Derdest edilen oyun futbol: 12 Eylül’den bugüne ne değişti?

12 Eylül 1980, yarattığı karanlık iklim ile birlikte futbola da sirayet etmiş; futbolun tüm ayarlarını yeniden düzenlemişti. Günümüz futbolunun yapısının bu kadar eksikli olması ve defolar içermesi, işte bu karanlık darbenin tortularının, torunlarının ve Özalist liberal dayatmanın bu zamanlara genişlemesinin sonucudur. 

İsmail Sarp Aykurt

Türkiye, kökenleri Osmanlı’ya uzanan bir şekilde düşünüldüğünde, pek zengin bir askeri isyan, darbe ve tevkifat geçmişine sahip. 1445’teki ilk Buçuktepe Yeniçeri İsyanı’ndan Kuleli Olayı’na, Patrona İsyanı’ndan Edirne Vakası’na kadar birçok kez ‘kalkışma’ hareketlerine sahne olan bu topraklar, çalkantılı siyasal dönemler ve boşlukların üretimi bakımından oldukça zengin kanallara ev sahipliği yapıyor. Komplolar, reorganizasyon ve restorasyon süreçleri ile Özalist yönelime gelinceye kadar vaziyet, gerçekten de utanılası bir zenginlik içerir. 

Bu anlamı ile bakıldığında, coğrafyamızda da, birçok yerde de olduğu gibi, ordunun siyaset ile hep bir bağı olduğu, bu bağı ve ilişkileri kimi zaman dondurup, kimi zaman hareketlendirdiği momentler olduğu rahatlıkla seçilebilir.

1908 senesi ile yani Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte başlayan ve 1923’te cumhuriyet ile taçlandırılan modernleşme ve aydınlanma süreci, burjuva demokratik devrimin gerçekleştiği toprakları başka bir yola sokmuştu. Bu yeni girilen ‘kapitalist yol’, kendine has özelliklerini coğrafyanın kendine has özelliklerini de kapsayarak ilerlerken, futbol da bu dönemde kendine alan açmaya başlıyordu. Açılan bu alan, ayaklarına prangalar vurulmuş ‘top sevdalılarının’ yüzünü de güldürüyor, futbol saltanata muhalif kalmaktan çıkıyor, ‘meşruluk’ kazanmaya başlıyordu. 

Meşrutiyet’in ilan edilmesi, akabinde II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve Selanik’e yollanıp Alatini Köşkü’ne kapatılması ile başlayan sürecin sonunda futbol, kendisine nefes alabileceği bir alanın sınırlarını belirginleştirdi. Artık, toplanma özgürlüklerinin kısıtlandığı, hafiye takiplerinin ve jurnalciliğin paralize olması ile birlikte yeni bir döneme geçilmişti. Kuşkusuz ki İstibdat Dönemi’nin sonu, spor adına da bir detant (yumuşama) dönemini işaret ediyordu.

İstibdat bir çocukluk hastalığı mıdır?

II. Abdülhamit’in sultasında görülen geniş baskı, futbolun gelişimine de engel teşkil etmiş ve futbol, iktidar güçleri tarafından ‘aykırı’ bir oyun olarak görülmüştü. Öğrenilen futbol, uygulama sorunu yaşıyordu ve kurulan takımlar ile kurucuları kulüp isimlerini yabancı isimlerden seçerek hafiye ve kolluk kuvvetlerinden kaçmanın yollarını bulmaya çalışmışlardı. Belli ki, dört bir yanda jurnalci kaynıyordu.“Türk gençleri, kimliklerini belli etmemek kaydıyla bu eğlenceye katılabiliyorlardı; İstanbul Futbol Ligi’ne katılmaları ise söz konusu değildi”. 

Futbolun gelişimi de ilk zamanlarda tıkanmış oluyordu böylece. Oyun, İngilizler ve Rumlar arasında oynanan ve ligleştirilen bir alana daralmıştı. Futbolun ilk gelişim pratikleri Batı illerinde görülmüş, özellikle de İngiliz-yoğun coğrafyalarda etkili olmuştu. Selanik ve büyük bir hamleyle bu sporda büyük gelişme kaydeden İzmir ve İstanbul, futbolun ülkede gelişmesinde kritik bir işlev üstlenmişti. Ancak zaman geçiyor ve siyasetin futbol üzerindeki ‘silueti’ daha da berraklaşıyordu.

İttihat ve Terakki ile başlayan yaygın futbol merakı, yeni yapılanan ülke ile birlikte siyasi grupların elinde oyuncağa çevrilmişti. İttihat ve Terakki dönemi, futbolun milliyetçi bir sosa bulandırıldığı, futbolun Batılı ülkelere karşı bir mücadele aracı olarak konumlandırıldığı bir dönemin ismi oldu. Cumhuriyet sonrası modern dönemde ise, askeri darbe ve hareketlilikler de ‘çağ atlamış’, siyaset arenası çok partili bir forma geçmiş ve ilerleyen seneler futbolun genişleme dönemi olarak kayıtlara geçmişti. 

1950’li ve 60’lı yıllar ise kulüplerin ve futbol dünyasının Demokrat Partili milletvekillerine ve onların politikalarına terk edildiği yıllar oldu.

Siyaset ile futbol ilişkisi yükselişteydi. İstibdat düzeni farklı veçhelerle üretiliyordu artık.

1980-2020: 40 Yıllık Sürecin Kısa Notları

1980 yılının 12 Eylül günü, toplumsal hayatın ve bunun gözde parçası futbolun da kesintiye maruz bırakıldığı zamanlar oldu. Askeri darbe, ülkede birçok şeyi geriletmiş, sol siyaseti baskılamak ve kırmak amacıyla görev almış; futbol da bundan kurtulamamıştı. Özellikle liberalizmin kurumsallaşması ve cuntacı anlayışın hâkim kılınması emekçi sınıfların belini kırdı. Dinci gericiliğin önü açıldı. Sıra futbola geliyordu. Halkın bu kadar sevdiği bu oyuna bir bakmak lazımdı.

Dönemin Futbol federasyonu başkanı, hakem Sadık Deda, darbenin ‘patronu’ Kenan Evren’in boyunduruğuna giriyor, futbol kulüpleri arasında paylaşımlar yapılıyordu. “Benzer bir müdahale, 1962’de henüz askeri darbe ortamının etkilerini sürdürdüğü günlerde, Başbakan İsmet İnönü’nün talimatıyla Vefa ve Altınordu’nun (henüz ikinci lig uygulaması başlamamışken) Birinci Lig’e alınmaları ve o sezon ligin on sekiz takımla oynanması ile yaşanmıştı.”

Siyaset ile futbol her zamanki gibi iç içe idi. 

Özellikle, Çankaya’nın 1. Şişmanı Özal’ın yürütücüsü olduğu 24 Ocak neo-liberal ekonomik dönüşüm kararları spor ve futbol üzerinde ciddi travmalar yaratıyor, futbol, geniş kitlelerin deşarj olma, düzene bağlanma etkinliği olarak sunuluyordu. Kenan Evren’in verdiği talimat ile Ankaragücü takımı 1. Lig’e alınıyor, durumu kulüp başkanı önceden müjdeliyordu: “Atatürk’ün yüzüncü doğum yılında Ankaragücü birinci lige alınmalı”…

Ankaragücü’nün birinci lige alınması, diğer takımlarda da ‘acaba’ sorularını beraberinde getirmişti. Başvuru yapanlar arasında Karşıyaka ve Samsunspor bulunuyordu. “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na Samsun’da başladığı” tezi Samsunspor’un birinci lige dâhil edilmesini sağlayamıyor, Karşıyaka kulüp başkanının itirazı sonuçsuz kalıyordu. “Bilsek biz de kupaya asılırdık! Geçen sezon Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı kupadan eleyen Lüleburgazspor, eğer kupayı kazansaydı Üçüncü Lig’den Birinci Lig’e mi alınacaktı?” Tüm bu tartışmalar sürerken, Ankaragücü Devlet Başkanlığı Kupası’nı cuntacı Kenan Evren’in elinden almış, bu kupa birinci lige giden kapıyı sonuna kadar açmıştı. Askeri faşist darbe sonrası ortaya çıkan yeni prosedür ve hükümler, liglerin ve futbol yapılanmasının reorganizasyonunu sağlamıştı.

“Kupayı kazanan 2. Lig takımları doğrudan 1. Lig’e çıkmaya hak kazanır” ve “Bir takım kupayı kazandığı takdirde küme düşmüş olsa bile o sezon kümede kalır” maddeleri, darbenin futbola etkisini özetliyordu. İlerleyen dönemlerde TFF Başkanı olarak görev yapmış olan Ali Uras ise, “Türkiye’de artık spor yapılamaz” diyerek istifa etmişti. Ülkede işler sermaye adına ‘tıkırında’ giderken, 81-82 sezonu Avrupa macerası ise kâbus oldu. Tek bir galibiyet bile alamayan Türkiye takımları, elleri boş dönüyordu. O dönemki en ilginç tesadüf, Ankaragücü’nün elendiği takımın Sovyetler Birliği takımı Rostov oluşuydu.

Anlaşılan o ki, futbolun kabusu yeni başlıyordu.

 Hürriyet gazetesi, 04.06.1981, Spor sayfaları

Şimdikinin ne farkı var ya da yarın ne olacak?

1980’li yıllar, tavizler, vaatler, ‘yasal’ şikeler ve müdahale yıllarıdır. Özal’ın başında bulunduğu ülke, piyasacı etkilerin futbola yerleşmesini sağlıyor, futbol,  sermaye gruplarının ve burjuva siyasetin bir politika malzemesi haline geliyordu. Siyasetin futbol üzerindeki tartışılmaz etkisi, sporu ve özellikle en popüler spor olan futbolu zapturapt altına alıyor, piyasacı futbol düzeninin de ülkeye tedricen nüfuz etmesine imkân sağlıyordu. 

Futbol, sanki sermayenin ‘taharet musluğu’ halini almıştır.

Günümüzde ise farksız değildir; çünkü daha fazlası vardır. Futbol, işgal edilmiş branşlar listesinde zirvenin açık ara lideri durumundadır. Ülkenin darbeler ve siyasi çalkantılarla şekillenen yapısı futbolun da çehresini değiştirmiştir. Siyaset futbolu belirlerken; futbolun da siyaseti kimi araçlarla zorladığı yeni örnekler oluşmuş durumdadır.

Gerici siyasetin darbeleri, ülkenin egemen sınıfını ihya ederken, futbolun darbesi de artık federasyonlar üzerinden tezgâhlanıyor. Bu yeni bir tespit değil, ancak görülüyor ki erişilen seviye dudak ısırtıyor.

12 Eylül sonrasında kulüplerin başlarına patronlar oturtulmuştu. Herkes memnun görünüyordu. Ancak vaziyet, 1980’den bugüne varılan 40 yıllık süreçte, daha da geriye ötelendiğimizi gösteriyor. Kulüpler, patronlar ve patroncu yöneticilerin mülkiyetinde ve gerici siyasetin elinde sömürülüyorken; kulüplerimiz kapanmaya, gelenekleri tükenmeye devam ediyor…

Bunun sebebi, futbolun patronlara, firmalara, sermayenin eline bırakılmasında aranmalıdır.

Futbol çoktan derdest edilmiş durumdadır ve zaten futbola darbe, adına ‘darbe’ denmese de sürdürülmektedir.

Ama asıl soru şuradadır: 

Bize neden hâlâ eski güzel anılarla avunmak düşmektedir?

Anılarımız, artık yeniden üretilmek zorundadır.