Berlin’de koltuk alışverişi: Yeni bir 'savaş hükümeti' üzerine ilk notlar

Almanya'da partilerin onayını bekleyen bir “acı reçeteler listesi”, resmi adıyla “koalisyon sözleşmesi” duruyor önümüzde. Belgeyi dikkatle okuyan birçok aydın ve sınıf bilincine sahip işçinin ağzından daha şimdiden aynı mırıltı yükseliyor: “Vah başımıza gelecekler!”

Cemil Fuat Hendek

Almanya'da AB’nin amiral gemisinde “liberal” sosyalistlerle liberal Hıristiyan demokratlar birlikte pişirdiler. Ayrı ayrı içeride tekellerin ve halkın, dışarıda da dünyanın önüne koyacaklarının reçetesini kaba hatlarıyla not düştüler. Partilerin onayını bekleyen bir “acı reçeteler listesi”, resmi adıyla “koalisyon sözleşmesi” duruyor önümüzde. Tariflerde henüz hani şu “el terazi, göz kantar” kabilinden, tam ölçüler verilmiş değil. Kesin ölçüleri ve somut adımları ilerdeki güçler dengesi ve maddi olanaklar belirleyecek. 

Ama bu belgeyi dikkatle okuyan birçok aydın ve sınıf bilincine sahip işçinin ağzından daha şimdiden aynı mırıltı yükseliyor: “Vah başımıza gelecekler!”

Almanya'da halkın başına gelecekler

Epey önceden beridir yüksek sesle ifade edilmekte olan asıl hedefi bilmek için 144 sayfa tutan sözleşmeyi okumaya gerek yok. Bu, bir savaşa hazırlık hükümeti olacak! Üç parti hep birlikte “Almanya için sorumluluk yükleniyoruz” derken, savaşa hazırlık ve emekçi yığınları baskılama gibi, genel olarak faşistlerden beklenecek görevleri üstlenmiş bulunuyorlar. Başbakan olacağı söylenen Friedrich Merz çoktandır haykırıp duruyordu Geçenlerde de Ukrayna’ya Taurus güdümlü füzelerini göndermekten bahsetti. Hani “hık” dese Rusya’ya savaş ilan edecekmiş gibi. Onun arkasında duran ve bazı çevrelerin kulaklara “gölge başbakan olacağını” fısıldadığı Bavyera'daki Hıristiyan demokratların (CSU) başkanı Markus Söder’in yaklaşımı Scholz’u aratır.

SPD adına pazarlıkların başında olan Lars Klingbeil’a gelince… Daha önce yazmıştım, ama tekrarda fayda var: Beyimiz sözde gençken antifaşist harekette yer almış, “vicdanî retçi” olup, askerlik yapmaya karşı çıkmış. Sonraları nasıl olduysa, gözü açılmış, silah endüstrisinin lobi derneğinde ve ordu destek çevresinde yönetici konumlara yerleşmiş. Şimdi de orduyu büyütmek, silahlanma bütçesini artırmak, dahası tüm toplumu militarize ederek “savaş yeteneğine sahip” bir ülke yaratmak için kolları sıvamış bulunuyor.

Ufuk oldukça karanlık. Muhalefette yer alacak Yeşiller Partisi’nın sesleri de belli ki hükümetin savaş naralarına karışacak. Sol Parti’nin sarsılmaz bir barış mücadelesi sürdüreceğini beklemek ise hayalcilik olur. Parlamentoda bu işi yapacağı ve belki dengeleri sarsacağı beklenen Sahra Wagenknecht/Oskar Lafontaine partisinin de oylarını çaldılar. “Ata binip karşı tarafa geçtiler.” Gerçi Wagenknecht itiraz etmeye çabalıyor, oyların yeniden sayılması için resmi başvurusunu da yaptı, ama dönüp bakan yok.

Savaşa karşı duruş ise, içinde faşist öğeler taşıyan ve şu sıralarda belki de birinci parti konumuna yaklaşan AfD’ye düşmüş görünüyor. Tarihte de öyle olmadı mı? Liberaller pişirip iktidarı faşistlere sunmadılar mı? Şimdi de savaşa hazırlık liberallerin görevi olacak. Gerçek savaş söz konusu olursa sıra faşistlere gelecek.

'Savaş yeteneğine sahip' bir toplum nasıl olmalı? 

Böylesi bir toplum yaratmanın sadece silah üretmek ve ordu büyütmekle olmayacağı açık. Yaşamın tüm alanlarını belli önlemlerle, hedefli programlarla yönlendirmek gerekir. Sonuçta bir toplumun tamı tamına “savaş yeteneğine sahip” hale gelebilmesi için son olarak yerine getirilmesi gereken bir koşul daha olduğu unutulmamalıdır: Karşısında düşmanlar bellemiş ve onlarla “savaşma isteklisi” olan bir toplum! İlan edilen hedef tamı tamına budur. 

Şimdi gerek “yeteneği” geliştirmek, gerekse “isteği” yaratmak için yapmayı planladıklarına bakalım:

Endüstrisizleşmeyi durdurmak 

Almanya aslında borsalarda kumara yönelen finans sermayesinin yanı sıra sanayi çevrelerinin ucuz işgücü arayışıyla bakışlarını sınır dışına çevirmesinin ağır sonuçlarıyla karşı karşıya. Son yıllarda bu eğilim sadece Almanya’nın gururu olan ağır sanayi ve özellikle otomotiv sanayisi ile de sınırlı kalmadı. Orta ve küçük işletmelerde özellikle pandemi ile gelen iflaslar malum. Küçüklerin iflasında, daralan ekonominin yanı sıra durmaksızın yükselen ve önüne geleni yutan tekelleşmenin işlev gördüğünü unutmamak gerekir. 

Trump’ın Amerika’yı tekrar büyük yapmak için yükseltmeyi hedeflediği gümrük duvarları da başka bir sorun olarak vuracak Almanya ekonomisini.

Traktör değil tank üretmek 

Şimdi bu daralmayı aşmak üzere, savaş hazırlığının da koşullandırdığı üzere, sanayi üretimini silah ve savaş araç gereçlerinin üretimine yönlendirecekler. Bunun için 2022‘de ayrılmış olan 100 milyar avroluk “özel servet” tabii ki yetersiz görülüyor. Şu anda söz konusu olan, Anayasa’nın devlet borçlarını sınırlayan maddesini delerek olanaklı kıldıkları 500 milyar avro. O da yetmeyecek. Koalisyon ortakları savaş hazırlığında bankalardan alınacak kredilerle, yurtdışına satılacak devlet tahvilleriyle ve özel sermayenin de doğrudan katkısıyla 2-3 trilyonluk bir kapasiteyi hedefleyecek.

Çok geniş kapsamlı hedefler 

Çünkü savaş hazırlığı için sadece silah üretmek ve orduyu donatmak yetmiyor. Ordunun büyütülmesi, askeri tesislerin inşası tamam. Haber alma servislerinin güçlendirmesi, sivil ve Cyber savunma önlemlerine yatırımlar gibi doğrudan bağlantılı projeler de da işin tuzu biberi. Fakat hazırlık bundan ibaret olamaz. Aslen tüm ülke çapında altyapı tesislerinin yeni baştan düzenlenmesi ve güçlendirilmesi, savaşa uygun hale getirilmesi söz konusu. Ulaşım, enerji hatları, hastaneler, eğitim tesisleri, devlet binaları, sığınaklar, barınaklar… Ülkede akla gelebilecek her şey, her yer! Yolların ve köprülerin ağır ordu vasıtalarını taşıyacak hale getirilmesini, hatta sadece Doğu Avrupa’daki demiryollarının Batı’daki sisteme uyumlulaştırılmasını düşünsek yukarıda değindiğimiz sayılar kırıntıya dönüşür.

Çevre dostluğu, tarım ve enerji üretimi 

Uzun süredir önemli bir yatırım alanı olarak da öne çıkan çevre dostluğu bu sıçrayışta biraz geride kalacak gibi görünüyor. Her ne kadar bu başlık “2049 hedefine bağlı kalacağız” cümlesiyle başlasa da buna pek güvenilmeyeceği açık. Metinde sıklıkla geçen “fiyatlarda taşınabilir gelişme” (dikkat: “pahalılaşma” demiyor) ve “rekabet yeteneğinin muhafazası” gibi dokundurmalar bu alanda belli miktarda gevşeme niyetine işaret ediyor.

Tarımı da bu başlığın altına koyduk: Avrupa Birliği bu kıtanın batısındaki tarım alanlarının yüzde 60’ının yoğun tarım ve yüksek ürün telaşıyla kullanılan tarım ilaçları nedeniyle bozulduğunu tespit etmişti. Tekellere hizmette artık gemi azıya almış olan Ursula von der Leyen’in başkanlığındaki Avrupa Komisyonu orta ve küçük ölçekli çiftçi ve hayvan yetiştiricisinden son kalanlara bir büyük darbe daha hazırlamış, bu toprakların 2040’a dek iyileştirilmesi için bir dizi yaptırım öngörmüştü. Son anda Avrupa Parlamentosu tarafından durdurulan proje küçük ve orta üreticinin sırtındaki yükü kaldırmış ve bu doğrultudaki önlemleri devletlerin inisiyatifine bırakmıştı. Koalisyon anlaşıldığı kadarıyla bu önlemlere mesafeli duracak. Bu uzaklaşmanın zaten büyük çapta tekelleşmiş tarım ve tarım ürünleri işleme sanayisinin yanı sıra tarım ilaçları üreticisi kimya tekellerine de destek anlamına geleceği beklenmelidir.

Salt çevre dostu olmanın yanı sıra sözüm ona “AB değerleri”nden uzaklaşmanın bir adımı da ithalat politikasına yansıyacak: İthal edilecek yabancı menşeli malların çevre dostu yöntemlerle üretilmesi gerektiğini öngören bir “Tedarik Zinciri Yasası” vardı. Dahası, bu yasa insanlık dışı koşullar ve taşınamayacak kadar ağır sömürü altında üretilen malların ithalini de yasaklıyordu. Koalisyon bu yasayı da “gevşetme” niyetinde olduğunu ilan etti.

Enerji üretim ve dağıtımı devlet ve özel ortaklığa dayalı yatırım alanı olmaya devam edecek. Görünen o ki, nükleer enerjiden yararlanma devam edecek. Yeni gaz bazlı enerji santralları kurulacak. Bu alanda yapılmak istenenlerin anlatıldığı metinde geçen formülleri sıralayıp, yorumu okuyucuya bırakalım: “Uluslararası rekabete uygun enerji maliyetleri”, “daha esnek ve verimli enerji ağı”, “sürdürülebilirlik”… Son olarak asıl tehlike çanlarını çalacak olan sihirli formül de şu: “Pazar ekonomisinin enstrümanlarıyla daha da sıkı bağlar kurmak”...

Yeni işyerleri yaratmak

Bunca yatırımla ekonomi canlandırılırken yeni işyerleri de yaratılacağı, hesapta var. Apaçık işçi, emekçi, işsiz ve emekli karşıtı olan bu sözleşme karşısında sendikaların şu andaki suskunluğunu da bu beklentiye yorabiliriz. Ne var ki, herkesin bildiği gerçek, sistemin işsizliği çözmeye izin vermediği. Dahası, işsizlere ihtiyacı olduğu… Öyleyken, göründüğü kadarıyla, SPD ve kontrolü altındaki sendikaların tarihte bir kez daha uğursuz bir rol üstlendiklerine şahit olacağız. İnsanlığın sürükleneceği bir felaketin hazırlığına katılacaklar.

'Ödenebilir' ücretler 

Yeni işyeri yaratmak başka, çalışanların alım gücünü artıracak, yaşam standartlarını yükseltecek önlemler almak başka iştir. Bu hükümetin birincisini yaparken, ikincisini atlayıp geçeceğini bilelim.

Nitekim, ilk bakışta görünenler var: Bir kere işletmeleri toplu sözleşmeler sonucu uzlaşılan ”bağlayıcı ücret tarifesi”nden kurtaracaklar. Bu arada dikkati çeken bir ayrıntı da askeri personel ve emniyet teşkilatlarında çalışanların genel sözleşme kapsamından çıkarılması. Friedrich Merz daha şimdiden önceleri bahsi edilen 15 avro asgari saat ücretinin garanti edilemeyeceğini belirtti. Günde fazla mesai dahil, çalışmanın en fazla 13 saatle sınırlanmasına da son vermeleri beklenmeli. İş yasasında çalışma süresini günlük değil, haftada çalışma süresi olarak değiştirecekler.

Disiplinli bir işçi sınıfı 

Bu koalisyon büyük sermayeye Gerhard Schröder’in SPD-Yeşiller koalisyonundaki “Agenda 2010” tırpanlamasını andıran bir yoğun saldırı müjdeliyor. Endüstri başta olmak üzere işçi kitlesini disiplin altına alacak önlemler hazır bekliyor.

Sosyal devletin hizmetlerini kısmen veya tamamen kaldıracak ve genel olarak azaltacaklar. İşsizlik yardımı, yurttaş parası, onlardan yararlananlara uygulanacak kontrol ve yaptırımlar da, işçi sınıfını baskılamaya, elindekiyle yetinmek zorunda bırakmaya hizmet edecek önlemler olarak anlaşılmalı.

Reformlarla sıkı denetlenen bir topluma doğru 

Hedefledikleri öylesine karanlık, halkalar halinde Alman ulusunu, Avrupa’yı ve nihayetinde insanlığı tehdit edici ki, oraya ulaşabilmek için çok sıkı kontrol altına alınmış bir toplum gerekiyor. Bu amaçla yapılacak değişiklikler de o denli çok kapsamlı.

Tam da bu nedenle karşımıza tehlike çanları çalmamızı gerektiren bir kavramla geliyorlar: “Reformlar”! Bu kavramı “var olanı daha iyileştirmek daha toplumun çıkarına hizmet eder hale getirmek” şeklinde anlamaya koşullandırılmışız. Halbuki sözcük karşılığı sadece “yeniden biçimlendirmek”ten ibaret. Sadece biçimlendirme. İyiye ya da kötüye, ne tarafa doğru olduğunu tarif etmiyor. Nitekim burada öngörülen “yeniden biçimlendirme”ye kabaca bir bakış şayet uykumuzu kaçırmazsa, gecelerimizi kâbuslarla süsleyebilir.

Bu sözleşmeye göre Avrupa Birliği Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in çeşitli ifade ve önerilerinden amaçladığı anlaşılan “distopya”ya bir adım daha yaklaşmak üzereyiz. Bu gidişle, etkin bir karşıt mücadele başlatılamazsa varacağımız yer şimdiden görünüyor: Toplumun her taraftan kontrol altına alındığı, kişisel bilgilerin gizliliğine son verildiği, halkın haber alma özgürlüğünün sansüre kurban edildiği bir ülke!

Tabii otoriter bir yönetimden bahis olduğu sanılmasın. Alıştığımız edebiyat burada da karşımıza konuyor: “Demokrasimizin sürdürülebilmesi için güçlendirilmesi...” Burada demokrasinin birinci çoğul şahsa ait olanından bahsedildiğini not etmek zorundayız. Bundan sonra gelen tüm öneriler, kimin olduğu oldukça tartışmalı görünen bu sistemi korumak adına yapılmakta.

Örneğin, güvenlik güçlerinin, suç izleme örgütleriyle paylaşma yetkisine sahip olacağı biyometrik temelli ve çok düzlemli bir uzaktan tanıma sistemi öneriliyor. Bu sistem daha çok suç işlenen merkezlere yerleştirilecekmiş.

Bu, aslen çok daha dehşet verici olan bir reformun uzantısı: Her yurttaşa zorunlu bir “yurttaş hesabı” açılması ve bir dijital kimlik verilmesi! İşletmelere, serbest meslek erbabına, örgütlere de benzeri bir hesap açılacak. Bu sayede, devlet memur ve teknokratları söz konusu dijital kimlik ve bilgi deposunda biriken tüm bilgilere kolaylıkla ulaşabilecekmiş. (Sözleşme satır 1805-8) Trafik plakalarının otomatik olarak tanınmasına dek tüm hareketlerin izlenmesi ve kayıt altına alınmasına uzanacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Bu da yetmiyor: Her şey demokrasiyi korumak için olduğuna göre, resmi ve sivil güvenlik örgütleri arasında da -anlaşılan bu bilgileri de kapsayacak- daha iyi bir iletişim öngörülüyor. (Sözleşme satır 2640-42)

Zaten tekelci sermaye tarafından mülkiyet altına alınmış medya artık ihtiyaca yeterince cevap vermiyor. Çoktan beridir internet üzerinden geniş bir alternatif ağ oluşmaya başladı. Her ne kadar belli bir kirliliği içeriyor da olsa buna önemli bir olanak olarak bakıldığı malum. Onun için bunu da sansür altına alacaklarını şimdiden ilan ediyorlar. “Dezinformasyon ve fake news”un demokrasimizin düşmanı olduğundan bahisle, bunları ve “nefret söylemlerini engelleme”nin görev edinileceği yazılı. Bu cümleler hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir yaklaşımmış gibi. Ne var ki, bu toplum sistemini eleştiren söylemlerin de çoğunluk “nefret söylemi” ya da “teröre çağrı” gibi yorumlandığını bilenlerin beyninde tehlike çanları çalıyor. Üstelik bu “sansür”ün kontrolünün özel şirketlere bırakılmasının yolu da açılmış. (Sözleşme satır 3927-37)

Bu sözleşmeye bakılırsa, reformlar bürokrasiyi daraltmaktan, şirket kurmayı kolaylaştırmaktan adalet sistemini daha hızlı çalışır hale getirmeye dek bir dizi alana yaygınlaştırılacak.

Bütün bu ifadelerden, “Dijitalizasyon ve Devleti Modernleştirme Bakanlığı”na çok iş düşeceğini anlıyoruz. Tüm bilgiler bu bakanlıkta depolanacak. Yapay zekâya da başvurarak yorumlanacak, değerlendirilecek. Belki, yeri geldiğinde yapay zekânın uyarısı ve emriyle kişilere ya da örgütlere karşı harekete geçilecek.

George Orwell’ın “1984” romanı gibi! Önümüzdeki koalisyon hükümeti adım adım bu dönüşümleri başardığı oranda aşağıda değinilen değişiklikleri de gerçekleştirecek. Bu da bir zamanlar Avrupa’nın ortasına kadar uzanmış ve Almanya’nın üçte birinde denenmeye başlamış sosyalizme karşı zorunlu olarak dikilen “sosyal devlet” duvarının son taşlarının sökülmesi anlamına gelecek.

Sosyal devletten geriye kalanlar da tehlikede 

Ortalıkta bütçeyi ilgilendirecek akıl almaz rakamlar uçuşuyor. Her birinin arkasında buradaki gibi tam 12 tane sıfır var: “000.000.000.000”! Sözleşmenin ruhunu ve uzun yıllardır tanıdığımız partilerin siyasetini, kimlere hizmette olduklarını da göz önüne alınca, sembolik olarak şunu söyleyebiliriz: Bunca sıfırlı paradan, çoktan beridir halkın yanıcı hale gelmiş olan ihtiyaçlarına ayrılacak bölüm sıfıra yakın olacak!

Örnek: Konut sorunu fahiş kiralar

Bir zamanlar hemen hemen her fabrikanın ve eksiksiz bütün maden işletmelerinin çalışanlar için yapılmış lojmanları vardı. Bekârlar için işçi yurtları keza. Ya da kent belediyelerinin desteği altındaki sosyal konutlar. “Aslen hiç de sosyal olmayan” SPD’nin Gerhard Schröder başbakanlığı sırasındaki (1998-2005) liberal saldırısıyla bir çırpıda yok edildiler. Evleri içinde oturanlara satıp özelleştirdiler. Alanların bir kısmı sonradan borçlarını ödeyemeyip, satmak zorunda kaldılar. Ama ne gam!

Şimdi kimisi 50 bin konuta sahip mesken tekelleri türemiş bulunuyor. Böylece kiralar artık “tekel tarifesi”ne bağlı hale geldi. Tek tek gayrimenkul sahipleri de yararlanıyor bu durumdan. Müthiş bir kira vurgunculuğu hüküm sürüyor. Öte yandan binaların bakım ve temizliği de mahalle mahalle mesken bakım şirketlerinin eline düşmüş. Öylesine ki, bazı yerde yan giderler toplam kirayı da aşıyor. Aynı şirketin yavruladığı kardeş işletmelerin hem ev sahibi, hem bakım ve temizlik şirketi olarak kiracıları ağlarına düşürdüğü örnekler de bolca. 

Kentte ya da kırda fark etmiyor. Üstelik daireler küçüldükçe metrekare fiyatı tırmanmakta. Hele üniversite kentlerindeki yağma Avrupa’da başka hiçbir yerde görülen çeşitten değil.

Koalisyon anlaşmasında bu konuda her zaman duyulan gevezelikten başka bir şey yok: “Herkes için ödenebilir konut” istiyorlarmış. İyi de kiralara tavan belirlemek, konut eksikliğini gidermek üzere somut projelere bütçe ayırmak, yurttaşları konut sahibi yapmak üzere projeler üretmek gibi adımlar ne olacak? Hayal kurmaya gerek yok. Önümüzdeki yılların federal hükümeti kiracıların değil, konut kartellerinin dostudur.

Kaldı ki Friedrich Merz çoktan ilan etti: “Önümüzdeki dönemde her şey pahalılaşacak!”

Örnek: Sağlık sorunu 

Sağlık alanındaki özelleştirmelerin sonuçları içler acısı. Satışa çıkarılan devlet ve belediye hastahaneleri, özendirmelerle açılan klinikler şimdi teker teker iflas ediyor. Son hükümetin Sağlık Bakanı, klinik devi Rhön’ün lobicisi olduğu bilinen Karl Lauterbach klinik sayılarını azaltma hesabında. Zaten 1992’den bu yana Almanya’da 572 hastahane kapatılmış bulunuyor. Lauterbach şu andaki yaklaşık 1400 klinik ve tam teşekküllü hastaneyi de  600’e indirecek. Böylece yatak başına düşecek “müşteri” sayısını arttırarak kârlılık oranını yükseltip iflasları önleyecek. Holding lobicisinden başka ne beklenebilir ki?

Şu andaki kadro sorunu da çözülebilecekmiş gibi görünmüyor, Çalışma koşulları, sayısı giderek azaltılan doktorundan temizlik işçilerine dek tüm çalışanlar için dayanılamaz hale gelmekte. Teşhis, tedavi, bakım da o oranda kötüleşiyor. Uzman bulmak ayrı bir sorun. Göçmenler olmasa bazı hastaneler doktorsuz kalacak gibi.

Hükümetin çözümü sır değil: Sigorta primleri yükseltilecek. Bugüne dek defalarca yapıldığı gibi  sigortaların karşıladığı tedavi alanları sınırlanacak, masrafların üst sınırları alçaltılacak, yüzlerce çok önemli ilaç sigorta kapsamından çıkarılacak. İnsanlar zorunlu olarak ek özel hastalık sigortası yapmaya itilecek. Sosyal devletten Amerikan sağlık sistemine doğru adım adım...

Örnek: Eğitim, öğretim

Bu alan zaten oldum olası sorunlu bir mesele olageldi. Sorumlu bakanlık kaç kez değiştirildi en son 1994’deki çözüm de anlaşılan tutmamış. O tarihte, 1972’de kurulmuş olan Araştırma ve Bilim Bakanlığını da katarak Federal Eğitim, Bilim, Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı’nı kurmuşlardı. Ama  eğitim ve öğretim aslında üniversiteler de içinde olmak üzere her eyaletin Bilim, Eğitim ve Kültür Bakanlığı uhdesine bırakılmıştı. Bu uygulama günümüzde de eyaletler arasında büyük düzey farkları oluşmasını koşullandırıyor. 

Sözleşmenin iddiası büyük: “Eğitim ve öğretim düzeyini yükseltecek, eşitlik ve hakkaniyeti sağlayacak, çalışkanlığı ödüllendireceğiz!” diyorlar. Buradaki “eşitlik ve hakkaniyet” kavramlarından ne anladıkları, puslar ardında gizli. Düzeyi tabii ki yükseltebilirler. Sorun, bundan kimlerin yararlanabileceğidir. “Ödüllendirme” ifadesinin de “kolektif ruhu ve dayanışmayı bir tarafa itip, birbirini dirsekleyerek öne geçmeye çalışanları” çağrıştırdığını bir tarafa bırakıp, somut söylenenlere bakalım:

Anlaşılan bu koalisyon, öğretimi ailelerin kucağına bırakacak. Bu amaçla bakanlıkları yeni baştan organize edecekler. Sözleşmede öngörülen, çocuk yuvalarından başlayarak yüksek okullar da içinde olmak üzere eğitimin Aile, Yaşlılar, Kadınlar ve Gençler Bakanlığı’na bağlanması. Böylece eğitimin okul öncesinden başlayarak kesintisiz devamı öngörülüyormuş.

Çoğu yerde olduğu gibi burada da hınzırca ve tehlikeli sonuçlar verecek hesapların ustaca formülasyonuyla karşı karşıyayız: “Dile hâkim olmak, öğrenimde ve meslek hayatında başarının ön koşuludur.” Buna kim itiraz edebilir ki? Fakat ardından gelen önlem korkutucu: 4-4,5 yaşında tüm çocuklara zorunlu bir dil sınavı! Bavyera’da Hıristiyan Demokrat Birlik hükümeti tarafından kabul edilen bu önlemi tüm Almanya’ya yayacaklar. Peki, dil sınavında başarı gösteremeyenler ne olacak? Lafa gelince kolay: Destek kurslarına devam edecekler. İyi de, bunun için bütçe var mı? Kadro açılabilecek mi? Özel olarak yetişmiş uzmanlar mevcut mu? Bu tür soruların somut yanıtı henüz yok.

Sonuçta, bu sınavda hangi kesimlerin çocuklarının başarısız olacağını şimdiden saymaya başlayabiliriz. Bir zamanlar, doğrudan üniversiteye devam olanağı tanıyan liselere (Gymnasium) hangi çocukların gideceğine 4. sınıfta öğretmen karar veriyordu. O dönemde hangi kesimlerin çocuklarının bu liselere devam edebildiğini de sınıfsal konumlardan biraz haberi olan herkes araştırmadan tahmin edebilir. (1960 ortalarında başlayan ve 1970 sonuna dek süren büyük mücadelelerle işçi ve emekçi çocuklarına üniversiter öğrenim olanakları genişletildi. Yabancı işçi çocuklarına bu kapının aralanması ise ancak 1980 sonunda mümkün oldu.)

“Düzenli derslere ancak iyi Almanca bilenler katılabilir” denen bir sistemde toplumun varlıklı kesimlerinin çocukları hiç zaman yitirmeden ilerleyecek. En iyi okullarda yüksek düzeyde öğrenim görecek. Diğerleri kısa yoldan -eğer şansları varsa bir meslek dalında çıraklık eğitiminden geçip- iş başvurusu kuyruklarında yerlerini alacaklar. Bunlar için ikinci olanak da, top ya da makineli tüfek mermilerine yem olmak üzere orduya yazılmak olacak. (Tabii savaşta “yabancı kökenlilere” ne kadar güvenilebileceği ayrı bir sorun.)

Bu arada uzmanların dikkat çektiği bir nokta daha var: Öğrenmenin yaşam boyu devam ettiği gerçeğine uygun olarak yetişkin eğitimine gereken önemin verilmemiş olduğunu eleştiriyorlar. Tüm öğrenim sistemine üretimin gereksinimlerine uygunluk açısından bakıldığı eleştirisini de ayrıca not edelim.

Gelelim yeni kurulacak Bilim, Araştırma ve Uzay Yolculuğu Bakanlığı’na. Böylece bu alanların üniversitelerden ayrılması ve özel girişime geniş alanlar açılması hedeflendiği anlaşılıyor. Üniversitelerdeki araştırma projelerine özel sermayeden gelen fonlarla bu yolun zaten çoktan açılmış olduğunu eklemeliyim. Fakat bu sayede belki askersel alan da içinde olmak üzere bilimsel araştırmaların ağırlıklı bölümünün sermayenin emrine girmesi devlet politikasına dönüştürülecek.

Örnek: Kültür 

Sözleşmenin bu bölümü sanat ve kültür çevresinden değil, sermaye piyasasının temsilcisi ekonomi uzmanları tarafından kaleme alınmış gibi. “Özgürlüğümüzün temelini oluşturan kültür” benzeri formülasyonlar tabii ki eksik değil. Ancak büyük lafların somut bütçeler de gereksindiği unutulmuş gibi. Bu hükümet dönemi şimdiden göründüğü kadarıyla bazı yerleşik kültür ve sanat kurumlarının sonu olacak. Daha doğrusu, sanat ve kültürel etkinlikler daha çok özel sermayenin inayetine terk edilecek. Abartılı gibi gelen bu iddiayı açıkça ifade eden alıntıya bakın: “Kültürel çalışmalara desteği daha geniş bir alana yerleştirmek istiyoruz. Kültür sponsorluğu, Mesenlik, özel vakıflar daha çok kültür mümkün kılabilirler.” (Satır 3907-9) Demek işi feodal çağlara özgü mesenliğe dek uzatacaklar.

Bu arada kültürel etkinlikleri kırsal alana taşımak da önemli bir görev olarak ele alınıyor. Ancak burada işaret edilen, çağdaş, deneysel sanat ve kültür değil. Koalisyon sözleşmesi metninde vurgulandığı şekliyle tamamen tutucu bir yaklaşım söz konusu: Kırsalda “âdet ve gelenekler, amatör kültür ve müzik” daha çok desteklenecek. 

Muhafazakârlıktan gericiliğe uzanma kokuları saçan kültürel bakışın bir diğer ifadesini de “ulusal ve uluslararası anıtlar”a yaklaşımda hissedebiliyoruz: “Anıtları, dokümantasyon merkezlerini ve eğitim tekliflerini önemli işlevleri nedeniyle destekleyeceğiz.” (Sözleşme satır 4446) Gençliğin bu tarihi anıtları ziyareti muhakkak sağlanmalıymış. Eh, bir ulusun geçmişini bilmesi, ulusal kahramanlarını tanıması, onları saygıyla anması doğaldır. Ne var ki, Alman tarihi bu açıdan oldukça lekeli. Özellikle 2. Dünya Savaşı söz konusu olduğunda hızla “Abartmayalım, Naziler o kadar da kötü değillerdi” demeye ya da rövanşistlerin “kaybedilen topraklardaki haklar” taleplerine evrilebiliyor. Ayrıca bu noktada, Almanya’nın hemen her kentinde kurulan ve salt antikomünist propaganda yaymak üzere tek yanlı, kısmen abartılı ve kısmen kaba yalanlar da içeren Alman Demokratik Cumhuriyeti Müzeleri akla geliyor. Ya da en son Ukraynalı faşist Stepan Bandera’nın mezarının ziyarete açılışı. Almanya’da birçok belgeye milliyetçi olduğu, “30’lu, 40’lı yıllarda Ukrayna’da bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine önderlik ettiği” notunun düşüldüğünü düşünüp tüylerimiz diken diken oluyor. Ama eğer mesele “savaşa hazırlık” ise, böylesi ayrıntıları mıncıklamanın anlamı kalmaz.

Sonuçta sanat ve kültürden elini çekerek, varsa yoksa eyaletleri de tamamen yalnız bırakarak boşalttığı alanı özel sektöre devretmeyi kafasına koymuş birilerinin anlaşması bu. Giderek olanakları kısıtlanan, kısmen kapatılacağı konuşulan devlet ve kent tiyatro tesislerindeki büyük tiyatrolar, opera, bale, dans gösterileri, orkestralar... Zaten ticaret ve spekülasyon metaı haline getirilmiş ve bir avuç özel galerinin kâr marjı hesaplarına mahkûm olmuş resim ve heykel sanatı... 

Yaratıcı kültürel etkinlikler düzenleyerek ya da doğrudan sanatsal üretimle geçim mücadelesi verenlerin hayatı daha da zorlaşacak.

Konuyla ilgili en dikkat çekici yaklaşımlardan biri başlığın sonuna kaldı: “Dış dünyaya yönelik kültür politikası Alman dış politikasının merkezi bir parçası, Almanya’nın yumuşak güç aracı ve bu bağlamda global olarak itibar, etki, nesilden nesile anlatılacak olaylar, yeni fikirler ve değerler rekabetinde stratejik bir aletidir.” (Sözleşme satır 4102-04) Eh, bir emperyal güçten bundan başkası da beklenemezdi.

Mülteciler sorunu

Konuyu bu sefer AfD ortaya attı. Zaten yıllardır Hıristiyan demokratların akıllarından gitmeyen bir seçim sloganıydı. Hep beraber üstünde tepinmeye başladılar. Geri kalanlar da aynı sahneye doluştular. Böylece seçimler öncesinde toplumsal herhangi bir soruna ciddiyetle değinmek için boşluk bırakmadılar. Aslında kast ettikleri İslam ülkelerinden gelenlerle siyah Afrikalılardı. Bir milyonu bulan “sarışın, mavi gözlü” Ukraynalıdan bahseden yoktu. Her neyse, şamata nihayet bitti. Şimdi 144 sayfanın sadece 4 sayfasına sığmış o “koca yakıcı sorun”. 

Önce birkaç alıntıyla başlayalım: Dört sayfanın ilk cümlesi Almanya’nın göçmensiz var olamayacağını söylüyor: “Almanya dünyaya açık bir ülkedir ve öyle de kalacaktır.” Sonra da  kaçamak bir giriş cümlesiyle asıl soruna yaklaşıyor: “İnsani sorumluluğumuzun arkasındayız.” Ve ardından koca bir yalan okuyoruz: “Temel sığınma hakkına dokunulmayacaktır.” Dördüncü ve beşinci cümlelerde asıl ne istediklerini açıkça ifade ediyor: “Entegrasyonu mümkün kılmak istiyoruz. Göç dostu bir ülke olarak kalmak ve işgücü piyasamızı nitelikli göçe cazip kılmak istiyoruz.” (Sözleşme satır 2959-62)

Yani “hazır yetişmiş, genç ve görece daha düşük ücretle çalışacak doktor, mimar mühendis, bilim insanı, akademisyen, ya da kaynakçı, frezeci, tornacı gibi uzman işçi istiyoruz” diyor. Bunun dışında kalanlar, sermaye açısından “çöp” değerindedir ve ölecek bile olsa sınırdan içeri sokulmamalıdır! İşte bu kadar.

Dokunulmayacağı söylenen sığınma hakkına gelince... Anlaşmaya göre şimdiye kadarki eyaletlere, kentlere dağılmış gönüllü kabul programları sonlandırılacak. Bu bağlamda Federal Gönüllü Kabul Programı da olanaklar elverdiğince sınırlanacak. Yani sığınmacı kabul edilen sorunlu ülkeler listesi temizlenecek. Örneğin Afganistan gibi bazı ülkeler listeden çıkarılacak. Ailelerinin getirilmesine de son verilecek. Geri gönderme anlaşmaları sıkılaştırılacak.

Ya Filistinliler? Onlar zaten çoktan beridir yoktu listede! Şu anda Almanya’da yaşamakta olan Filistinliler Lübnan içsavaşı sırasında gelmiş olanlardan kalan yaklaşık 100 bin kişi. Çünkü Almanya uzun yıllardır Filistin’den siyasi mülteci kabul etmiyor. Daha doğrusu tüm AB ülkeleri, Filistin mültecileri için Birleşmiş Milletler tarafından kurulmuş olan örgütün (UNRWA- United Nations Relief and Works Agency for Palestine Refugees) koruması altında oldukları için Filistinlilere sığınma hakkı tanımıyordu. Hem İsrail antidemokratik ve baskıcı bir devlet olarak görülmediği, hem de bu insanların zaten Gazze’de koruma altında olduğu kabul edildiği için... Çifte ahlakın, daha doğrusu ahlaksızlığın bu kadarı insana “pes” dedirtiyor.

Gerisi AB’ye içkin ortak çabalara bakıyor. AB tarafından daraltılarak ve tüm üye ülkelerce uygulanması zorunlu hale getirilen sığınma kabul kurallarına (GEAS) atıf yapılıyor. Bunlar aslında iltica haklarını kısıtlamanın yanı sıra mültecilerin sürekli izlenmesi, kontrolü, elde edilen bilgilerin AB ülkeleri arasında paylaşımı benzeri önlemler manzumesi. Bunu ulusal yasa haline getirmekten bahsediliyor. GEAS’a uyulacağı belirtiliyor ve -çok daha korkutucusu- “Bunu Avrupa çapında daha da geliştireceğiz,” deniyor.

Bundan ötesi geri gönderme, geldiği ülkeyi sorumlu tutma gibi salt baskıcı önlemler. İlticası kabul edilenlerin yaşamını kolaylaştırmak, travmalarını atlatmalarına yardımcı olmak, tekrar normal yaşama dönmelerine yol döşemek gibi pek çok kez gözümüze takılan “insanî” kavramıyla bağlantılı önlemlere gelince... O tür işlere bu dört sayfada yer kalmamış.

'1920’ler İtalyası'na doğru 

Uzun lafın kısası: 144 sayfayı birkaç sayfada özetlemek zor iş. Birçok nokta ister istemez dışarıda kaldı. Yine de daha yakından bir fikir edinmek isteyenler için somut bilgi kırıntıları serpiştirmeye çalıştım. Ancak son bir not eklemeksizin bitirmek istemem:

Bu hükümetin bütün 21’inci hükümet döneminin sonuna dek iktidarda kalacağından şüphe duyanlar çok. Gelişmeler bende 1920’li yılların İtalya’sını çağrıştırıyor: Giderek sarsılan ekonomi, tırmanan işsizlik, huzursuz çiftçiler, İtalya tarihindeki “İki Kızıl Yıl” sonrası tamamen yenilmiş ve sendikalarca geri çekilmiş bir işçi sınıfı, bunlara karşın bir türlü hükümet kuramayan beceriksiz ve kararsız liberaller... Ardından elbirliğiyle Mussolini’ye armağan edilen hükümet kurma görevi!

Yeni faşizmlerin sahneye çıkmayacağına kim garanti verebilir? 100 yıl sonra da olsa...