Averof Stadyumu'ndan Tokyo'ya: Türkiye'nin olimpiyat serüveni

Olimpiyatlara hevesli bir intiba uyandırsak da bu toprakların olimpik macerası iniş çıkışlı, eksikli ve çalkantılıdır.

İsmail Sarp Aykurt

Olimpiyatların her ülke için önemli olduğunu baştan not etmek gerekiyor. Burada madalya kazanmak da sporcu ve ülkesi açısından en büyük prestijlerden biri oluyor. Yani, oyuncu için itibarlı olanın, ülke için yarattığı propaganda değer ve olanağı yadsınamaz.

Türkiye’nin de “Citius, Altius, Fortius” deyişi, yani “Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü” olmak için süregelen bir olimpiyat öyküsü bulunuyor.

Kesintili, ikircikli ve türdeş olmayan bir öykü bu...

Ve bu öykü, ilk olarak ve modern çağlar içerisinde 1896 Atina ile start alıyor. Savaş dönemleri olan 1916, 1940 ve 1944’te sekteye uğruyor.

1896: Yenilmeyen ama reddedilen pehlivan

1896 Atina Olimpiyatları’nda Deliormanlı Koç Mehmet Pehlivan güreş müsabakalarında boy gösterecektir ve o, tam da bu sebeple Yunanistan’da şimdiki ismi “Panathinaiko” olan Averof Stadyumu’ndadır. Ancak modern anlamdaki ilk olimpiyatta ilk Türk olarak yerini almaya hazırlanan Mehmet Pehlivan’ı koca bir hayal kırıklığı bekliyordur. Osmanlı Devleti’nin Olimpiyat Komitesi’ne ne üyeliği vardır ne de pehlivanın elinde bir belgesi… Katılamadan geri döner,  Deliormanlı Koç Mehmet Pehlivan...

1900 Paris oyunlarında ise katılan 26 ülke arasında Türkiye coğrafyasından kimsecikler yoktur. 1904’te, ABD’nin St. Louis kentinde gerçekleşen olimpiyatlarda da durum aynı kalacaktır.

1906 yılında yine Atina’da, olimpiyatların tarihsel ev sahibi Yunanlıların zorlamasıyla düzenlenen ara olimpiyatlarda bu kez Osmanlı Devleti temsil edilmiştir.

Atina’ya 30 sporcu gitmiştir, bunlar İstanbul’dan 8 Rum, İzmir’den 1 Ermeni ve 10 İngiliz, Selanik’ten ise 1 Yahudi ve 10 Rum olarak kayda geçer. Sporcular 1 altın, 1 gümüş ve bronz madalya ile tamamlarlar ara olimpiyatları...

İzmir Futbol Karması’nın ikinciliği, Selanik Futbol Karması’nın üçüncülüğü kazanması ile Osmanlı’nın ilk spor kulübü olan ve Rum gençlerce 1896’da kurulan Tatavla Heraklis JK’nin (bugünkü Kurtuluş) jimnastik sporcusu Yorgo Alibrantis’in 10 metrelik ipe tırmanma yarışmasında dünya rekoru kırması, tarihe düşülen notlar arasındadır. Kardeşi Niko Alibrantis de olimpiyatlarda yarışanlardandır.

1908 Londra’ya ise modern olimpiyatların kurucusu kabul edilen Coubertin’in henüz bir olimpiyat komitesi olmayan ülkeyi, kişisel temsilcisi Selim Sırrı Bey’e (Tarcan) yaptığı jest ile 1 kişiyi davet etmesi mutluluk vericidir. Yine Tatavla Heraklis JK sporcusu ve Galatasaraylı Aleko Mulos bir madalya kazanamasa da olimpiyatlarda bu toprakları temsil eden ilk sporcudur artık.

Papazyan’ın koşusu, Mıgıryan’ın çabası

Osmanlı 1912 Stockholm Olimpiyatları’na, kuruluşu tarihsel olarak tartışmalı olan “Osmanlı Olimpiyat Cemiyeti” ile 2 sporcu katılımı sağlayacaktır. Vahram Papazyan ve Mıgırdıç Mıgıryan dikkate değer bir başarı elde edememişlerdir. Ancak Papazyan’ın katıldığı yarışta son turlara önde girmesi, Mıgıryan’ın disk, gülle atma ve dekatlona katılması hatırlanacaktır.

1916 yılı için ise söylenecek tek şey vardır: Berlin’de buluşulacak sanılırken, emperyalizmin paylaşım savaşı spor yerine ölüm, yıkım ve acıdan başka bir şey bırakmayacaktır.

1920’de ise bu kez yarım kalan olimpiyatlar, Belçika’nın Anvers şehrine taşınmıştır. Osmanlı Devleti, “Dünya Savaşı’nı çıkaran ülkelerden birisi kabul edildiği için” Almanya ve Avusturya ile birlikte cezalandırılmış, “olimpiyat dışı” bırakılmıştır.

1924, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Paris Olimpiyatları’na katılımı için önemlidir. 41 sporcudan oluşan kalabalık Türk kafilesi, madalya kazanamasa da sportif gelişim ve perspektif açısından hissedilir derecede bir değişim için kararlı görünmektedir.

1928’de ise Amsterdam’da 40 sporcu ile en iyi derecemiz 4’üncülük olacaktır. Adımızı Olimpiyat şeref kütüğüne yazdıracak; ancak 1932’de Los Angeles’a gidiş masraflı olduğu için katılamayacaktık. Okyanusu aşmak, sporcuları taşımak için zor zamanlardır.

1936’nın karanlığında gelen ilk madalyalar

1936 Berlin ise hem kış hem de yaz olimpiyatlarını üstlenen Nazilerin karanlığında geçen bir serüveni anlatmaktadır. İlk Türk kayakçıları Münih’te “Biz kazanmaya değil, öğrenmeye geldik” diye ekliyor ancak yaz olimpiyatlarında şeref kürsüsüne altın madalya almak için grekoromen güreşte Yaşar Erkan ile serbest güreşte tarihimizdeki ilk madalyamızı kazanan Mersinli Ahmet Kireççi çıkmaktadır.

Ancak madalyadan öte olan şeyler vardır...

Olimpiyatlara katılan ilk kadın eskrim sporcularımız Halet Çambel ve Suat Fetgeri Aşeni erken elense de, Halet Çambel, görüşme talep eden Hitler’i reddederek dikkat çekecektir.

1940 ve 1944’te ise faşizmin karanlığı ve İkinci Dünya Savaşı ile olimpiyatlar mecburi olarak pas geçilirken; 1945’te Sovyet Kızılordusu Avrupa’yı özgürleştirmesinden sonra 1948’e hazırlanılacaktır.

Savaş sonrasında Londra’da 12 madalya

1948’de yine Londra’daydık. Mersinli Ahmet Kireççi yine kürsüde idi. Sayımız o zamanın rekoru olmakla kalmıyor, Türkiye  Olimpizmi sahne alıyor, 12 sporcumuz madalya kazanıyordu. Gazanfer Bilge, Celal Atik, Yaşar Doğu... 1952 Helsinki’de ise en büyük yenilik, Sovyet spor okulunun olimpiyatlara dahli olmuştur. Bu oyunlarda da 2 altın ve 1 bronz kazanıyorduk.

1956 Melbourne, büyük bir kafile ile gidemediğimiz ve kazandığımız 7 madalyanın da tamamının güreşten olduğu bir oyun olacaktır. 1960 Roma’da ise “minderde Türk fırtınası” olarak anılacak, Türk güreşçileri 7 altınla eve dönecektir. Ancak toplamda 9 kürsümüz vardır.

1964 Tokyo’da toplam 6 madalyamız varken;, 1968 Meksika’da, 200 metre sporcuları Smith, Carlos ve Norman’ın tarihi protestolarıyla anılan olimpiyatlarda 2 altın; ABD’nin basketbolda SSCB’ye yenilip hegemonyasının sona erdiği, İsrailli sporcuların öldürüldüğü olaylı Münih 72’de ise 47 sporcumuzla sadece 1 gümüş madalya hanemize yazılır.

Montreal 76’da durumumuz hiç de iyi değildir. Madalya alamadan döndüğümüz olimpiyat Montreal’den sonraki 1980 Moskova Olimpiyatları’nda ise emperyalizmin kara propagandasına maalesef ve kolayca alet oluyor, oyunlara katılmamakla birlikte 4 kişilik bir heyetle orada bulunmuş sayıyorduk kendimizi...

1984 Los Angeles’te ise bu kez “hazır ol” durumundaydık. Ancak 48 sporcuyla sadece 3 bronz kazanabildik. Ancak bu madalyaların önemi sayısı değil, boks branşında 2 bronz kazanılması oldu. Güreş dışına çıkabildiğimizi fark ettik. 36 sene sonra minder dışından ilk madalyalardı bunlar...

Özal ile liberalleşme Naim ile halter

1988 Seul’de, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nden Türk halterine transfer edilen ve üst üste 3 olimpiyattan altın madalya ile dönecek olan Naim Süleymanoğlu’nun damga vurduğu bir halter çağı açılmış olacaktır. Sonrasında Halil Mutlu’nun geleceği bir çağdır bu.

1992 Barcelona, Süleymanoğlu ile birlikte toplamda 2 altın, 2 gümüş ve 2 bronz alıyor; judoda Hülya Şenyurt ilk kez bir kadın Türk sporcusu olarak kürsüye çıkıyordu. “Kâr getiren olimpiyat oyunları” olarak tarihe kazınan Atlanta’da, 1996 yılında ise ilk kez bir Türk boksör finale çıkmış ve Türkiye 4 altın, 1 gümüş ve bronzla olimpiyatı kapatmıştı.

Ege’nin karşı kıyısından gelen 11 madalya

“Milenyum çağının başlangıcında”, Sydney’de 5 madalya alıyor, halterde Halil Mutlu Atlanta’dan sonra 2. altınını kazanıyordu. 2004’te ise olimpiyatlar evine, Atina’ya yeniden dönüyordu. Komşuda katıldığımız olimpiyatlarda toplamda 11 madalya kazanarak iyi bir grafik sergilemiş olduk.

Ancak yaşadıklarımız arasında belki de en acı olanı madalya beklentimizin olduğu Süreyya Ayhan’ı ülkecek yitirmek olacaktı.

2008’de Çin’in başkenti Pekin’de 1 altın, 1 gümüş ve 3 bronz, 2012 Londra’da toplam 3 madalya ve 2016 Rio de Janeiro’da 1 altın, 3 gümüş ve 4 bronzla 2020 (21) Tokyo olimpiyatlarına kadar erişmeyi başardık.

Tarihimizde en çok madalyaya ulaştığımız olimpiyat oyunları ilk üç sıra ile 1948 Londra 12 madalya, 2004 Atina 11 madalya ve 1960 Roma 9 madalya ile istatistiklere yansımış durumda.

TMOK verilerine göre, Türkiye’nin toplamda kazandığı 91 madalya bulunuyor. En başarılı olduğumuz spor branşı olarak ise 63 madalya ile güreş birinci ve hemen ardından 11 halter ve 7 tekvando madalyası geliyor. 2020(21) Tokyo Olimpiyatları ise istatistiğin lehimize artması için bir fırsat olarak güncelliğini koruyor.

Ülkemizin geliştirmesi gereken hâlâ çok yönü bulunuyor.

Tarih bize bunu öğretecek verileri sunmakla birlikte, sporun ve olimpizmin politika ile kurduğu organik bağı anlatıyor ve sportif başarının kültürel bir süreç olmakla birlikte toplumsal düzenle ilişkilerini sere serpe gösteriyor.

Olimpiyat tarihi, kendi trafiğinde akmaya devam ediyor gibi görünüyor.

Türkiye’nin olimpiyat tarihine ve makus talihine “gerçekçi” müdahalesinin ise biraz zaman alacağını ve bir toplumsal dönüşümün sonucu olacağını tahmin etmek hiç de zor olmuyor...