Bir kaydın düşündürdükleri üzerine: Nostalji değil, hatıradan fazlası

'İrade inat da gerektirir, düşülebilir ama kalkmayı bilmek gerekir; düştüler ama kalktılar. Cem Karaca, bütün badirelere rağmen, hayatının sonuna kadar düzeni sorgulamayı sürdürdü'

Birkut Engüllü

Emekçilerin, "Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan" bir dünya için ayağa kalktığı ve dünya halklarının, "nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günler" için irade ortaya koyduğu 60'lı ve 70'li yıllarda; bu gerçekliğin aydın davranışına yön vermesi bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor, zaman zaman kaçınılmaz hale geliyordu. Zira sömürenler ve onların siyasi iktidarı elinde bulunduran temsilcileri de olan biteni seyretmiyorlardı. Bilindik gaddarlıklarını sürdürmekten çekinmemekle beraber; algı yönetimi ve manipülasyona da başvurarak, yalanı organize bir biçimde kullanmayı ve kapitalizme, insanlara hayal satabileceği yeni masallar yazmayı ihmal etmiyorlardı. Dolayısıyla kültür sahasında da bir çatışma söz konusuydu; gemisini yüzdüren kaptanlar ve "Aynı gemide değiliz." diyenler. Bu durum, özel olarak rock müzikte de 'yuvarlanma'nın yerini başkaldırının almaya başlamasıyla kendini gösteriyordu.

Türkiye'de de durum benzerdi; emekçi halk devrimini arıyor, bozuk düzenin sahipleri ve sözcüleri ise kendileri açısından yaklaşan tehlikeye karşı vaziyet alıyorlardı. Kültür üretimi konusunda ise Türkiye sağı, oldukça kadük kalıyordu. Tek başına Ruhi Su, onların 'külliyatı'na bedeldi (Müziğimizdeki Ruhi Su etkisi, zaten, uzun çalışmaların konusu). Dolayısıyla çağ dışı kalmış zombileri mezarlarından kaldırmaya ve geriye öykünme üzerine kurulu bir üst yapı inşa etmeye çalışıyorlardı. Tutmadığı noktada ise; başa çıkamadıklarını satın almaya çalışıyor, olmuyorsa alıştıkları yöntemlere başvurmaktan çekinmiyorlardı. Aydınlar da buna karşılık işçi sınıfının sesine daha çok kulak kabartıyor, o ölçüde kabuklarını kırıyor ve daha olgun, daha güçlü hareket edebilmenin yollarını arıyorlardı.

Haliyle rock müziğimiz de böyle bir eşikte bulunuyordu. Güçlü sesi, özgün yorumu ve teatral kabiliyetiyle en başından beri adını öncüler arasına yazdıran Cem Karaca'nın kendine çizdiği yol netleşiyordu. Diğer tarafta Anadolu turnesi kapsamındaki bir konserlerinde, kendileri sahnedeyken gerçekleştirilen bir saldırıyla turne minibüslerinin yakılmasını takip eden süreçte Barış Manço ile yolları ayrılan ve 'doğu-batı sentezi'nin ötesinde taklitsiz bir müzikal perspektifle hareket etmeyi önceleyen Moğollar da bir arayış içerisindeydi.

Milat belirlemek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama benim açımdan Cem Karaca ile Moğollar'ın yollarının birleştiği 1972 yılı, sonrasına dönük etkilerine de bakıldığında, bir kırılma anına işaret ediyordu. Rock müzik tarihimizin 'unutulmazları' olarak yerini alacak yeni üretimlerle beraber, devamında farklı isimlerle de olsa etkileşimi sürecek ve ağaçlar gibi gitarların da sola eğileceği bir dönemin perdeleri iyice aralanıyordu artık. "Anadolu Pop'ta ihtilâl yaptılar." cümlesi, öylesine kurulmuyordu.

İşte '2.2.1973 | Ankara' albümü, dönemi itibarıyla, bana bir çırpıda bunları düşündürten arşivlik kayıtlardan biri. Kısa öyküsü şöyle: 31 Ocak 1973'te, Ankara Güneypark Gazinosu’ndaki konserin ardından, bütün ekip Monaco Oteli’nin lobisinde otururken; konserin sunuculuğunu yapan İzzet Öz, “Arkadaşlar, bu konserinizi ölümsüzleştirmeniz gerek.” diyor. Bunun üzerine Taner Öngür, “O zaman bir stüdyoya girelim ve bu konseri aynen çalalım.” teklifinde bulunuyor ve kayıtta neler olacağı düşünülerek hazırlıklara başlanıyor. Cem Karaca konuşmaları ve hikaye anlatılarını hazırlıyor, şarkı listesi belirleniyor, İzzet Öz stüdyoyu ayarlıyor ve 2 Şubat’ta stüdyoya girip şarkıları kaydediyorlar. Cem Karaca’nın notlarını, şarkı listesini ve kayıtları yıllarca arşivinde saklayan İzzet Öz; bu kaydı, 43 yıl sonra(2016 yılında), koleksiyonluk bir biçimde yayınlıyor. Ortaya bir albümden fazlasının çıkmış olduğunu söylemek lazım.

Peki, 1973'ü takip eden yıllar? Derslerle dolu trajik bir dönem. Nihai hedefe kilitlenip devrimi örgütlemeyi öteleyen ve düzen içi çözüm yollarına kanalize olan/edilen işçi sınıfı hareketi, çözülüyor ve bir şiddet dalgasıyla paramparça ediliyor; "Şimdi zamanı değil." söyleminin kabul görmesinin bedeli ağır oluyor. Bu bedeli sanatçılar da ödüyor; inandığı gibi müzik yapamayacak hale gelen Moğollar dağılırken, Cem Karaca için de uzun bir sürgün dönemi başlıyor. Kültür sahası da kendi kaderine ve buradan devamla organize bir kaderciliğe savruluyor.

İrade inat da gerektirir, düşülebilir ama kalkmayı bilmek gerekir; düştüler ama kalktılar. Cem Karaca, bütün badirelere rağmen, hayatının sonuna kadar ve hatta son kaydettiği şarkısında bile düzeni sorgulamayı sürdürdü; Moğollar ise, 'ıssızlığın ortasında' sesimiz olmaya devam ediyor hâlâ ve hâlâ rahatsız ediyor 'namus belası'ndan çıkarı olanları.

Aradan geçen 50 yılda, bu iradeyi paylaşanlara yenileri de eklendi elbette. Zaten 50 yıl öncesine baktığımızda, ah-vah edilecek bir nostalji ya da orada donup kalmış bir hatıra görmüyoruz. Geçmişimizden ders çıkartarak bugünümüzü besleyecek ve yarınlarımıza uzanacak bir köprü kurmaya çalışıyoruz. İşçi sınıfının yeniden hareketlenmeye başladığı ve kapitalizmin de artık yeni bir masalının kalmadığı şu anın sorusu üzerinden örgütlenmeye çabalıyoruz; şimdi de mi zamanı değil, yoksa artık gerçekten bir sey mi yapmalı? Bu soruya verilecek cevap, kabuğunu kırmak için sesimize kulak kabartanların da olgunluğunu ve gücünü belirleyecek.