Dışişleri Bakanlığı dergisi Perceptions'da geçtiğimiz ayın son günlerinde Demokrat Parti dönemi Türk-Sovyet ilişkileri hakkında bir makale yayınlandı. Dili İngilizce olan makalenin başlığı Türkçe çevirisiyle “Türk dış politikası bağlamında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Sovyet Büyükelçisi Nikita S. Rıjov’un görüşmesi”.1 Makale, yazarları Orhan Karaoğlu ve Hilal Zorba Bayraktar'ın ifadesiyle "özel izinle" Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nden aldıkları, Nisan ve Mayıs 1958'de Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Sovyet Büyükelçisi Rıjov'un gerçekleştirdiği iki görüşmenin tutanaklarına dayanıyor. Yazarlar Soğuk Savaşın ortasında ve Türkiye burjuvazisinin en "Amerikancı" zamanlarında gerçekleşen bu görüşmelerden hareketle, Cumhuriyet’in dış politikasının çok yönlülüğe dayalı bir geleneği olduğu ve AKP'nin güncel dış politikasının bunun taşıyıcılığını üstlendiğine işaret ediyor.2 Yazarlara göre, bir Cumhuriyet kadrosu olarak Celal Bayar bu açıdan dış politikada sürekliliği temsil ediyor. Bayar bu dönemde ABD'yle ilişkileri zora giren, umduğu ekonomik desteği göremeyen, kriz halindeki Adnan Menderes hükümetinin Sovyetlere yönelik taktiksel yaklaşımından farklı, stratejik bir akılla hareket ediyor.3 Yazarlar, bugün de Rusya ile ilişkiler söz konusu olduğunda Türkiye jeo-ekonomik ve jeo-stratejik nedenlerle benzer bir yolu takip etmesi gerektiğini düşünüyorlar. Onlara göre bu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan ve sürdürülmesi gereken bir politika.4
Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişimi ve daha fazla açıklama bekleyen başlıklar
Öncelikle Türk dış politikası ve Türk-Sovyet ilişkileri bakımından önemli olduğu anlaşılan, kamuoyuna yansımamış iki resmi görüşmenin tutanaklarının ortaya çıkarılmış olması önemli bir katkı niteliği taşımaktadır. Aslında Cumhurbaşkanlığı Arşivleri bünyesine alınmış olan Dışişleri Bakanlığı belgelerinin "özel izne" tabi olmadan olağan olarak bilimsel araştırma yapan herkese açık hale gelmesi gerekir. Ancak bu yapıldığında Türkiye tarihine ve Türk dış politikasına ilişkin karanlıkta kalmış bazı noktalar açıklığa kavuşturulabilir. Türk-Sovyet ilişkileri söz konusu olduğunda durum özellikle böyledir. 1920'li yıllarda gelişen dostluk ilişkileri, 1930'ların ortasına gelindiğinde temelde Türkiye'nin Batıcı yönelimlerinin Batıyla kurulan ekonomik ve siyasi bağlarla gerçek bir zemine kavuşmasına ve özellikle İngiltere'yle gelişen ilişkilere bağlı olarak soğuma emareleri göstermeye başlamıştır. Bu doğrultunun içeride nasıl geliştiğinin anlaşılabilmesi ve bilimsel olarak ortaya konabilmesi için arşiv kaynaklarına başvurmak elzemdir. Türk-Sovyet ilişkilerinde Nazilerin Polonya'ya girmesinin hemen öncesinde iki taraf arasında yürütülen müzakerelerin sonuçsuz kalması hem alttan alta devam eden soğumanın gün yüzüne çıkması anlamına gelmiş hem de gelecekteki krizin habercisi olmuştur. Savaş yılları boyunca Türkiye’nin İngiltere ve Almanya arasında denge ve Sovyetlere düşmanlık temelinde yürüttüğü “tarafsızlık” politikası, savaşın çıkışında yaşanan diplomatik krizin en önemli nedenidir. Tüm bu süreçlerde yaşananları Rusça kaynaklardan takip etmek mümkün olmakla birlikte Türkiye’de resmi tarihçilik adına yazılıp çizilenlerin ötesinde Türk politikasının gelişimini ortaya koyacak kanıtlardan yoksunuz5. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin soyunduğu rol ve NATO üyeliğiyle beraber Türkiye burjuvazisinin emperyalizmle kurduğu derin ilişkiler biliniyor. Bununla beraber Menderes hükümetinin özellikle son döneminde başlayan Sovyetlere yönelik hamlelerin altında yatan akıl yürütmeyi, devlet içi tartışmayı, beklentileri iyi anlamak gerekiyor. Bu da yine dış politikanın mutfağına ilişkin daha fazla veriyle yapılabilir.
Soğuk Savaş yıllarında Sovyetlerle ilişkiler: “Malentendu” nasıl aşıldı?
Bu bağlam içinde Karaoğlu ve Zorba Bayraktar imzalı makalede ele alınan belgeler iki konuda ipuçları içeriyor: Birincisi Celal Bayar’ın her iki tarafın da diplomatik diyaloğu güçlendirmek istediği bir evrede görüştüğü Sovyet elçisine 1945-1946’da yaşanan ve yaygın biçimde “Stalin’in talepleri" olarak anılan üs ve toprak meselesiyle ilgili krizin Fransızca diplomatik tabirle bir “malentendu" yani yanlış anlamaya dayandığını belirtmesi.6 Ortada bir yanlış anlama olmadığı çok açıktır. Burada Bayar hazır köprünün altından çok su akmış ve arayı yumuşatma ihtiyacı hasıl olmuşken Türkiye’nin geçmişte yaşananların artık üzerinde durmadığını vurgulamak için bir “yanlış anlamadan” söz etmiş olabilir. Ya da Bayar, vaktiyle yaşanan krizin ABD ve İngiltere’nin desteğiyle bile isteye köpürtüldüğünü zımnen kabul ediyor olabilir. Hatırlanacak olursa, Sovyetler Nazilerle savaşında Türkiye’den beklediği asgari desteği bile göremediği gibi Türkiye’nin tarafsızlık siyasetine bile sadık kalmadığı, Montrö’den gelen haklarını Nazilerin lehine kullanmayı tercih ettiği yönünde güçlü bir kanıya sahiptir. Yine savaş yılları boyunca Türkiye’de anti-komünist, Nazi destekli Turancı isimler hükümet tarafından korunup kollanmıştır. Bu ve benzeri gerekçelerle Sovyet hükümeti savaşın sonunda iki ülke arasında var olan dostluk ve saldırmazlık anlaşmasını uzatmayacağını bildirmiş; yeni bir anlaşmanın koşulu olarak Karadeniz boğazlarının güvenliği hakkında ve doğu sınırlarının yeniden ele alınması yönünde şifahen talepte bulunmuştur. Diplomatik krizin ilerleyen safhalarında Sovyetler’e karşı ABD ve İngiltere’nin tam desteğini alan Türkiye bunu ülke ve dünya kamuoyuna Sovyetler’in savaş hazırlığı olarak yansıtmış ve teyakkuz hali aylarca sürmüştür. Sürecin sonunda Sovyetler’le ilişkiler kopmuş, Türkiye ABD’nin ani ve kapsamlı biçimde yörüngesine girmiştir. Sovyet hükümetinin Stalin’in ölümünden birkaç ay sonra savaş çıkışı yeni bir anlaşma için öne sürdüğü taleplerin artık geçerli olmadığını bir notayla bildirmesi ve Hruşçov yönetiminin Üçüncü Dünya ile yeni bir ilişkilenme konusundaki açılımı yumuşamanın vesilesi olmuş ancak temelde Türkiye’nin değişen ihtiyaçları yeniden bir düzeyde ilişki tesis edilmesinin önünü açmıştır.
Ekonomik ilişkilerin siyasi boyutu
Bayar-Rıjov görüşmesinin ikinci dikkat çekici boyutu ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine yapılan vurgudur. 1960’larda Sovyetler’in Türkiye’nin planlı kalkınma çabalarına sunduğu kapsamlı destek biliniyor. 1967 yılında Adalet Partisi hükümetinin Sovyetler’le imzaladığı anlaşma uyarınca Türkiye’de Sovyet kredisi ve teknik desteğiyle çok sayıda büyük çaplı sanayi tesisinin inşası gerçekleşmişti. Bayar-Rıjov görüşmesinin tutanakları ekonomik işbirliği adına arayışların Demokrat Parti dönemine dayandığını hatırlatıyor. Nitekim bu görüşmeden önce 1957’de İş Bankası yönetimi Sovyet hükümeti ile yaptığı kredi anlaşmasının yanı sıra Çayırova’da bir cam fabrikasının kuruluşu için anlaşmış, bundan bir yıl sonra bu kez Sümerbank ile Sovyetler arasında yeni bir tekstil fabrikası için imza atılmıştır.7
27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası Türkiye’de iktisadi politikalar bakımından yeni bir dönem başladı. Uluslararası iş bölümünde Türkiye sanayileşmiş bir kapitalist ülke olma yolunda yeni bir arayışa girdiğinde bu arayışı destekleyecek unsur olarak bir tek Sovyetler Birliği vardı. ABD ve Avrupa ülkeleri Türkiye’deki sınai kalkınma çabalarına destek verme eğilimde değildi. Makalede de belirtilen bu durum8 Amerikancılığı ve anti-komünistliği siyasi kimliğinin en belirgin özelliği olan Demirel’i Sovyetlerle anlaşmaya sevk etti. Menderes de koşullar farklı olsa da benzer bir pragmatizmle Sovyetlere yaklaşmıştı.
Batıdan aranan ekonomik desteğin alınamamış olmasının dışında, Türkiye’yi Sovyetlerle yeniden ilişki tesis etmeye sevk eden ve Celal Bayar’ın Sovyetler’e verdiği ılımlı mesajların altında da yatan bir siyasi olguya işaret etmek yerinde olur. NATO’ya üyelik sonrası Türkiye’nin emperyalizmle yaşadığı iç içe geçme durumu Türkiye’nin bağımsız bir birim olarak siyasi varlığını tehdit eder hale gelmiş, Türkiye’yi yönetenler de ülkenin siyasi egemenlik kaybının telafi edilemez bir noktaya gittiğini görmüştür. İsmet İnönü’nün 1963’te, Füze Krizi’ne ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği nükleer silahlar nedeniyle Türkiye’nin fiilen dahil olmasının ardından bunu oldukça açıklayıcı biçimde ortaya koyduğunu görüyoruz: “Bir görev veriyorum. Sonucu bana gelmeden Washington'un haberi oluyor. Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla sana dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı, ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsek sök. Gitmezler.”9 Siyasi egemenlik ve ülkenin güvenliğine ilişkin çok temel bir refleksle, emperyalizmle ilişkilerde köklü bir değişikliğe gitmeden bu ilişkileri bir düzeyde dengeleme çabasının en fazla kendini Sovyetlerle ekonomik işbirliği alanında gösterdiğini söyleyebiliriz.
'Geçmiş yabancı bir ülkedir'
Buradan bakıldığında makalenin yazarlarının Türk dış politikasında ilkesel süreklilik iddiasının tam olarak gerçek durumu yansıtmadığı görülür. Soğuk Savaş dünyası ya da Sovyetler Birliği’nin var olduğu bir dünyayla bugünkü dünya arasında genel bir süreklilikten söz etmek mümkün olmadığı gibi. Dünyanın neredeyse yarısının sosyalizmle yönetildiği değil tekellerin yerkürenin tamamını ele geçirdiği bir dünyada yaşıyoruz. O gün Türkiye yönetici sınıfı tüm düşmanlığına rağmen Sovyetler Birliği’nin varlığının bağımlı kapitalist gelişim içindeki Türkiye kategorisinde ülkelere belirli bir hareket alanı ve güvenlik sunabildiğinin farkındadır ve tüm bunlara istinaden temelde -Menderes döneminin bazı maceracı aşırılıklarını saymazsak- kendini savunma refleksiyle adım atmaktadır. Bugünün dünyasında AKP iktidarının Batı emperyalizmi ile Rusça-Çin eksenindeki zikzakları eşit derecede pragmatik olmakla birlikte daha çok fırsatçı olarak nitelendirilebilir. Kızışan emperyalist rekabette AKP Türkiye’si kendine yer açma telaşındadır. Türkiye sermayesi de Soğuk Savaş yıllarındaki ürkekliği üzerinden atmış, uluslararası tekelci rekabetten payını alma hırsındadır. İlle geçmişle bugün arasında bir süreklilik aranacaksa bir pivot noktası olarak emperyalizmle ilişkilerin Türkiye kapitalizminin temel harcı haline getirilmiş olması gerçeğine işaret etmek gerekir. Dün olduğu gibi bugün de Türkiye burjuvazisi farklı saiklerle de olsa çatışan taraflar arasında bir denge bulma değil emperyalist dünya içinde konumunu güçlendirme arzusundadır.
- 1. Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024) The Meeting Between President Celal Bayar and Soviet Ambassador Nikita S. Ryzhov in the Context of Turkish Foreign Policy, Perceptions, Journal of International Affairs, 29(1), 72-89.
- 2. Yazarların iddiasına göre II. Dünya Savaşı’nda yaşanan diplomatik kriz ve “Stalin'in talepleri” nedeniyle Türkiye'nin tehdit algısı tamamen Sovyetlere odakladı. Bu nedenle DP döneminde Türkiye geleneksel denge politikası terk edildi ve Amerikancı olundu (s. 77). Türk-Sovyet ilişkileri yazınında genişçe kabul gören bu tezin doğruluğu çok şüphelidir. Türkiye’de yönetici sınıf savaş yılları boyunca giderek Sovyetlere yönelik düşmanlığın dozunu arttırdı. Aynı oranda tehdit algısı da güçlendi. Savaş yılları boyunca Sovyetlerin Nazileri ezdiği bir senaryodansa İngiltere ve Almanya’nın anlaştığı bir senaryoyu kendileri için daha uygun gördüler ve bu doğrultuda hareket ettiler. Savaş sonrası gelen Sovyet talepleri tehdit algısını köpürtmek ve Türkiye’nin emperyalist kamptan yana dış politika tercihini daha meşru bir zeminde yapmak için vesile oldu.
- 3. Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 78
- 4. Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 87
- 5. Araştırmacı-yazar Hazal Yalın’ın “1939 Avrupa Sovyetler Birliği Türkiye” ve “1945 Türkiye-SSCB İlişkileri" Türkiye-Sovyetler Birliği arasında II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesi ve sonunda yaşanan gerilimlere ilişkin bugüne kadar yazılmış en kapsamlı ve en gerçekçi çerçeveyi sunan eserler olarak not edilmeli. (2023, Notabene; 2021, Kırmızı Kedi Yayınları)
- 6. Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 77
- 7. Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 79
- 8. Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 74
- 9. Doster B (2020) “Soğuk Savaş Döneminde Türkiye-ABD İlişkileri”, Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni, B. Özkan (ed.), İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 299