Bastille ve La Marseillaise: Fransız Devrimi’nin iki simgesi

Eski rejimin sembollerinden Bastille’in düştüğü 14 Temmuz, eski rejimin bütünüyle çöktüğü ve burjuvazinin kendi niyet ve hayallerinin ötesinde bir tarihsel role büründüğü bir dönüm noktası oldu.

Çağdaş Sümer

Muhafazakâr ve liberal burjuva tarihçileri, 28 Haziran 2018'de kaybettiğimiz komünist tarihçi Domenico Losurdo’nun sözleriyle ‘‘devrimci geleneğin likidasyonuna’’ yönelik çabalarında en çok Büyük Fransız ve Büyük Ekim Sosyalist devrimlerine saldırdılar. Başlıca argümanları, insanlık tarihinde eşitlik ve özgürlüğe doğru kaydedilmiş bu büyük sıçramaların gerçek birer toplumsal devrim olmadıklarıydı. Devrimler tarihin rayından çıkmasından, devrimcilerse ideolojik hırslarıyla kazana fazla kömür atarak buna sebep olan ehliyetsiz makinistlerden ibaretti.

Bu ‘‘revizyonist tarihçiler’’ devrimlerin ‘‘sosyal yorumu’’ olarak adlandırdıkları, insanlık tarihindeki bu kırılmaları sınıf mücadeleleri temelinde anlamaya ve açıklamaya çalışan Marksist tarihyazımını hedef alıyorlardı. Bize düşense bu büyük devrimci geleneği canlı tutmak. Bunun için Fransız Devriminin iki önemli simgesinin, 14 Temmuz Bastille Baskını ve La Marseillais Marşı’nın sınıfsal anlamını hatırlamak ve bu simgelerin ‘‘sosyal yorumuna’’ kısa bir göz atmak istedik.

Devrimin dönüm noktası: Bastille Baskını

1789’da başlayan, giderek radikalleşerek 1793’te doruk noktasına ulaşan ve karşı-devrimin 1814’teki nihai zaferiyle sona eren Büyük Fransız Devrimi pek çok kritik evreden geçmiş; devrimin kaderini belirleyen pek çok olay yaşanmıştır. Ulusal Meclis’in kurulması, İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin kabulü, Anayasa’nın ilanı, kralın idam edilmesi, uluslararası gericiliğe karşı savaş, Jakobenlerin iktidara gelişleri ve Terör dönemi bunlar arasında ilk akla gelenlerdir. Fakat bunlardan hiçbiri 14 Temmuz 1789 günü Paris halkının sefalet içinde yaşadığı faubourg adı verilen varoşlardan çıkarak gericiliğin sembolü olarak görülen Bastille Hapishanesi’ni ele geçirmesi kadar Devrim’le özdeşleşmemiştir. Öyle ki bugün 14 Temmuz, Fransız Devrimi’nin yıldönümü olarak kutlanmaya devam ediyor.

Oysa Fransız Devrimi’nin büyük tarihçisi Georges Lefebvre, tek bir burjuva devriminden değil farklı toplumsal sınıfların seferber olduğu, devrimin birbirini izleyen evrelerinden söz etmemiz gerektiğini belirtir. Devrim, bütün büyük siyasal devrimlerde olduğu gibi eski rejimin çöküşüyle başlamış ve bu çöküşü tetikleyen de burjuvazinin siyasi iktidara ilişkin taleplerinden çok, feodalizmin krizi karşısında imtiyazlarına daha sıkı sarılmaktan başka bir çare göremeyen aristokratların tepkileri olmuştu. Aristokrasi mutlakıyete karşı direnişi, din adamlarını da yanına alarak kendi siyasi üstünlüğünü yeniden sağlamak ve eskimiş toplumsal ayrıcalıkları kurtarmak için başlatmış, bu amaçla kralın 1614’ten beri toplanmayan Genel Meclis’i toplantıya çağırmasını sağlamıştı.

Eski rejimin üç temel tabakasının, yani aristokratların, din adamlarının ve burjuvalarla halktan oluşan üçüncü tabakanın temsilcilerinin bir araya geldiği Genel Meclis 5 Mayıs 1789’da toplandı ve bu toplantının ardından krizin yükünün kimin omuzlarına bineceğine ilişkin tartışma hızla bir siyasi bunalıma evrildi. Üçüncü tabaka diğer iki tabakayla eşit oy hakkı, eşit vergilendirme ve feodal ayrıcalıkların kaldırılmasını talep ediyordu. Aristokrasinin bu taleplere gösterdiği direnç, devrimin burjuva aşamasının başlamasıyla sonuçlandı. 17 Haziran’da kendilerini Ulusal Meclis olarak ilan eden Üçüncü Tabaka temsilcileri, bir anayasa yapılana dek dağılmama kararı aldılar. Bununla birlikte Ulusal Meclis’e hâkim olan burjuvaların temel hedefi toplumsal sistemin altüst olması değil, kendilerine siyasi iktidarda diğer iki tabakayla eşit pay verecek bir uzlaşıydı.

Fransa’daki bu siyasi bunalımın gerçek bir toplumsal devrime dönüşmesini, bir anlamda Fransız Devrimi’nin mülk sahibi sınıflar arasında bir mutabakattan kurtarılmasını sağlayan şey, devrimin korunması için halkın sahneye çıkması oldu. Aristokratların devrimi boğmak için bir komplo peşinde olduklarına inanan Paris’in sıradan insanları, kraliyet birlikleri ve haydutlar tarafından kuşatılan şehirlerinin Montmartre Tepesi ve Bastille Hapishanesi’nden topa tutulacağını ve sonrasında da yağmalanacağını düşünüyorlardı. Sokaklara barikatlar kuran Parisliler aceleyle oluşturulan ‘‘burjuva milisini’’ silahlandırmak için aynı zamanda bir barut deposu olan Bastille Hapishanesi’ne yöneldiler. Hapishaneyi koruyan askerî birliklerin ateş açmasıyla doksan sekiz isyancı ve bir askerin hayatını kaybettiği bir çatışma başladı.

Ulusal muhafızların isyancıların safında çatışmaya katılmasının ardından ele geçirilen Bastille Hapishanesi’nde yalnızca yedi mahkum bulunmuştu. Fakat Paris genelinde 200.000’den fazla insanın silahlandığı ve eski rejimin sembollerinden Bastille’in düştüğü 14 Temmuz, halkın müdahalesiyle eski rejimin bütünüyle çöktüğü ve burjuvazinin kendi niyet ve hayallerinin ötesinde bir tarihsel role büründüğü bir dönüm noktası oldu. Burjuva devrimi bir halk devrimiyle taçlanmıştı. Öyle ki Fransız burjuva cumhuriyeti 1880 yılında bu tarihi ulusal bayram olarak kabul ettiğinde, Bastille baskınının ulusu birleştirmek için fazla kanlı ve ayrıştırıcı bir olay olduğunu düşünecek ve kendisini bayramın resmî gerekçesi olarak kralın 14 Temmuz 1790’da anayasaya bağlılık yemini ettiği bir töreni göstermek zorunda hissedecekti. Günümüzdeyse 14 Temmuz, emperyalist Fransa’nın askerî güç gösterisi yaptığı bir ulusal bayram olarak burjuvaziye hizmet etmeye devam ediyor.

Devrimin marşı: La Marseillaise

Marksizmin bir düşünce sistemi olarak üç kaynağının olduğu sıkça tekrarlanır: Alman felsefesi, Fransız devrimci düşüncesi ve İngiliz siyasal iktisadı. Düşünsel gelişimine ve eserlerine yansıdığı kadarıyla Marx bu üç kaynakla hayatının birbirini izleyen evrelerinde haşır neşir olmuş gibi görünür. Marx, Alman felsefesiyle gençlik yıllarında tanışmış, siyasete ilgi duyarak bir devrimci haline geldiği dönemde Fransız devrimci düşüncesini ve pratiğini daha yakından keşfetme fırsatı bulmuş, İngiltere’deki sürgün yıllarındaysa British Museum’da İngiliz siyasal iktisadının eleştirisi için dirsek çürütmüştü. Fakat aslında bu üç meşhur kaynak arasında Marx’ın üzerinde ilk etkisini bırakan Fransız Devrimi ve elbette devrimin belki de en bilinen sembolüydü: La Marseillais ya da Türkçesiyle Marsilyalı marşı.

Marx’ın çocukluğuna dair pek de fazla olmayan bilgilerimiz arasında, bir avukat olan babası Heinrich Marx ve arkadaşlarının siyasi tartışmalar yaptıkları bir kulüpte düzenledikleri yemeklerden birinde La Marseillaise başta olmak üzere devrimci marşlar söyledikleri, bu nedenle de polis takibine alındıkları bilgisi yer alır. Almanya’nın Ren bölgesinde bulunan Trier şehrinde, Fransız ordularının çekilmesinden yalnızca beş yıl sonra doğan ve devrimci bir kültürün etkisi altında büyüyen Marx’ın Fransız Devrimi’nin çocuğu olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Üstelik günümüzde La Marseillaise adıyla bilinen bu marş aslında Marsilya’da değil sınırın hemen karşısındaki Strasbourg şehrinde, Ren ordularının savaş şarkısı olarak bestelenmişti.

La Marseillaise aslında devrimin eski rejimin yıkıldığı ilk evresinin değil, uluslararası gericilik karşısında savunulmak zorunda kaldığı ve giderek radikalleştiği ikinci evresinin ürünüydü. Avusturya’ya karşı savaş ilanından beş gün sonra 25 Nisan 1792’de Claude Joseph Rouget de Lisle isimli bir subay tarafından bestelenen şarkı ilk kez ertesi akşam şehrin belediye başkanının salonunda sunulmuş, 29 Nisan’daysa Ulusal Muhafız Bandosu tarafından çalınarak Birinci Rhône ve Loire taburu tarafından söylenmişti. Birkaç gün sonra sözleri ve notaları matbaada basılan marş yaklaşık bir ay süren bir yolculuğun ardından Marsilya şehrine ulaştı ve burada büyük bir heyecan yaratarak Anayasa şöleninin sonunda seslendirildi. Ertesi gün yerel basında yayımlandı ve ayrı bir büyük boy kâğıda basılan pek çok nüshası, güçlükle toplanan Marsilya Taburu’nun gönüllülerine dağıtıldı. Şarkı, bu tabura bağlı askerler tarafından sürekli söylendiği ve Temmuz ayı boyunca süren Paris yürüyüşleri sırasında yol üzerinde dağıtıldığı için, Marsilyalıların marşı olarak anılmaya başladı.

1795 yılında Fransız ulusal marşı olarak kabul edilen La Marseillaise, Fransa’nın bir imparatorluğa dönüştüğü Napolyon ve III. Napolyon dönemlerinde içerdiği devrimci fikirler yüzünden bu sıfatını kaybetse de, sadece Avrupa’da değil Latin Amerika ülkelerinden Osmanlı İmparatorluğu’na kadar çok geniş bir coğrafyada eşitlik, özgürlük ve kardeşlik düşleri kuran devrimcilerin dilinden düşmedi. Öyle ki Namık Kemal’in coştuğu zamanlarda çok sevdiği ve tamamını ezbere bildiği bu marşı azametli bir sesle okuduğu anlatılır.

Paris Komünü’nün yıkıntıları üzerinde yükselen yeni Fransız burjuva cumhuriyeti 1879 yılında sankülotların mirasçılarının yarattığı tehdidi bertaraf etmiş olmanın verdiği güvenle La Marseillaise’i bir kez daha ulusal marş olarak kabul ederken, mağlup ama mağrur Fransız işçileri de Komün’ün barikatlarından doğan yeni bir marşı, Enternasyonal’i kendilerine bayrak ediniyorlardı. Hemen hemen aynı tarihlerde sözleri değiştirilerek Rus devrimci hareketi tarafından benimsenen La Marseillaise, 1917 Şubat Devrimi’nin ardından kurulan Geçici Hükümet tarafından da ulusal marş olarak kabul edilecek ve ancak Ekim’in ardından Lenin’in müdahalesiyle yerini Enternasyonal’e bırakacaktı. Genç Sovyet devrimi işçilerin ülkesine işçilerin marşının yakışacağını düşünmüştü. 2 yıl sonra bir başka devrim coğrafyasında, işgal kuvvetlerinin La Marseillaise söyleyerek İstanbul sokaklarında dolaştıklarını duyduklarında hüzünlenen burjuva devrimcileri düşünüldüğünde hiç de haksız sayılmazlardı.

Devrimin ve karşı-devrimin La Marseillaise üzerinden karşı karşıya geldikleri son tarihsel dönemeç II. Dünya Savaşı oldu. Paris’i Nazilerden kurtaran direnişçilerin de, 8 Mayıs günü radyodan zafer konuşmasını yapan emperyalizmin ve gericiliğin mümtaz ismi De Gaulle’ün de dilinde aynı marş vardı. Bugünse Fransız ulusal kimliğinin temel taşı olarak Dünya Kupası Finali’nin tribünlerinde dinleyebilirsiniz bu görkemli, ama ihanete uğramış savaş çağrısını.

* Yazı ilk olarak soL Dijital dergisinde 2018 yılında yayınlanmıştır.