuriyet için 100 yıllık parantez diyenler bilsinler ki; tarihimizle günümüz arasına ilk parantezi 20 yıl önce açtılar. Bunlar padişahın değil ulemanın devamıdır. Sanıyorlar ki, bir gün Rumeli’den sarışın bir subay atına atladı geldi; dilini, dinini, her şeyi değiştirdi. Öyle şey olur mu? Osmanlı’nın en önemli paşalarından, generallerinden birisi Mustafa Kemal. Ve imparatorluğu korumak için kanını dökmüş, canını vermiş, bütün cephelerde savaşmış. Ondan sonra da elde bir şey kalmadığı zaman yeni onun yerine bir ulus devlet oluşturmuş. Mustafa Kemal ve arkadaşları artık o eski hayallerin, imparatorluk devrinin de bittiğini gördü, ulus devletler çağının geldiğinin farkında oldukları için Batı’nın yıktığı Osmanlı’nın yerine yeni ve düzgün bir devlet kurdular.”

Romanda bahsedilen dönemin tarihsel olgularının bir bölümü abartılı olsa da önemli bir kısmı elbette gerçek. Abdülhamid’in ölüm paranoyası, evhamlılığı, yasakçılığı, batıya sempati besliyor oluşu, müziğe ilgisi vs. Ancak gerçek olgulardan bahsediyor olmanız, dönemin koşullarını “olduğu gibi” ortaya koyuyor olmanız hem o karakteri hem de ilgili dönemi ayakları üstüne oturtmanız için yeterli olabilir mi? Aydının görevi yalnızca bir dönemin tarihsel koşullarını alıp onların içine ruh mu üflemektir? Zülfü Livaneli bunu yapmakla yetinmeyi bilinçli olarak tercih etmiş, ruhu üflerken hastayı baş aşağı tutmuştur.

Tarihçi, araştırmacı Dr. Barış Zeren’den aktarıyoruz: “Abdülhamit’in bütün sırrı Tanzimat’tan gelen eski kuşağı etrafında toparlayabilmesi, arada dövmesi, tekrar merkeze alması, sarayın etrafında tutmasıydı. Bizim aydın tarihimiz açısından incelenmesi gereken bir dönemdir. Bunların zaaflarına oynadı ve beka stratejisine oynadı. Ben olmazsam Osmanlı çöker dedi. Yeni kuşak bu beka stratejisini bozuyor. Anayasayı ilan et yoksa Osmanlı dağılır. Denklemi ters çeviriyorlar. Resnelinin hatıratında bunlar yazar. Abdülhamit’e asla inanmıyorlar.”

Asla inanmadılar ve tarih ileri doğru sarmaya devam etti. Sevgili Orhan Gökdemir’in deyimiyle “Hamit İngiliz tokatladı mı bilinmez ama bizim Cumhuriyet davamızın tarihi Abdülhamit ile başlar ve Abdülhamit’i alaşağı etmek fikri ile gelişir. Sonuçta 1908 devriminin esası da Hamit’i indirip anayasayı yeniden ilan etmekten ibarettir. Cumhuriyet ile Abdülhamit asla yan yana getirilmeyecek iki figürdür. Cumhuriyet varsa Abdülhamit yoktur, Abdülhamit varsa Cumhuriyet yıkılmıştır.”

Tarihsel olarak uzlaşamayacak iki taraftan bahsediyoruz. Bunları uzlaştırma çabası ciddi bir karartmadır.

Omurgadan kurtulmak

Abdülhamid’in servetini şahsi çabalarıyla elde edebileceğini düşünecek kadar şirazesi kayabilen, ondan “jakoben bir münevver” yaratabilecek kadar ileri gidebilen, vaktiyle Rauf Denktaş’a Nâzım dizeleriyle methiyeler düzen, rüzgar ‘oralardan’ esiyorken Said Nursi güzellemeleri yapmaktan hiç çekinmeyen “solcu” yazarımızın Abdülhamid yazıcılığına girmesi bizleri hiç şaşırtmadı.

Kimbilir belki o da yeni bir dönemin doktrinini müjdeliyordur? Romanın vakti o yüzden gelip çatmıştır. İslamcılığından yeter miktarda arındırılmış, batılı, modern, asıl değeri tam anlaşılmamış bir Abdülhamid portresi geçmişin tatsız hesaplaşmalarının üzerine serin bir örtü misali neden serilmesin, iki ideolojik kamp arasındaki harareti almasın, öyle değil mi? Yazarımız düpedüz tarihsel olarak çatışan iki tarafı buluşturmaya çalışıyor. Bugünün oportünist siyaset ikliminde bunun karşılığı olmadığını kim iddia edebilir?

Şunu söylemek zorundayız. İmparatorluğun hazin sonuna ağlak bir monarkın gözlüğüyle bakma ya da baktırma çabası bir tür halk düşmanlığının ya da Abdülhamid'in iç dünyasına kendini fazla kaptırmanın ürünü olabilir. Abdülhamid figürü AKP yıllarında ülkemize dayatılan dönüşüm programının biricik meşruiyet kaynaklarından biridir. Bu figürü Türkiye ilericiliği nezdinde ehlileştirme girişimi de bizim mahallemizin sözde aydınına düşmüştür.  Başta da söylediğimiz gibi bir dizi sol mecra da alkışlarla karşılamaktan geri durmamıştır. Ancak bizim Abdülhamid güzellemelerine de, her fırsatta omurgadan kurtulmayı vaaz eden kağıttan kaplan aydınlara da gözümüz toktur.