İŞÇİ HİKAYELERİ | 'Hem kadın hem de derdi olan bir yönetmenseniz sistemin karşısında olmak zorundasınız'

'Sektörün bugünün koşullarındaki özeti: Üretenler, emek verenler yaralanıyor, ölüyor; büyük şirketler ise zenginleşiyor.'

Sancak Yıldız

Sömürü düzeninin milyonlarca insana reva gördüğü yaşamın en pervasız zamanlarını deneyimliyoruz. Üç haneli enflasyon rakamlarının Erdoğan ve bakanları tarafından gülmece konusu olabildiği, patronların emekçileri göz göre göre salgın, hastalık demeden ölüme sürebildiği, üstelik faturasını ödeyemeyen emekçinin zam talep edip ayağa kalktığında iktidarın kadim ortağı patronlar tarafından ‘nankör’lükle yaftalanabildiği bir zamanın içindeyiz. 

İktidarı, muhalefeti, liberâli…Her biri dört koldan eşitsizliğin ve örgütsüzlüğün türlü biçimlerini aklama gayretiyle sermaye odaklarınca önlerine konulan kemiğin miktarına odaklanırken, medya ve dizi/film sektörü de düzenin meşruiyet krizinin zirve yaptığı bir dönemde hayati yerini her zamankinden fazla alıyor.
 
Medya ve dizi/film sektörünün tekelleri, patronları, yandaş komisyoncuları; ezenin, sömürenin yarattığı tabloyu aklama telaşıyla ekranları doldururken, sektörü asıl var eden emekçiler ise yönetmeninden ekipman taşıyanına, güvencesiz ve belirsiz yaşamlara itmeye devam ediyor.

Bu hafta işçi hikayelerinde her gün izlediğimiz televizyonların, dizilerin, filmlerin kamera arkalarında, setlerde sömürünün kıskacında yaşamına devam ederken piyasacılığın zehirinden sakınabildiği ölçüde toplumsal sorunlara dair üretimde de inat eden yazar/yönetmen Gözde Kural’ı ağırladık. 

80’li yılların Ankarası’nda dünyaya gelen Kural, cumhuriyetçi bir ailenin çocuğu olarak Çankaya’da büyüyor. 

Çocukluğuyla birlikte kendisinde keşfettiği anlama ve anlatma tutkusunun ismini yeni yeni koymaya başladığı 17-18 yaşlarında büyük denize, İstanbul’a üniversite okumaya geliyor. 
Bilgi Üniversitesi’nde reklamcılıkla başladığı okul hayatı, tutkularının ve topluma dair gördüklerin pek ifade edecek türden olmadığından, radyo-tv-sinema bölümünü de bitirip malumun ilanı her yeni iletişimci gibi sektörün keskin bıçak gibi hissedilen rekabetçi/piyasacı dehlizinde hayatta kalmak için süreli işler yapmaya başlıyor.

Dizi/film sektöründe patron değilseniz, sorunlarınız, alışılmış olmayan biçimlerde dayatılmaya devam ediyor.  Zira patronların her gün biraz daha piyasacılık kadrajından bakmaya zorladığı hayatın, hep kuytu/köşesinde kalan zor olana itilen kesimleriyle bağ kurmayı yeğliyor.

'Hele ki son zamanlarda her fikrim bir şey yapmalı ve ne yapmalı sorusuna kapı aralıyor..'

Toplumsal meseleleri dert etmekten geri durmadığını açıkça söyleyen ve o kimliği gizlemeden üreten kadın bir yönetmen olarak bugün koşulları nasıl yorumlarsın?

"Süregelen meseleleri, üstelik her gün dozu artarken, bir sanat üretimine çevirmek oldukça zor. Kim yapıyorum diyorsa bir adım geri dursun çünkü yıkımlarının/etkilerinin neler olacağını görüp izlemek ve yazılan eserde bir tartışma açmaksa mesele görüp izlemek gerekiyor. İzliyorum, izliyoruz. Sanırım biraz fazla izliyoruz… 

Açıkcası son yıllarda kendime sıklıkla sorduğum bir sorunun ana teması bu sorunun içeriği. Nereden başlayacağız? Hangisini anlatacağız? Tam birini dert edip odaklanmaya karar verdiğinde, seni daha derinden etkileyen bir şey oluyor ülkede/dünyada. Kafamız karışık, en azından benim öyle ‘bir şey yapmalı’ sarmalı ‘ne yapmalı’ sorusuna dönüyor. Zaman zaman kişisel olarak altında kaldığım bir soru bu. İnsan tek başına dünyayı değiştiremez ama bir sanat eseri insanları, insanlar ise toplumu değiştirebilir inancıyla her ne kadar karanlık da görünse her şey insan ışığı aramaya çıkıyor, her zaman da çıkacak. Hele ki üretimin bir parçasıysa…

'Dışarıdan sektör ışıltılı gözükebilir ancak para odaklı her şey gibi çürüyor, çürütüyor'

Bir de sektörün her gün yoğunlaşan sorunları var tabi. Peki, tüm bunlar bu biçimde süreli ve belli bir zamansal güvencesi olmadan çalışan insanları nasıl etkiledi ve hâlâ nasıl etkiliyor?

Yuvarlanıp gidiyoruz işte desem sanıyorum doğru cevabı vermiş olurum... Özellikle yazarken zaten bir mesai dahilinde yapmıyorsunuz bunu -tabi kendini disiplin etme halinden bahsetmiyorum- gece de yazabilirsiniz, sabahın bir körü de... Hatta bazen günlerce yazamayıp uykusuz ve yemeksiz haftalar geçirip bir çırpıda çıkarabilirsiniz her şeyi. Böyle çalışmakta herhangi bir sıkıntı yok, çünkü bunu zaten siz seçmişsinizdir. Ancak iş ortaklığınızı kurumsal bir platformla/şirketle yapıyorsanız modern kölelik başlıyor. 

Evdesiniz ya da çok sevdiğiniz settesiniz evet, esnek çalışma saatleri var gibi duruyor ama kendinizi sabah öğle akşam gece bilgisayar başında iş yetiştirmeye çalışırken buluyorsunuz ya da sette saatlerce bitmeyen ağır çalışma şartları altındasınız. Olur olmaz yerlerde, saatlerde gelen telefonlar ve daha nicesi. 

Dışarıdan hayatlar çok ışıltılı görünebilir ancak işi yetiştirme ve para odaklı, bireye saygı duyulmayan her sistem çürüyor ve çürürken işe bulaşanları da çürütüyor. Ekonomik krize gelecek olursak, her gün markette yaşananlar sinema/dizi sektöründe de aynı aslında. Prodüksiyon araçları suyla çalışmıyor, seti doyurmanız gerekiyor, çekim mekanlarını kiralamanız gerekiyor kısaca zaten ucuz olmayan dizi/film yapımı iyice pahalı bir hale geldi. 

Mesela kullanılan malzemeler yurtdışından alınıyor, dolayısıyla her kur atağı demek fiyatların yükselmesi demek. Kazanç arttı mı? derseniz, görünürde evet ama aynı hatta daha fazla oranda para harcamanız gereken her şeyin fiyatı daha fazla arttı."

Oldukça yer etmiş bir dert olacak ki bu 20’li yaşlarının ikinci yarısında ilk uzun metrajlı filmi için Afganistan’ın yolunu tutuyor Gözde. Evet; bombaların adressiz biçimde insan hayatlarına kast ettiği, islamcı yobazların kadınları her gün parça parça hayattan kopardığı Afganistan’a. "TOZ" ismiyle vücut bulan ve kadınların, çocukların, savaşın gölgesinde kalanlarla birlikte inişli-çıkışlı hesaplaşmalara izleyiciyi davet eden filmin hikayesini elbette izleyeceklerin seyrine bırakıyoruz. 

Gözde bu kısmı anlatırken hem hüzünlü hem yorgun. Ancak son dönemde oldukça ihtiyacımız olan, insana ve insanlığa dair usul umutlar da aynı cümlelerde epey hissediliyor.

'Toz' filmi setinde, Afganistan'da

'Bırakın film çekmeyi yaşanmaz bir yer gibi görünüyordu'

Bir film yapacağım dedikten sonra 27 yaşında, ekibinle birlikte Kabil’e gittin. Pek iddialı bir adım bu. Bu film için bu kadar tehlikeyi göze almanın altında neler yatıyor?

Uzunca bir süre kendime de sorduğum bir soru bu ama sanırım özgürlükle ilgili yani yemek yemek, su içmek kadar gereksinimimizin olduğu bir kavramla alakalı. Bir yerde birileri özgür değilse, biz de özgür değiliz, temelde hep bu var. Neler oluyor burada, neden kimse ilgilenmiyor buralarla, soruları ile çıktım yola aslında.  Bir yerde insanlar her gün uyanıyor, okullarına, işlerine gidiyorsa, günlük rutinlerine devam edebilecek kadar yaşam belirtisi varsa siz dışarıdan gelen biri olarak ‘çok tehlikeli buralar aman diyim’ diyemezsiniz. En azından benim için ‘tehlikeyi göze almaktan’ daha fazlasıydı. Anlamak… Bazen uzak bir yerde olanları anlamak, yaşadığın yeri daha iyi bir yer haline getirmek için büyük fırsatlar doğuruyor. 

Öyle başlayayım, 23 yaşındaydım bu kararı verdiğimde. Üzerinde bu kadar mesele dönmüş bir coğrafyanın bu denli atıl bırakılması hep enteresan geldi bana. Bir de hep Batı medyasından öğrenmiştik her şeyi. Evet tehlikeliydi, bırakın film çekmeyi yaşanmaz bir yer gibi görünüyordu ancak toprağına adım attığım andan itibaren daha fazlasını, hep daha fazlasını öğrenmek istedim. O atıl coğrafya en büyük tutkuma dönüştü ve koşullar imkansızlaştıkça orada film yapma istedim aynı oranda arttı. Herkes aynı şeyi hor gördükçe benim o şeyi daha çok sevesim ve anlayasım geliyor. 11 yıl geçmiş ilk kez oraya varalı hala telaşım geçmemiş örneğin şunları anlatırken bile kalbimin bir köşesini hep orada hissediyorum. 
Kısaca anlamak ve anlatmak istedim, ne yalan söyleyeyim hala da istiyorum. Afganistan tarihi, giriş gelişme ve sonuca varma -ki henüz varılmış bir sistem yok- açısından ders niteliğinde bir bölge ve bir ulusun unsurları, ortak travmaları, hayallerini anlamaya çalışmak kişisel tarihimde de beni yaratıcı üretimin parçası olmaya çalışan biri olarak oldukça etkiledi, geliştirdi. 

'Toplumun gelişmişlik düzeyini kadının yerinden anlıyorsunuz, Kâbil bunu daha net anlattı'

Bugün ülkede en çok tartışılan başlıklardan biri de Afgan göçmenler. Nasıl bir Afganistan gördün ve hem bir kadın hem bir yönetmen gözüyle ‘Kabil neresi?’ diye sorsam nasıl cevaplarsın? 

Kabil’e ilk gittiğimde halk, uzun yıllar süren savaşın yaralarını sarmaya çalışıyordu. Umut vardı, yeni bir hayat beklentisi vardı herkeste, sene 2012. Bir arkadaşa bakıp çıkarsanız anlayamazsınız ama bunu... Çünkü ilk indiğiniz anda zaman makinasıyla, çok uzun yıllar öncesine gitmiş gibi hissettiriyor. İnsanlarıyla konuştuğunuzda, sokaklarında kaybolduğunuzda yeni bir hayat kurma çabasını, umutlarını anlayabiliyordunuz. İç savaş ya da Taliban dönemi ülkeden kaçanlar bir bir geri dönüyordu. Hatta ben oradayken çoktan dönmüşlerdi. Bir de hakikaten toplumun gelişmişlik seviyesini kadınlarınların hayata katılım oranlarından anlayabiliyorsunuz. O yüzden ilk dikkat ettiğim şeylerden biri buydu. Kadınlar için hala işler çok iyi değildi, özellikle kırsalda ama en azından şehirlerde kadınlar çalışabiliyordu ve görünürde eğitimlerini alabilme haklarına sahip olmuşlardı. 

Çok uğraştılar bunun için malumunuz Amanullah Khan’ın modernleşme çabalarından, Sovyet Dönemi aydınlanma hareketlerine, Anahita Retizabad’dan, Sakine Yakubi’ye ve isimini yazmakla bitmez fazlaca bedel ödemiş birçok kadına kadar hepsi Afgan kız çocuklarının eğitimi için savaş verdiler. En azından bir kısmını alabilmişlerdi. Özetle uzaktan göründüğü kadar kötü değildi ancak yapılacak çok iş vardı. 2016'ya kadar çok sık gelip gittim, her gittiğimde geçmişin hayaletleri ufak ufak çöküyordu yine ülkenin üzerine... Bombalar daha sık patlıyordu, daha çok suikast ataklar olmaya başladı. 

Neden orada olduğunu hâlâ anlayamadığımız Amerika Birleşik Devletleri, oradan çıkmaya karar vermişti. Kısaca işler yine tersyüz olmuştu. 2021’de geldiğimiz noktada başa döndü ülke, Taliban geri döndü… 

'Çözüm 3-5 Afgan’ı dövmek değil, sorunu yaratanlarla hesaplaşmak'

Ya göçmenler peki?

Buradan baktığımızda meçhul ölü yığınları görüyoruz orada değil mi? Ya da sınırdan ellerini kollarını sallayarak geçen genç erkek sürüleri... Silahlar, bombalar, mülteciler... Yahu kim böyle anılmak ister bile isteye? Afgan mülteci bir gencin bir röportajını dinlemiştim '27 yaşındayım bir gün hayatı görmedim, hayat nedir bilmedim' diyordu. Çok ağrıma gitmişti. İşte orada ne yapmalı sorusu geliyor akla yine, politikacı değilsiniz ki ne kadar ileri gidebilirsiniz? Ülkemizde yaşanan kontrolsüz mülteci politikası çığrından çıkmış bir halde. Toplumsal öfke büyüyor, nereye patlayacağımızı şaşırdık dolayısıyla kişilere yönleniyoruz elini kolu sallayarak buralarda gezenlere. Ancak gündemimize bireyleri değil, toplumu bu hale getirenleri almalıyız ki bir yere varalım, bir şeyleri değiştirelim. Bütün sorunları 3-5 Afganı döverek çözeceksek buyrun er meydanına. 

'Kimsenin parası yoksa bu pastadan bu kadar payı kim yiyor?'

Sizin sektörde siyasal baskı hep konuşuluyor hatta çoğu zaman en önemli kriterlerden biri oluyor ve oldukça da güncem oluyor. Peki, perdenin arkasında başka hangi sorunları yaşıyor dizi/film sektörü emekçileri?

Ekonomik halinden önce şunu belirtmek isterim; kimliksizlik problemi yaşıyor bence. Kafamız çok karışık… Doğu’nun batısında, Batı’nın doğusunda kalmanın sıkışmışlığı. Dizilere bakıyoruz gerçek olmayan hayatlar, filmlere bakıyoruz bambaşka bir dalga. Bu arada kalmışlığı aktarabilen çok başarılı sinemacılarımız olsa da, yine de Türkiye sineması kimliği oluşturmaya yetmiyor. Ele aldığımız şeylere 360 derece bakmıyoruz. Ancak bu, başka bir söyleşinin konusu diyerek işin ekonomik kısmına geçmek gerekirse; bir kere bizim sektörde prodüksiyon ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun herkes ağzını ‘bütçemiz kısıtlı’ diye açar. Kimsenin parası yoksa bu pastadan bu kadar payı kim yiyor? Emekçiler değil bildiğim kadarıyla…

Bu arada bütçemiz kısıtlı diyenlerden bazıları hakikaten doğru. Şu an, sırayla Türkiye’ye giren dijital platformlar, her gün yenisi eklenen içerikler üretiyorlar. Bu sürekli bir şeyler çekiliyor demek, sadece bu da deği.l Ortadoğu’dan birçok ülke film çekmeye buraya geliyor zira iş gücü ucuzladı. Örneğin aynı pozisyonda çalışacak insana 5 bin dolar verecekken Türkiye’de bu kalemleri 800-900 dolara halledebiliyor. Üstelik oldukça kaliteli ekipman ve ekip de sunuyoruz. Her şeyde olduğu gibi bizim sektörde de işçilik dolar bazında ucuzladı. Bu kimi etkiliyor peki? Özellikle bağımsız kalmaya çalışan sinemacıları çok etkiliyor, küçük paralarla çok işler halletmeye çalışıyorlar. Ekipman ve ekip sıkıntısı mevcut örneğin şu an. Tabi ki herkesin sürekli iş bulması ideal bir dünyada şahane duyuluyor.  Ancak uzun çalışma saatleri, hayat pahalılığı derken kazandığından da pek bir şey anlamıyor insan. Sektörde yeni yeni sendikalaşma başladı. Sadık kalınırsa en azından bu emeklerin belirli bir ücretten
aşağıya belirlenmeyeceğine delalet. 

Gözde Kural

'Üretenler, emek verenler yaralanıyor, ölüyor; büyük şirketler zenginleşiyor'

Çalışma koşullarının ağır oluşu ve setlerde geçirilen iş kazaları sanırım en çok gündem olan sorunlardan, yanılıyor muyum?

Şartlar çok ağır çünkü. TV’ye iş yaptım ancak hiçbir TV dizisi çekmedim, öncelikle bunu belirteyim. TV dizisi setlerinde bulundum, okurken asistanlık yaptım ancak günün sonunda TV dizisi setleri hakkındaki fikirlerim, birkaçında bulunmuş ya da meslektaşlarımdan edindiğim bilgiler ve dışarıdan bakanın gözünden yorumlar olacaktır. 

Bir TV dizisini ele alalım örneğin, her hafta 70-80 sayfa senaryoyu çekip yayına yetiştirmek zorundasınız. Bu, kalabalık bir ekibin hiç durmadan çalışması demek. Birini yetiştirdiniz, gelecek hafta diğer bölüm, sonra diğer bölüm, sonra diğeri… Aylar boyu bu tempoda gece gündüz çalıştığınızı düşünün. Şöyle bir kıyas yaparsak daha anlaşılır olabilir, bir sinema filminde günde 2-3 bilemediniz 4 sayfa çekersiniz (hikayenin hangi mekanlarda geçtiğine bağlı tabi, aynı mekanda geçiyorsa daha fazla sayfa da olabilir) Böylece 90 sayfalık bir senaryoyu, ortalamasını günlük 3 sayfa olarak alırsak 30 günde çekmiş oluyorsunuz. Daha esnek ve rahat. Sonuç olarak, bir insana kaldırabileceği iş yükünden fazlasını verirseniz bir süre sonra uykusuzluktan veya dikkatsizlikten hata yapmaya başlayacaktır. Dolayısıyla bu yetiştirme temposu, zaman zaman ölümlü kazalarla sonuçlanan olaylara yol açıyor. İşte sektörün bugünün koşullarındaki özeti: Üretenler, emek verenler yaralanıyor, ölüyor; büyük şirketler ise zenginleşiyor.