Faşizmin askerleri ya da 'Ölümün Esirleri'

İlya Ehrenburg'un, 7 Nisan 1942'de Kızıl Yıldız gazetesine yazdığı Ölümün Esirleri makalesini Levent Özübek'in yazdığı sunuş yazısıyla okurlarımıza sunuyoruz.

İlya Ehrenburg (Çev. Levent Özübek)

Seksen bir yıl önce bugünlerde başlamış olan İkinci Dünya Savaşı'nın insanlığa bırakmış olduğu o korkunç, benzeri görülmemiş yıkım ve ızdırap zihinlerimizde her zaman taze duracaktır ve bu yıkım unutulacak, acısı hafifleyebilecek gibi değildir.

İnsanlık tarihinin en karanlık sahnesini oluşturan bu savaş başladığında, dünya daha bu korkunç savaşın yayacağı terörü, müthiş yıkımı, altmış milyondan fazla insanın öleceğini bilmiyordu, yaşamamıştı henüz. Yirmi yıl önceki Birinci Dünya Savaşı’nı hatırlıyor, onu benzeri görülmez büyük bir yıkım sanıyordu. Oysa 1939-1945 yılları arasında o akla hayale sığmaz korkunç olaylar yaşandıktan sonra ve bütün o felaketler savaş sonrasında bir bir kamuoyuna yansıdığında duyumsanan, bambaşka bir çöküştü insanlık için. O psikolojik çöküşle, savaştan sağ çıkabilmiş olan, hâlâ yaşayan birçok insanın bile hayatı bitmiş, mahvolmuştu.

Daha Birinci Dünya Savaşı devam ederken, 1916'da, paylaşım savaşlarını kapitalizmin ve emperyalizmin varacağı kaçınılmaz sonuç olarak tespit eden ve yeni paylaşım savaşlarının da çıkacağını önceden gören, o günlerde yazdığı Emperyalizm adlı kitabında sürmekte olan savaş için “paylaşım savaşlarının birincisi” ifadesini kullanarak geleceği gören kişi Lenin olmuştur. Gerçekten, kısa süre sonra İkinci Dünya Savaşı emperyalist güçler ve büyük sermaye grupları tarafından ama bu kez Faşistlere çıkarttırılmıştır. Sonrasında bu ikisi birbirlerini hem kollamış hem beslemişlerdir. 

Faşizmin sözde ideolojisinin, mahiyetinin ve uygulamalarının en iyi tanımını yapan, faşizmi en iyi anlatan düşün insanlarından biri, Sovyet yazarı İlya Erenburg'tur. Yazarın 7 Nisan 1942'de Kızıl Yıldız gazetesine yazdığı, Ölümün Esirleri başlıklı dikkat çekici makalesinin tercümesini aşağıda sunuyorum: 


ÖLÜMÜN ESİRLERİ

Kendisinin diğer tüm insanlardan üstün olduğuna inanmış olan; savaşa bir spor, kazançlı bir iş olarak bakan; bilgili olduğuyla övünen ama yine de kör cahil olan; Nazi zırvalarını körü körüne yineleyen; namlı tavuk hırsızı ve resmi cellat kılıklı, ancak tüm cephanesini bitirip de esir alınınca bu kez de odun gibi “Hitler kaput!” diye ifade veren ilkel bir varlığın, sıradan bir Nazinin, tabiatına âşina olmayan var mıdır içimizde? Binlerce günce, not defteri ve yazılmış mektup, dolmakalem ve makineli tüfekle donanmış bu kişilerin basit dünyasını  gözlerimizin önüne serdi.

Faşist Almanya'nın bayat ekmeği bu. Ama Nazi ordusunun bile bir mayası var. Savaş “ganimeti” olarak görülen tavuk ve botlarla ilgilenmeyen, diğerlerine ve hatta kendilerine karşı bile acımasız, gözlerinde koyu bir fanatizm parlayan Hitlercilerden bahsediyorum. Faşizmin esasını, anlamını ve sözde felsefesini temsil edenler bunlardır. Bunlardan biri, Teğmen Karl Boehme güncesinde yazıyor: “Savaş insanın yücelmiş durumudur. Savaş sırasında, yaşamın ölümün sadece bir karikatürü olduğu ortaya çıkar.”

Ölüm kültüne sıkıca bağlı olduğunun bilincine varmadan Faşizm anlanamaz. Hıristiyan inancında olanlar dünyadaki yaşamın ebedi olan diğer yaşamın yolu olduğuna inanırlar ve tekrarlarlar: “Tanrı ölümü ölümle ayaklar altına aldı.” Faşistse; hayatı ölüme, ayrışmaya ve mutlak yokluğa giden yol olarak görür. “Şafak” adlı Alman filminde karakterlerden biri şöyle der: “Hayatın anlamı ölümdür.” Fallada'nın romanlarından birinde de bir Faşist benzer şekilde konuşur: “Benim için tek bir yaratıcı güç var, ölüm.”

Faşizm her yerde çürümenin tatlılığını vaaz eder. Doğanın ve rönesans anıtlarının yaşamın zaferini ilân ettiği İtalya'da, faşist ideolog Prampolini demiştir ki: “İnsanı hayvanlardan ayırt eden şey insanın gülmesidir, derler. Biz Faşistler de diyoruz ki, bizi Faşizmden önce yaşamış insanlardan ayırt eden, ölüm düşüncesidir.” Falanjistler İspanyol köylülerini yok etme kampanyalarına başlamadan önce “Ölümü gelin olarak alma” ayininden geçtiler. Katolik inançlılara göre bir küfür ve tüm insanlar için iğrenç bir ayindir.

Hitler Muhafızları'nın üniformalarının kollarında kuru kafa işareti bulunması veya SS Tümenlerine “Ölüm Tümenleri” denmesi rastlantı değildir. Faşistin ölüm sevdası, çürüme hayranlığına ve etin ayrışması kültüne patolojik karakterle dönüşür. Barok dönemde demek ki, sürekli başgösteren savaşlarla ve salgın hastalıklarla sarsılmış kimi sanatçılar balmumu kullanarak dikkatle yaptıkları yara, çürük et ve irin tasvirleriyle vebanın vurduğu beldeleri yansıtan natüralist sahneler yaratmışlar.

Şostakoviç'in Yedinci Senfonisi'ni dinleyenlerden birçokları, davul ve trampetlerle süren ve bu yüzden hep savaşın melodisi olarak düşünülen birinci bölüme, dinlerlerken neden zor dayanabildiklerini kendilerine sormuşlardır. Hayır, bu çapraşık ve kahırlı melodi Faşizmin doğuşu ve onun ölümü savunmasıdır. Savaşlarsa başkadır. Her bir savaş dünyaya ıstırap ve gözyaşı getirir ama, haklı olsun haksız olsun, bu savaş taraf olanlarca yaşamın devam etmesi için gerekli ve mücadelenin bir parçası olarak görülür. Ancak tutarlı bir faşist, savaşı “insanın yücelme hâli” olarak görür.  Savaş, kendinde bir amaçtır ve yok oluşun ilânıdır. Demek ki, bunun için Faşizmin melodisi rengârenk seslerin dünyasında böyle dayanılmaz bir kabalıkla patlıyor. Aslında deli bir fare avcısı kavalla çalmalıydı bunu. Bugün Avrupa'nın mezar kazıcıları on binlerce silahla çalıyorlar.

Faşizm, kendisini ölüm sevdasına adamışları ister. Eğer Alman Tuğgeneral Weigang barışçıl insanların kitlesel kırımını “kaçınılmaz bir ahlâki yük” olarak görürse, başka bir kuşaktan gelen ve sonuçta Faşizm tarafından kalıplanmış astları, infazları moral tatmin olarak görürler. İçlerinden biri güncesinde işkence ve insan vurma sahnelerini seyretmenin bir askeri neşelendirdiğini, hatta teşvik ettiğini itiraf etmişti. Gerçek Faşist, çocukları zevkle öldürmeli, kendi ölümünü de itaatle beklemelidir. Faşizmin sözde dininde, ilâhi takdirin yerini kumarbazın kaderciliği almıştır. Emirle kendi ölümüne gidebilecek kapasitede genç birinin eğitimi için Faşizm “ölüme mecbur kuşak” dedikleri bir kavram icat etmiştir. “Ölüme mecbur kuşak” kapsamına dâhil olduklarını kabul eden, biri Macar diğeri Romen iki Faşist, bu sebeple ölüme bağlıdırlar. Macar olan Büyük Macaristan için, Romen olan Büyük Romanya için öleceklerdir. İkisi de Ukrayna'da öldüler ama onları üçüncü bir şahıs oraya göndermişti: Hitler... Bu iki çılgın fatalistin kafaları almamıştı ki, Büyük Macaristan Büyük Romanya'yı hesaba katmaz ve bu faşistlerin ikisi de aynı yerde aslında Alman emperyalizminin işini görmekteydiler.

Alman basını geçenlerde İspanyol Falanjist, Mavi Tümen askeri ve Volkhov cephesinde ölmüş olan Alfonso de la Aldea'nın bir mektubunu yayınladı. Bu genç adam yazıyor: “Gerçek hayata karşı çıkıyorum. İnanıyorum ki, kuşağımın kaderi trajik olacaktır. Ölümle maddi ve manevi olarak birleşmeyi tercih ediyorum...” Bu bir intihar mektubudur. Bu Santander'li İspanyol Ruslara neden ateş açmıştı ki? Çünkü hayatı “protesto” ediyordu, çünkü boş ve açıkçası ucuz bir trajedi arıyordu. Sözlerinin ardında, ne halkına bir sevgi ne de ailesine karşı duyguları vardı, sadece kalpsizlik ve ölümün hükümranlığına formal bir teslim oluş vardı. 

Onun için Nazi askerleri böyle zalim ve abus tipler. Bu, zorluklardan, soğuktan ya da bitten değil. Geri çekildikleri için de değil. Rus askerlerinin yüzlerinde, geçen son baharda gerçek bir hüzün ifadesi vardı, memleketlerini, şehirlerini, köylerini terk etmek zorunda kaldıkları içindi. Peki, Alman askerlerinin yüzlerindeki ifade nedir? İşte Deutsche Allgemeine Zeitung savaş muhabirinin (24 Mart 1942 tarihli) raporu: “Alman askeri bir kulübede oturuyor ve çarpışmanın başlamasını bekliyor. Yüzleri beni sarstı. Hiç unutmayacağım... Yüzleri taş kesilmişti, yorunluğun gölgesi ve buruşuk çizgiler yüzlerine ebediyen kazınmış gibiydi. Ağızlarının uçlarında zalimlik vardı. Onlar için yeni bir şey, beklenmedik bir şey yoktu. Her şey basmakalıptı. Donuklukları kendisini başa çıkılamazlığa dönüştürmüştü.” Hitler öldürmeyi Almanlar için sıradalaştırmıştı. Alman Ordusu'nun “yenilmez” oluşu genç askerlerin donukluğu üzerine inşa edilmişti. Kışın bu “donuk” askerlerin Rus halkının cesur ve onurlu duruşu karşısından nasıl gerilediklerini gördük.

Alman savaş muhabiri “zalimlik” sözcüğünü kendisi ediyor. Biz bunu Alman askerinin ağızlarının uçlarında değil, Rus çocuklarının parçalanmış bedenlerinde gördük. Bu Alman muhabirinin tanımını yine de takdir ediyorum. Nazi askerinin zalimliği sefahatinin veya sarhoş bir çetenin taşkınlığı sonucu oluşmuş değildir, faşist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçasıdır. Ölüm kültü sık sık kanlı ve gelişkin işkenceler gerektirir. Bir başka Alman muhabir, Hamburger Fremdenblatt gazetesinde, 28 Mart 1942'de, faşist kurbanlığın doğasını teyit ediyor. Şöyle yazıyor: “Bize karanlık bir gaddarlık egemen oldu... Bu savaş bizi soğuk ve gaddar yaptı ve düşman bizim bu merhametsizliğimizle tanışmak zorunda kaldı. Savaşın iptidai hâline döndük. Tek bir emir tanıyoruz: Yok et.” Bu sözlere ekleyecek fazla bir şey yok. Ölümün soğuğunu üflüyorlar. Bu, fanatik katillerin lisanıdır. Kendileri bile, ölümden başka bir şey beklemiyorlar. 

Ölümü aşağılamanın yanısıra, biz kalplerimizde düşmanımızı tüm canlılığımızla ve faşizmi tutkuyla aşağılıyoruz. Herhangi bir Alman askerinin ferdî cesaret örneği bizim onları aşağılamamızı hafifletemez. Biliyoruz ki, onların cesareti fanatizmden, ölüme tutku sapkınlığından doğuyor. Çevirdiğimiz askeri birliklerinin birinde veya diğerinde askerleri dirençle kendilerini savunuyorlarsa, biz bunu cesaret olarak görmüyoruz, intihara meraklı, yaşayacak hiçbir şeyi olmayan, hayatı hiç görmemiş ve kör bir yavru kedi gibi yerlerde sürünen, ana sıcaklığını mezarın soğuğu ile karıştıran bir manyağın çılgınlığı olarak görüyoruz. Alman havacıların sportif şanslarının veya Alman paraşütçülerin gösterişçiliğinin insan cesaretiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Onlarınki, ölüme meydan okumak değil, ölüme kölece boyun eğmektir. Rus halkı, intihara meraklı bir manyağın çılgınlığıyla, yaşama tutkun ve kendisini ailesi için, vatanı için feda etmeye hazır bir insanın cesareti arasındaki farkı çoktandır biliyor:

               Ölümden korkmayan 
               Zayıf bir kuştur;
               Hayata âşık olan
               Korkuyu alt etmiştir.

Rus halkı ölümün istilasını püskürtmek için ayağa kalktı. Her birimiz hayata, işimize ailemize, evimize tutkunuz. Anavatanımıza duygularımızda en sevdiğimiz işlerimiz, fabrikalarımızın tezgâhları, yakınlarımız, babalarımızın evlerimizin sundurmasının önüne dikmiş olduğu yaşlı ağaç, her şey birbiriyle kaynaştı. Kahramanlarımızın ölümünde yaşayan bir hayat için ölmek var ve biz bunu şimdi hatırlamalıyız, toprak Nisan güneşinin altında uyanmaya başladığı zaman.

7 Nisan 1942

Çeviri: Levent Özübek