Dış borçta kritik eşik: AKP 'iflas' etmiş bir ülke mi bırakacak?

'Ama son durum gerçeği daha iyi yansıtmaktadır: Türkiye'nin GSYH'ya oranla dış borç yükü, kritik eşik olan %55-60'lar civarındadır ve bu bir kırılganlık göstergesidir.'

Oğuz Oyan

Yalan-yanlış haberler ortalığı karıştırmak için birebirdir. Doğruluk payı olmadan da iş görmez. Bir Kabataş iftiracısı yazarın (şimdilerde kendine göre terfi edip Hürriyet'te yazıyor), 1 Eylül tarihli Sol Gazete'de de aktarılan iddiasına göre, CHP içinde hazırlanan bir raporda "Seçimlerden sonra Türkiye’nin dış borçlarını ödeyemeyeceği ve konkordato ilan edeceği savunuluyormuş". "Muş" diye aktarıldığına göre, iftiracı gene "raporu" görmeden yazmış. Raporu ben de görmedim. Ama eğer böyle bir rapor varsa, amatör bir hevesliden çıktığını varsayabilirim. CHP ekonomi yönetiminin "konkordato" sözcüğünü kullanacağını sanmam. Kullansaydı, "konsolidasyon" terimini kullanırdı.

"Konkordato" şirketler hukuku açısından geçerlidir. Borçlarını (iç veya dış) ödemekte sıkıntıya düşen (iflasın eşiğindeki) borçlunun, mahkeme kararıyla borçlarını ödeme planı (yeniden yapılandırılması) konusunda alacaklılarıyla anlaşmasını içerir. Konkordato da işe yaramaz ise, şirketin iflası istenir.

Devletler de dış borçlarını ödeyemez duruma düşebilirler yani mali iflasa sürüklenebilirler. Ama devletler, şirketler gibi iflas edip piyasadan çekil(e)mezler. Dış borçlarını ödeyemediği için "moratoryum" yani mali iflasını ilan eden bir devlete karşı alacaklılar bir konsorsiyum kurarak ve kendi devletlerini ve onların siyasi-ekonomik baskılarını/ yaptırımlarını da arkalarına alarak harekete geçerler. Ama asıl yöntem, alacaklı şirketlerin neşet ettiği devletlerin yönetimlerinin (borçlu şirketleri ve ayrı ayrı borçlu kamu tüzel kişilikleri yerine) doğrudan doğruya borçlu ülke yönetimini muhatap almaları/sorumlu tutmalarıdır.

Günümüzde "moratoryum" yerine daha yumuşak bir deyim ve süreç olarak "konsolidasyon" kavramı kullanılmaktadır. Uluslararası borçlanma işlemlerinde, borçlu devletin (özel şirket dış borçları da kapsanabilir) alacaklı kurumlar veya devletlerle anlaşarak, borçların vadesinin uzatılmasına yani konsolide/tahkim edilmesine gitmesidir. Konsolidasyon/tahkim işleminde, Arjantin uygulamasında görüldüğü gibi, borçlu devletin borçlarının bir bölümünü ödemeyi reddedip geri kalanını uzun vadeye bağlaması örneği de görülebilir. İçerdeki siyasi desteği güçlü olan kararlı sol iktidar yapıları bu son örnekteki gibi davranabilirler ve emperyalizmin mali sömürüsüne karşı uluslararası bir meşruiyet temeline dayanabilirler.

Osmanlı-Türkiye tarihinde iki kez "moratoryum" ilan edilmiştir. Bunlardan ilki, ilk kez 1854'te dış borçlanmaya giden (gitmesi dış güçlerce de teşvik edilen) Osmanlı devletinin, borçlarını ödeyemez duruma düşüp 22 yıl sonra Nisan 1876'da moratoryum ilan etmesidir. Bunun sonucunda 1881 yılında Düyun-u Umumiye İdaresi kurulmuş, Osmanlı borçlarına karşılık bazı vergi gelirlerinin tahsil yetkisi bu devlet içinde "ikinci bir maliye bakanlığı" olarak çalışan mali sömürge idaresine verilmiştir. Osmanlı borçlarının bakiyesinin üçte ikisinin ödenmesi sorumluluğu Lozan'da genç Türkiye devletine kalmıştır. Bu ödemeler de yoğunlukla 1930'larda gerçekleştirilmiştir. Son taksit 1954'te ödenmiştir.

İkinci moratoryum ilanı Demokrat Parti (DP) iktidarı dönemindedir. Cumhuriyetin kuruluş döneminde binbir güçlükle biriktirilen döviz ve altın stoklarını ilk yıllarında hızla erittikten sonra DP Hükümeti hesapsız bir dış borçlanmaya girişmiş ve henüz 1958 yılında dış borçlarını ödeyemeyeceğini alacaklılarına bildirmiş yani moratoryum ilan etmiştir. Osmanlı'da ilk dış borçlanma ile moratoryum arasında geçen süre 22 yıl iken, DP döneminde 8 yılı bile bulmamıştır. Sonrasında da alacaklılar konsorsiyumunun şartlarını kabule mecbur kalmıştır.

Aslında Türkiye 1970'lerin ve 1990'ların sonlarında da iki kez dış borç konsolidasyonunun eşiğine gelmişti. Ancak her ikisinde de IMF/DB duruma el koymuş ve yükü geniş toplum kesimlerine binen istikrar-yeniden yapılandırma programları yerli egemen sınıfların tam desteğiyle yürürlüğe konulmuştu.

Peki AKP döneminde durum nedir?

Daha açık sorulursa, AKP Türkiye'yi yeniden bir dış borç konsolidasyonu durumuyla karşı karşıya getirmiş midir?

Son çeyrekler itibariyle AKP döneminde şu gelişmeye tanık oluyoruz: Toplam brüt dış borç stoku, 2002'de 131,9 mr. dolar iken, 2021'de 442,5 mr. dolardır. (2022 ilk çeyrekte 451,2 mr. dolar). GSYH'ya oranla bakılırsa, 2002'de %55,4 iken 2022/1'de %56,8'dir. Dış borçlar mutlak düzeyinde muazzam artış varken, GSYH içindeki payı bakımından sanki 20 yılda hiçbir şey olmamış gibidir. Ama bu kesinlikle yanıltıcıdır. Dış borç/GSYH oranı, yüksek büyüme oranlarının ve aşırı değerli TL politikasının sonucunda dolar bazında daha da yüksek milli gelir artışlarının etkisiyle 2008'de %36,4'e kadar inmişti. 2013 öncesinde birçok yıl da %30'lar platosunda kalmıştı. Ancak 2009 sonrasında dış borçların hızlı artışı, buna karşılık 2014'ten itibaren büyümenin yavaşlaması nedeniyle 2020 sonunda bu oran %60,4'ü görmüştü. Demek ki 2002-2022 döneminde büyük iniş-çıkışlar görülmüştür. Hormonlu büyüme (yüksek değerli TL) döneminde dış borç yükü çok hafiflemiş gibi görünmüş, 2015 sonrasında görece daha düşük değerli TL dönemine geçilince bunun tersi olmuştur.

Ama son durum gerçeği daha iyi yansıtmaktadır: Türkiye'nin GSYH'ya oranla dış borç yükü, kritik eşik olan %55-60'lar civarındadır ve bu bir kırılganlık göstergesidir.

Dış borçlara ilişkin bir başka gelişme, özel sektörün toplam brüt dış borç stoku içindeki payının, hızla arttıktan sonra son yıllarda nispeten gerilemesi olmuştur. Bu pay, 2002 sonunda %34,4'ten ibaretken, 2013-2017 döneminde %69 düzeyindedir. Bu artış iki evrede gerçekleşmiştir: Birinci evre, 2009 öncesine aittir ve bol ve ucuz dış kaynak bulmanın cazibesiyle ilgilidir. İkinci evre, 2009 krizinin telkin ettiği şey dış borçların ve açık pozisyonların sınırlandırılması olmasına rağmen, AKP yönetiminin döviz girdisi olmayan şirketlere bile bu tarihten itibaren döviz cinsinden borçlanmanın kapısını açmasıyla başlamıştır. Böylece krizin büyümeyi sınırlandırıcı etkisinden kurtulmak isteyen sermaye iktidarı, riskli de olsa, çareyi şirketleri bol dış kaynağa boğmakta görmüştü. Özel sektörün 2002'de 45 mr. dolar olan toplam dış borcu 2008'de 192 mr. dolardır. Ama 2013'te 281 mr., 2017'de ise 312 mr. dolardır. (Hazine ve Maliye Bakanlığı istatistikleri).

Özel sektör dış borçlarının hem miktar hem de oran olarak azalmaya başladığı izleyen dönem ise bir başka evreye işaret eder. Ekonomi yönetimi 2018'e kadar özel sektörün dışarıdan sınırsızca borçlanmasını teşvik ederken, işin artık çığrından çıkmaya başladığı bu tarihten itibaren özel sektörün açık pozisyonlarını kapatmasını kolaylaştırmaya yönelerek politikasını tersine çevirmiştir. Bunun en etkili yolunu da, Merkez Bankası rezervlerinin düşük kurlar üzerinden eritilmesinde bulmuştur. (Herkesin diline sakız olan şu ünlü "128 mr. dolar" rezerv erimesi meselesi; gerçi şimdi bu düzey çok aşılmıştır). Başka deyişle, dolar kurunu belirli düzeylerde tutmak üzere TCMB'nin kura döviz satışları üzerinden müdahalesini ve şirketlerin bu düzeylerden döviz alarak dış borçlarını azaltmalarını sağlamıştır.

Nitekim, 2017'de 312 mr. dolara kadar çıkan özel sektör dış borcu, 2022 ilk çeyrekte artık 238,6 mr. dolar düzeyindedir. Özel sektörün toplam dış borçlar içindeki payı da artık %69'dan %52,9'a gerilemiştir.  Toplam dış borçlar 2017'den 2022'ye azalmadığına göre, özel sektör ile kamu sektörü kısmen yer değiştirmiş olmaktadır. Başka deyişle, özel sektör dış borç yükünün bir kısmı  kamuya aktarılmış olmaktadır. Sistem (rezerv eritmelerle) gene sermayeye çalışmıştır. Bu arada, 2017-2022 arasında merkezi kamu yönetiminin dış borcundaki artış (137 mr dolar➔183 mr. dolar) kadar önemli bir artış da TCMB dış borçlarında (1,8 mr. $ ➔29,8 mr. dolar) görülen kabarmadır ki bunların hepsi kısa vadeli borçlardır.

Kısa vadeli dış borçların 2022 yılı ilk çeyrekte 132 mr. dolar düzeyinde olması, vadesi dolan uzun vadeli borçlarla birlikte bir yıl içinde ödenecek dış borçların 182 milyar doları bulması, buna 2022'de 50 milyar doları aşması beklenen cari açıkların da eklenmesiyle bir yıl içinde bulunacak/çevrilecek dış kaynağın 230 milyar dolar mertebesine ulaşması, başlıbaşına bir kırılganlık ögesidir. Buna bir de TCMB büret rezervlerinin düşük düzeyini, net resmi rezervlerin 12 milyar dolardan ibaret olmasını, swap hariç net rezervlerin eksi 51 milyar dolar düzeyini işaret etmesini eklersek, kırılganlığın nasıl katlanabildiğini görürüz. Bu arada  dış borç temerrüt faizlerinin (CDS) 800 baz puanın üzerine çıkmasını yani dış borçlanmanın dolar bazında %11-12 düzeylerinde yapılabilir olduğunu eklersek, dış borçlarda bir tıkanma noktasına gelindiği daha iyi anlaşılabilir.

2017'den itibaren başlatılan döviz cinsinden iç borçlanma uygulaması ise, Temmuz 2022 itibariyle 506 milyar TL'lik bir düzeye ulaşmış bulunuyor. Bu büyük günah, TL cinsinden iç borçlara kıyasla aslında bir dış borç etkisi yaratacak şekilde büyüyor. (TL basarsınız ama döviz basamazsınız!). Dövize endeksli KÖİ garantileri de dış borç yükü gibi işlev görüyor. Öte yandan, günü kurtarma önlemi olarak getirilen KKM günahı da, Hazine ve TCMB üzerindeki yükü büyütüyor ve iç borçlanma gereksinimini arttırıyor. Bütün bunlar kamu maliyesi bakımından tehlike çanlarının çaldığını gösteriyor. Kısıntılar da her zaman kamu çalışanlarının ücretlerinden ve sosyal kamu harcamaları üzerinden yapılıyor.

Temmuz sonu itibariyle Türkiye'nin dış ticaret açığının 62,2 mr. dolara ulaşması ve izleyen aylarda büyümede ve ithalatta olası bir yavaşlamaya rağmen 100 mr. dolar sınırına yaklaşılacak olması, bir başka alarm işaretidir. Bu, cari açığın 50 mr. dolar düzeyini aşması anlamına da gelecektir ki, yılın ilk yarısında bu açığın (net hata noksan kalemi ile rezerv eritmeye dayalı) kötü finansman biçimi de ayrı bir risk etkenidir.

Sonuç

Sonuç olarak, Türkiye bir dış borç krizi veya bir dış ödemeler dengesi krizi riskinden çok uzakta da durmamaktadır. Türkiye eğer seçimden sonra bir dış borç konsolidasyonuna sürüklenecekse bunun sorumlusu kuşkusuz AKP yönetimi olacaktır ama siyaseten bu sorumluluğun kimin üzerine kalacağı ayrı bir meseledir. Yalnız burada uyarmadan bitirmeyelim: Bir dış borç konsolidasyonu olacaksa, bunun kesinlikle özel sektör borçlarını kapsamaması veya özel borçların yükünün kamuya taşıtılmaması gerekir. Burada görev emek örgütlerine düşecektir.

Pompalanan krediler üzerinden şişirilen ekonomik büyümenin ise, sermaye gelirleri büyürken emek gelirlerinin küçülmesi anlamına geldiği GSYH ikinci çeyrek büyüme verilerinden bir kez daha görülmüştür. Yoksulu daha da yoksullaştırıcı bu ekonomik büyümenin olumlu bir ekonomik sonucu yoktur; siyasi sonucu ise tamamen olumsuzdur.

Şimdi oyunun son perdesinin bir IMF programı (veya IMF'siz IMF disiplini) ile kapanması riski de artmıştır. 2016'dan beri emek aleyhine görülmemiş bir bölüşüm şoku yaşandıktan sonra yeni dönemin "istikrar" programı yükünün de emekçilere taşıtılması demek, sefaletin yeni bir dip yapması demek olacaktır. Halk kitlelerinin buna razı olmaması gerekir.