Doğum oranları neden düşüyor?

Veriler, potansiyel ebeveynlerin çocuk bakımı ve barınma maliyetleri, uzun veya düzensiz çalışma saatleri, düşük ücretler, erişilemeyen sağlık hizmetleri ve öğrenim kredileri borcu nedeniyle caydırıldığını gösteriyor. Kadınlar bu faktörleri, tek çocuk doğurma ya da hiç çocuk doğurmama sebepleri arasında sıralıyor.

Gökçe Gün

Anneler günü geride kaldı. Yüksek seyreden nüfus büyüme oranları da. 

Türkiye nüfus hızının artışındaki gerileme sürüyor, bilindiği üzere, konu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da her zaman gündeminde. ABD’de de doğum oranı şu anda hiç olmadığı kadar düşük. Birçok bilim insanı genişleyen küresel nüfusun çevre üzerindeki etkisi konusunda endişe etmeye devam ederken aslında şu anda dünyanın çoğunda doğum oranları düşüyor ve toplam nüfusun 2100 yılına kadar istikrarlı gideceği veya azalacağı öngörülüyor. Buna göre Avrupa, Asya, Kuzey ve Güney Amerika 2100'de 2050'den daha az nüfusa sahip olacak, büyüme sadece Afrika'da bekleniyor.

Yirminci yüzyılda düşük doğum oranlarıyla karşı karşıya kalan ülkeler, çocuk yetiştirmeyi daha cazip hale getirmek için çocuk bakımı, sağlık hizmeti, ücretli izin, çocuk ödenekleri ve daha kısa çalışma saatleri sağlamış, ABD ise aksine düşük maliyetli bir yol izlemiş, doğum kontrolünü ve kürtajı sınırlamıştı. 1980'lerden başlayarak çoğu gelişmiş ülkede doğum oranları düşerken ABD oranları yükselmeye devam etmişti. Ülkede, İsveç ve Fransa'dan yaklaşık iki kat daha yüksek genç gebelik ve istenmeyen doğum oranları vardı. Ancak bugün, sınırlamalar da sorunu çözmüyor, ABD’deki doğum oranı istikrarlı bir nüfus için gerekli olan 2.1 “yerine koyma” oranının oldukça altında ve 2018'de 1.72'ye geriledi. 

Kadınlar doğurmaktan neden vazgeçti?

ABD’li kadın hakları aktivisti Jenny Brown, 2018’de yayınladığı kitabı “Birth Strike: The Hidden Fight Over Women's Work”de merkeze ABD’yi koyarak dünya üzerinde düşme eğilimi gösteren doğum oranlarını tartışıyor. Brown, tabloyu “doğum grevi” olarak nitelerken, kadınların çocuk doğurma ve yetiştirme konusunda karşılaştıkları zor koşullara bir tepki gösterdiğini düşünüyor.

Yazarın kaynak olarak sunduğu veriler, potansiyel ebeveynlerin çocuk bakımı ve barınma maliyetleri, uzun veya düzensiz çalışma saatleri, düşük ücretler, erişilemeyen sağlık hizmetleri ve öğrenim kredileri borcu nedeniyle caydırıldığını gösteriyor. Kadınlar bu faktörleri, tek çocuk doğurma ya da hiç çocuk doğurmama sebepleri arasında sıralıyor. Sekiz veya daha fazla saatlik ücretli işin ardından sekiz saat ücretsiz bakım işi ve ev işleri nedeniyle bir günü “çifte gün” olarak yaşadığını anlatan kadınlar, stres ve tükenmişlik bildiriyorlar. Ebeveynliğe atılmak isteyenler ise, zaman ve maliyetleri sırtlanabilecekleri partnerler bulmakta zorluk çektiklerini söylüyorlar. Bazıları da, annelerinin onları büyütme mücadelesi anılarının, kendilerini caydırdığını belirtiyor.

Şirketler çocuk istiyor

Mütevazı doğum oranlarına sahip diğer ülkelerde olduğu gibi, ABD’de de şirketler ve onların elindeki hükümet, daha yüksek doğum oranları istiyor. 2015’te Wall Street Journal’de yayınlanan bir makale nüfus artış hızındaki gerileme nedeniyle, “İşçiler, müşteriler ya da her ikisinin de tükenmekte olduğunu”, her iki durumda da ekonomik büyümenin zarar gördüğünü belirtmişti. Öte yandan nüfus artış hızındaki gerilemenin iç pazarın boyutunu ve işgücünü zayıflatma riski bir tarafa, işin güvenlik boyutu da sermaye cephesinde tedirginlik yaratıyor. ABD’li savunma yetkilileri, azalan doğum oranlarının, ulusların hayatta kalması ve güvenliği için bir sorun oluşturduğundan yakınıyor.

Sıradan insanlar için, nüfusun yavaşça azalması endişe konusu değil ancak kapitalizm büyümek istiyor ve bir unsur her zaman nüfus artışı. Şirketler tarafından fonlanan düşünce kuruluşları, bu sürecin yaşlanan nüfusu yoksul bırakacağını söyleyerek sözde uyarılarda bulunuyor. Brown’a göre bu uyarılar büyük ölçüde sosyal güvenliği kesmek için bir bahane. Gerçekte, emeklileri desteklemek için yeterince üretim mevcut (öyle ki ABD’de federal asgari ücret üretkenlikteki artışa endekslenseydi, saati 7.25 dolardan 18’in üzerine çıkacaktı), ancak yaygın eşitsizlik, üretkenliğin doğurduğu zenginliğin, milyarderlerin adaları satın almasına ve Mars'ı kolonileştirme hayallerine finansman sağlıyor. 

Kapitalizmin başlangıcından itibaren nüfus Avrupa’da istikrarlı bir şekilde büyüdü. ABD’li sermaye sahipleri, kapitalizmin nüfus artışının eşlik ettiği durumlar dışında asla gelişmediğini ve şimdilerde, nüfusun durgunlaştığı Japonya, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ekonomik büyümenin bu nedenle sarsıntı yaşadığını söylüyorlar.

‘Annelerin işini zorlaştırmanın kadınları evde tutacağı düşünüldü ama kadınlar doğurmayı bıraktı’

Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülkede özellikle muhafazakar ekoller, kadınların işgücü piyasasına yüksek katılımının düşük doğum oranından sorumlu olduğunu söylüyor. Brown ise aksine, kadınların işgücü piyasasına daha fazla katılımı olan Batı Avrupa ülkelerinde, doğurganlık oranının daha yüksek olduğunu bildiriyor.

ABD'li patronlar da Türkiye’deki sınıf arkadaşları gibi, işçi sınıfının ücretli aile izni ve çocuk bakımının kamusal tesisi gibi haklarını engelleyerek işgücünün yeniden üretim maliyetlerinden kaçınıyor. Doğum oranı düştüğünde, aniden ödenmeyen emeğin değeri görünür hale gelse de, buna işe geri dönme talepleri ve tehditleri eşlik eder. Tıpkı ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Paul Ryan’ın “Doğum oranlarını yükseltmeliyiz yoksa sosyal güvenlik kısıtlamalarına gideceğiz” sözlerinde ya da kürtajın yasadışı ilan edilmesi tehdidinde olduğu gibi. Ancak Brown’a göre azalan doğum oranları, bu yöntemin daha ne kadar işe yarayacağı konusunda bir hesaplaşma getirebilir.

Jenny Brown, ABD’deki emek hareketinin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarında aile hayatını sürdürülebilir hale getirme, bir erkek işçinin tam zamanlı bir ev işi ve çocuk bakma maliyetini karşılamaya izin verecek bir aile ücreti talebiyle mücadele ettiğini aktarıyor. Bu talebin cinsiyetçi bir yanı elbette var, bir yanıyla ise patronların, işgücünün sürdürülmesi de dahil olmak üzere aile bakımı emeği için bir şeyler ödeme yükümlülüğünü kabul etmesi anlamına geliyor. 

Aile ücreti işçi sınıfının tümünü asla kapsamasa da, sendikalı işçiler için, hem ekmek sahibi hem de evdeki kadını ve çocukları tek bir maaş ile geçindirmeyi mümkün kılıyordu. 

II. Dünya Savaşı döneminde patronlar, işgücü sıkıntısı nedeniyle istihdamı sağlamak adına, sağlık hizmetlerini yaygın şekilde tesis etmişlerdi. Ancak çoğu kadın için bu, sağlık hizmetleri kapsamının evliliğe bağlı olması nedeniyle, aile ücretinin erkeğin belirleyici gücünü daha da arttırması anlamına da geliyordu. 1950'de evli kadınlarda çalışma oranı beyazlarda yüzde 20 iken beyaz olmayanlarda yüzde 31’di. 1970'lerde ücretler durgunlaşırken, aileler her iki eşi de işe göndererek yaşam standartlarını korudular. Ek bir işçi göndermek hane halkı gelirini dengeledi, ancak haftada 40 saat veya daha fazla aile bakım süresi pahasına. Sonuçta, daha önce patronlar haftada kırk saatlik bir iş karşılığında iki yetişkini ve çocuklarını desteklerken, şimdi aynı fiyata seksen saat veya daha fazla iş alıyorlardı. Bu arada bakım ve ev işleri, kadınlar için günün işten sonraki kısmına sıkıştı ve çift mesai anlamına geldi. 

Günümüzde ABD’de, altı yaşın altında çocuğu olan çalışma çağındaki kadınların yüzde 68'i  tam zamanlı çalışabiliyor. Cinsiyet ayrımcılığının kadınların çalışmasını zorlaştırdığı Japonya ve İtalya gibi ülkelerde de, doğum oranları hızla düşüyor. Örneğin hamile işçilerin düzenli olarak işten çıkarıldığı Japonya’da, ilişkisi olan bir kadın evliliği kabul etmeli, kocasına itaat etmeli, bir çocuğu olmalı, doğurduktan sonra çalışmayı bırakmalı ve evdeki yaşlıların refahını sağlamalı. Japon muhafazakârlar da, annelerin çalışmasını zorlaştırırlarsa kadınların evde kalacağını düşünüyorlar. Oysa ABD'li gazeteci Stephanie Mencimer'in dediği gibi “Bunun yerine kadınlar, çocuk doğurmayı bıraktı.”

İsveç örneği nasıl doğdu?

İsveç’in aile politikaları (örneğin 480 günlük ebeveyn izni) pek çok insanın takdirini toplar ancak çok azımız bu politikanın düşük doğum oranlarıyla ilgili panikle başladığını bilir. 1900'lerin başında, İsveçli kadınların ortalama dört çocuğu vardı. Büyüyen sanayi sektörü, sıkışık konutlar, işçiler için zorlu koşullarda hızlı kentlileşmeyi getirdi. 1930'a gelindiğinde bu rakam ikinin altına düşerek muhafazakarların doğum kontrolü üzerinde baskı ve kadınların evin dışında çalışmasına son verilmesi çağrısına neden oldu. Tartışmanın diğer tarafında, 1932’de hükümet olan Sosyal Demokrat İşçi Partisi bağlantılı sendika, çalışma koşullarının ve bakım evlerinin iyileştirilmesi talebine odaklandı. Daha fazla doğum kontrol özgürlüğü tercih ettiler ve genel olarak nüfusun azalması riski hakkında endişe etmediler. Yeni kentleşmiş ve endüstriyel işlerde çalışan İsveçli kadınlar, geleneksel rollerine direniyorlardı. Bu dönem, sosyal demokrat çift Gunnar ve Alva Myrdal, ücretsiz sağlık hizmeti, ücretsiz okul yemekleri, çocuklu aileler için konut sübvansiyonları ve hamile kaldıklarında kadınların kovulmasını önleyen yasalar, okullarda cinsellik eğitimi ve doğum kontrol yöntemlerine tam erişimi talep eden bir kitap yayınladı ve kitap sosyal reformlar için bir kaldıraç oldu. Sendika destekli hükümet Myrdalların önerilerinin çoğunu üstlenerek, hamile kadınların işten atılmasını engelledi ve hastanede yapılacak doğumları sübvanse etti.

Brown’a göre  İsveç’in cömert “orta yolu”, kadını destekleme politikalarına giden tek yol değildi ve Sovyetler Birliği örneği ile II. Dünya Savaşı'ndan sonra diğer halk cumhuriyetlerinin basıncı  buradaki esas belirleyendi. Sosyalist dünyada, doğum kontrolü ve kürtaj, kapitalist ülkeler bunu yapmadan çok önce yasallaştırıldı ve ücretsiz sağlandı. Devrim sonrası Rusya, kıt kaynaklarla dahi doğum hastaneleri, kreşler ve ev işlerinin kantinler ve çamaşırhaneler aracılığıyla sosyalleşmesini sağladı. Savaştan sonra toparlandıkça, sosyalist ülkeler ücretli izin, çocuk bakımı, barınma ve sağlık sistemlerinde muazzam bir genişleme sergiledi. Komşu ülkelerdeki işçi hareketlerine de ilham kaynağı oldular.

Bugün Amerika Birleşik Devletleri, dünyada herhangi bir ücretli doğum veya ebeveyn izni sağlamama konusunda neredeyse tek ülke. Arkadaşları da Surinam, Papua Yeni Gine ve birkaç Pasifik Adası ülkesi.  Dünyada 50 ülke altı ay veya daha fazla ücretli izin veriyor. Sosyalizmin yıkılışının ağır faturasıyla karşılaşan ülkelerde dahi tablo daha iyi. Örneğin Rusya 140 günlük tam ücretli doğum izni ve on sekiz aya kadar annenin maaşının yüzde 40'ını sağlıyor. İşinizi üç yıla kadar bırakabiliyor, pozisyonunuzu koruyabiliyorsunuz.

‘Kadın mücadelesinde sıra zenginlere meydan okumakta’

Jenny Brown’ın kitabındaki en önemli noktalardan biri de, kadın mücadelesinin önemli adımlar attığı ancak bu adımların sermaye ve patronların ayrıcalıklarını derinlemesine kesmeyen alanlarda olduğu tespiti. Brown’a göre bu alanlar, kapitalistlerin kontrolünden çekip alınmayı ve kaynakların eşit bölüşümünü gerektiriyor. 

Brown, kadınların dünyasındaki pek çok sorunda olduğu gibi, doğurmanın da bireysel bir sorun olmadığını vurguluyor. Çocuk doğurmak, doğurmamak, işyerinde bir pozisyon için çalışmak, bilimsel bir araştırmada yürütücü olmak vs, bunların hiçbirinin bireysel stratejiler olmadığının görülmesi gerektiğini, tüm bu süreçlerde yaşanan stres, yoksunluk, kaygı ve sefaletin kadınların bireysel başarısızlıkları olmadığını, bu nedenle de bireysel olarak düzeltilemeyeceğini söylüyor: “Kadınların içinde bulundukları durumdan kimin fayda sağladığına karar vermesi ve adım atması gerekiyor. Telafi edilmemiş emekten kimin faydalandığına bakıldığında, ebeveynliğin pahalı bir evcil hayvan ya da hobinin kabulü gibi özel bir mesele olmadığı anlaşılır. Bütün toplum, kadınların emeğinden yararlanır. Karmaşık bir toplumsal düzende herkesin herkese bağımlı olduğu gerçeği ortadadır. Birbirini takip eden nesillerin doğuşu, yetiştirilmesi ve eğitimi, toplumun ve içindeki her bireyin devamı için gerekli bir önkoşuldur. Çocuk doğurma, çocuk yetiştirme ve bakım işleri, ekonominin geri kalanını mümkün kılan hesaplanmamış ekonomik çıktıdır.”

Jenny Brown kitabını bitirirken kadınların kazanması için sıranın zenginlerin gücüne meydan okumaya geldiğini söylüyor.