Hint-Pasifik ısınırken Filipinler’in tavrı ne olacak?

ABD-Çin geriliminin biriktiği Hint-Pasifik coğrafyasının önemli bir parçası olan Filipinler'in seçim sonuçları tartışılmaya devam ediyor.

Deniz Yaşayan

Filipinler yaklaşık 7 bin adadan oluşan bir ülke, başkenti Manila.

Kuzeyinde ABD ve Çin ihtilafında adını sıkça duyduğumuz Tayvan ve elbette Çin, kuzeydoğusunda ise ABD’nin Hint-Pasifik’teki en önemli iki müttefiki diyebileceğimiz Güney Kore ile Japonya yer alıyor. Filipinler, Atlantik eksenine alternatif olarak öne çıkarılan Hint-Pasifik ekseninin işte böylesine kritik bir konumunda yer alıyor.

Batı’dan ‘cılız’ eleştiriler

Bu adalar ülkesinde geçtiğimiz günlerde yapılan devlet başkanlığı seçimlerini The Guardian gazetesinin “Batı dünyası için bir uyarı” olarak değerlendirdiği ve ABD/İngiltere medyasının büyük çoğunluğunun da "diktatörün oğlu" olarak nitelendirdiği Ferdinand Marcos Jr. kazandı. Marcos Jr.’ın seçilmesiyle bir önceki Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin devri de sona erdi. Marcos Jr. oyların yaklaşık yüzde 56’sını alarak en yakın rakibi Leni Robredo'ya önemli bir fark attı, Robredo’nun oyları yüzde 30’u bile bulamadı.

Ancak tüm bu seçim başarısına karşın Marcos Jr., kitlesel protestolar sonucu devrilen “diktatör” babası Ferdinand Marcos'ın gölgesi altında kaldı.

Batı medyası kendisini bu şekilde kodlasa da sorunun özüne pek inmedi, üstünkörü söylemler de gazetelerde ufak bir yer bulabildi yalnızca. Söz konusu bu tavır Marcos Jr.’a yönelik “Batı” kaynaklı eleştirilerin daha çok “yanlış yolu seçme” uyarısı olarak görülmesine sebep oldu.

Batı’dan cılız da olsa yükselen bu sesleri ikiyüzlü bulanlar da oldu tabii. Nitekim Marcos Jr.’ın babasının iktidarını devralmasının eleştirildiği günlerde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkanı Zayid El Nahyan ölmüş ve yerine veliaht prensi tahta geçmişti. Kendisi kutlandı, tebrik edildi. Kaldı ki bu BAE için son derece olağan bir durumdu, Zayid El Nahyan da BAE'nin ilk Devlet Başkanı olan Zayid bin Sultan Al Nahyan'ın en büyük oğluydu. BAE, ABD’nin önemli bir müttefiki olduğundan bu durum pek de sorgulanmadı.

Çin’in temkinli yaklaşımı

Ekonomik büyümesini temkinli bir şekilde ve “düşman kazanmama” politikası ile birlikte sürdürmek isteyen Çin’de ise daha temkinli bir yaklaşım gözlendi. Çin Komünist Partisi'nin yayın organı Global Times, ABD ve İngiltere medyasının “Filipinler halkına nasıl tercihte bulunacağı öğreten kibirli Batı dili”ni bir propaganda aracı olarak kullandı. Seçimlerin ardından çıkan bir köşe yazısında şu ifadeler kullanıldı:

“Seçimin en başından beri Filipin seçim gündemine müdahale etmeye ve yönlendirmeye çalıştılar. Örneğin, adayları basit ve kaba bir şekilde ABD yanlısı ve Çin yanlısı olarak sınıflandırıyorlar, bunun bir değerler yarışması olduğunun altını çiziyorlar ve Marcos Jr. dışındaki tüm adayların konularda sert bir duruş sergilediklerini öne sürüyorlar. Marcos Jr., ne Çin'e ne de ABD'ye yaslanacağını açıkça belirtti. Çin ile ilişkileri geliştirme arzusunu defalarca dile getirdi, Güney Çin Denizi sorununa diyalog yoluyla çözüm çağrısında bulundu ve Çin'i dost olarak nitelendirdi.”

Çin’in, yeni seçilen Devlet Başkanı Marcos Jr.’ı ilk tebrik eden devletlerin başında gelmesi ve Çin gazetelerinde Filipinler’e dair kullanılan sıcak ve samimi ifadeler bir “ön alma çabası” olarak görüldü. Amacın ise Filipinler’de yükselen “bağımsızlık yanlısı” ve “ne ABD, ne Çin” türü akımları etkilemek ve böylece yeni Devlet Başkanı Marcos Jr.’yı baskı altına almak olduğu değerlendirmeleri yapıldı.

ABD, Hint-Pasifik’i kızıştırıyor

Öte yandan ABD Başkanı Joe Biden’ın Asya bölgesine yoğunlaştırdığı ziyaretler de bu kapsamda son derece önem taşıyor.

Biden, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC)’nin sene başında ilk başarılı kıtalararası balistik füze denemesini gerçekleştirmesinin ardından istihbarat ve askeri alanda ilişkilerini güçlendirdiği Güney Kore’ye ve geçtiğimiz gün de Japonya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Tam da bu süreçte Japonya, Hindistan, ABD ve Avustralya’dan oluşan “dörtlü diyalog zirvesi” düzenlendi ve işbirliği mesajları verildi. Bununla birlikte Biden, "21. yüzyılın ekonomisinin geleceği büyük oranda Hint-Pasifik'te yazılacak" ifadelerini kullanarak Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi'ni (IPEF) duyurdu. IPEF içerisinde ABD ve Japonya'nın yanı sıra Hindistan, Güney Kore, Avustralya, Endonezya, Tayland, Singapur, Malezya, Filipinler, Yeni Zelanda yer alıyor. ABD’nin bu adımlarını dün akşam saatlerinde Tayvan’a yapılacak bir Çin saldırısına askeri olarak cevap verileceği tehdidi takip etti. Çin’den bu açıklamalara karşı kınama gecikmedi.

Tüm bu karmaşık durum içerisinde Filipinler’de yaşanan iktidar değişikliği ne anlama geliyor ve önümüzdeki süreçte bizi neler bekliyor? Görüşlerine başvurduğumuz soL yazarı Erhan Nalçacı, bu iki ülkenin tarihsel ilişkilerine de değinerek şu değerlendirmelerde bulundu:

“Çin’in Güney Çin Denizi’nde hegemonya alanını genişletmek istemesi Vietnam, Filipinler gibi komşu ülkelerle önemli bir gerilime yol açtı. Filipinler devleti buradaki anlaşmazlıklar üzerine Uluslararası Tahkime başvurdu ve mahkemenin tarafsızlığı tartışma konusu da olsa 2016’da davayı kazanarak avantajlı bir konum elde etti. Ancak 2016’da Başkan seçilen Duterte Tahkim sonuçlarını Çin aleyhine kullanmamayı tercih etti ve Pasifik’te Çin ile ekonomik ilişkiler geliştirerek daha dengeli bir politika izledi.

2011 sonrası Pasifik’te yoğunlaşan emperyalist hegemonya mücadelesinde ise ABD Çin’in giderek büyüyen iktisadi, siyasi ve askeri gücüne karşı bölgeye askeri bir yığınak yapmaya ve ittifak ilişkilerini pekiştirerek Çin’i kuşatmaya başladı.“

“Duterte yönetimi Filipin sermayesinin iç çelişkilerinin bir sonucu olarak dünyada birçok ülkede görüldüğü gibi sağ popülist politikalarla ABD ittifakını, Çin’e yaklaşarak dengelemeye çalıştı” diye konuşan Nalçacı, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Duterte’nin son döneminde ABD’nin Filipinler ile askeri ilişkisini geliştirdiği ve daha önceden geliştirilen birçok askeri işbirliği anlaşmasının yürürlüğe konduğu görüldü. ABD ve Filipin ordusu kısa bir süre önce geniş çaplı bir askeri tatbikat gerçekleştirdi ve Filipin adalarına Patriot füzeleri yerleştirildi.

Bu ay yapılan başkan seçimleri ile Duterte dönemi sonlandı. Filipinlerin bir sürpriz olmazsa olası bir Pasifik savaşına/tehdidine ABD müttefiki olarak dahil olacağı söylenebilir.”

Atlantik’ten bir bakış

Peki tüm bu yaşananları Avrupa siyaseti açısından nasıl değerlendirebiliriz? Bu soruyu da emekli diplomat ve TKP Danışma Kurulu üyesi Engin Solakoğlu’na sorduk.

Solakoğlu, Atlantik ittifakının teknik olarak Atlantik’e odaklandığını ancak bu ittifakın en önemli iki gücü olan ABD ve Birleşik Krallık açısından durumun farklı olduğunu ifade etti:

“ABD ve Birleşik Krallık’ın tarihsel ve güncel olarak bu bölgede varlık gösterdiğini, Çin’in palazlanmasıyla birlikte bu varlığın güçlendiğini söylemek gerekiyor. ABD ve Birleşik Krallık’ın bu alandaki son kapsamlı adımı AUKUS (Avustralya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından ilan edilen güvenlik paktı) adıyla bilinen girişim. Herkesin bildiği gibi Çin’e karşı kurulan bu ittifakın bir hedefi de başka bölge ülkelerinin de katılımıyla genişlemek ve Çin’i dizginleyebilecek bir ağırlık merkezi oluşturmak. Bu ağırlık merkezinin oluşması bana göre Hindistan’ın katılımına bağlı. Modi yönetimi bu konuda çok dikkatli davranıyor.”

Son olarak Fransa’nın bu süreçteki rolüne de dikkat çeken Solakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Gözden kaçırmamamız gereken bir başka Avrupa ülkesi var bölgede. AUKUS’un ağzında çok acı bir tat bıraktığı kesin olan Fransa. Avustralya’nın Fransız dizel denizaltıları yerine ABD nükleer denizaltılarını tercih etmesi bu ittifakla ilintili. Fransa böylelikle hem 37 milyar dolarlık bir sözleşmeden oldu, hem de Hint-Pasifik bölgesinde ABD tarafından dışlanmış gibi göründü. Oysa Fransa bölgenin büyük askeri güçlerinden biri. Donanmasının önemli bir bölümünü 5 askeri üssünün bulunduğu Hint-Pasifik’te bulunduruyor. Donanma büyüklüğünün yanında nükleer denizaltı sayısı bakımından dünyada dördüncü. Ancak Fransa’nın ciddi bir handikapı var ve AUKUS vesilesiyle ABD ile yaşadığı sorunun temel sebebi de bence o handikap: Tıpkı Almanya gibi, Fransa da Çin’e yönelik saldırgan bir politikayı kendi siyasi ve iktisadi çıkarlarına uygun görmüyor.”