'Aslolan hayattır ya da hoş geldin ölüm'

'İyi ki doğmuşsun. Kitaplarının kapağından yansıyan muzip, hüzünlü, uçarı gülümsemenle, seni her okuyan kişi için tekrar tekrar doğmaya devam edeceksin.'

Sezen Solhan

Günlerden 30 Eylül. Sevgi Soysal’ın 85. doğumgünü. Ölümünden kısa süre önce başlıktaki gibi sesleniyor Sevgi Soysal. Onu okuyan ve  yeni tanıyan hemen herkesin düşündüğü şey, Sevgi Soysal’ın bu dünyadan erken ayrılmış olduğudur. “Daha uzun yaşasaydı neler üretirdi kim bilir?” der , “40 yaşında, en üretken çağında” ölmüş olmasına hayıflanır Sevgi Soysal okuru. Fakat bu yazının konusu onun erken ölümünden duyulan hüznü anlatmak değil. Yazının konusu onun eserlerinde bıraktığı düşünsel, düşsel, politik, psikolojik izlerin peşine düşmek. Bu, bir yazıda ne kadar mümkün olabilirse elbette.

Sevgi Soysal Türk Edebiyatı içerisinde her ne kadar 12 Mart dönemi yazarlarından sayılsa da, onu salt böyle bir kategoride değerlendirmenin haksızlık olacağı açık. Eserleri döneme ait sosyolojik, politik bir okuma yapılabilecek derinliktedir kuşkusuz ama bunlarla sınırlı değildir. İlk öykü kitabı “Tutkulu Perçem” den son romanı “Şafak”a dek yenilik ve değişim tutkusu okuru içine çeker. Umudu ve direnişi ile belirir hafızamızda. Yazdığı eserlerin geniş bir karakter yelpazesi vardır. Zaman kurgusu kronolojik ilerlemez.

Tante Rosa adlı episodik yapıtı, Rosa’nın hayatından bazı kesitlere odaklanır. 1968 yılında yayımlandığında gerek öykünün geçtiği mekan ve karakterler, gerek anlatılan kadın karakterin alışılmadık özellikleri, gerek kullanılan teknik bakımından “yabancı” dır. Edebiyata getirdiği yenilikler daha sonradan anlaşılacak ve Sevgi Soysal özellikle Tante Rosa eseriyle daha ölümsüz olacaktır. Toplumun kör inanışlarına, gericiliğe, kalıp yargılarına saldırı hissettirir kendini. Tante Rosa’nın daha küçük bir çocukken rahibeler okuluna gönderildiği bölümü okurken Schwester Maria ile yaşadığı diyaloglarla başlayan gericilik eleştirisi tüm kitap boyunca görülür: “Tante Rosa rahibe okulunda vücudunun kötü bir şey olduğunu öğrendi. Yıkanırken soyunmak yasaktı. Gömlekle yıkanılıyordu. Bir gün yine koşarken düştü. Rahibeler yarasını sarmak için olsa da, kara çorabını çıkarmasına izin vermediler. Yara iltihaplandı. Schwester Maria, Rosa’ya Tanrının onu cezalandırdığını, vücudunu unutmayı, içini Tanrı’ya adamayı, arzularını sindirmeyi bilmediği için yarasını iyileştirmediğini söyledi.”

Tante Rosa kadına biçilen tüm toplumsal rollere bir başkaldırıdır: “Akşamları dükkanı kapatıp yorgun argın eve gittiğimde bana hayatı kim sevdirecek?” diyordu. “Eve aldığı birkaç parça eşyanın bekçiliğini yapmadım diye bana çatacak adam değil, felsefeye ihtiyacım var benim ya felsefeye!” diyor Tante Rosa kocasının kendisine dükkanda neden yardım etmediğini soran meraklı komşularına. Tante Rosa devamlı iş aramaktır, çalıştığın ayın parasını alamadan işten kovulmaktır aynı zamanda. Savaş sonrası dönemde daha fazla hissedilen açlık, yoksulluk, işsizlik sorunu kitabın içinde kapitalizm eleştirisi olarak verilir. “Tante Rosa buzdolabını açtı. Bir kavanoz ekşi yoğurt buldu, batı batı denen uygarlık bu işte, buzdolaplı açlıklar var burda. Yoğurdun, peynirin küflenmişi iyidir de etin, balığınki kötüdür, diye düşündü. İyi ki balığım, etim yok, yine de sevinmek zor.”

27 Mayıs dünyada ve ülkemizde politik uyanışların arttığı; aydınlar, entelektüeller, öğrenciler arasında sosyalizm fikrinin popüler olduğu bir dönemdir. Yaşanan toplumsal hareketlilik, sistemde bir tıkanıklık da yaratmaktadır.  15-16 Haziran Büyük İşçi Yürüyüşü’nün hükümet ve sermaye sınıfı üzerinde yarattığı korkuyu en iyi özetleyen sözleri 12 Mart Döneminin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç söylemiştir: “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.” Haliyle Sevgi Soysal’ın önceki eserlerinde satır aralarında hissedilen eleştiriler, daha belirgin politik bir çizgiye kaydı.

“Yürümek” romanı önce TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı ödülünü aldı, sonra eser müstehcenlik gerekçesi ile toplatıldı. Siyasi nedenlerle Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda kalan Sevgi Soysal burada yaşanılanları “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” kitabında anlattı. Sevgi Soysal’ın en umutsuz durumları anlatırken bile, durumu ajite etmeden okura durumun burukluğunu yansıtması veya olaylardaki saçmalığı gösterme şekli onun yazarlık başarısıdır. Behice Boran’la beraberdir koğuşta, bazıları siyasi mahkumdur, bazılarının ise orada oluşu tamamen tesadüftür. Resmettiği kadınları bir koğuş içerisinde düşünürken gülme ile ağlama arası bir duygu hissettirir kendini. “Abdullah Örgütü” adlı bölümde genç, yakışıklı  öğretmen Abdullah’a mektup yazmış olan kızların Yıldırım Bölge’ye nasıl yollarının düştüğü anlatılır. Genç bir taşra öğretmeni olan Abdullah, ilk öğretmen tutuklama furyasında tutuklanınca, ona mektup yazmış olan öğretmen okulundaki tüm genç kızlar da hapse düşer. Tutuklanan öğrencileri hakkında bilgi almak isteyen Gazi Eğitim’de İngilizce öğretmeni olan Naciye Hanım da 141.maddeden tutuklanır ve Dev-Genç sanığı olur. Naciye Hanım’ın yaşadığı şaşkınlık yaşanan olayların gülünç, tarajik ve abes yanlarını ortaya koyan en iyi örneklerden biridir.  Ya da gazinoda çalışan Meşgul Melahat da bir astsubayı terslediği için “görev başındaki memura hakaret ettiği” gerekçesiyle Yıldırım Bölge’ye gönderilir. Koğuşta farklı fraksiyonlardan devrimcilerle sık sık tartışmalar yaşanır: “Ölülerden sık sık tafrayla söz edilmesi, ölümün bir üstünlük ideolojisine dönüştürülmesine yol açabilir.” diyor Soysal koğuştaki kavgalardan birinde.

Hapiste yazdığı diğer roman “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” ile 1974 yılında Orhan Kemal Roman Ödülünü alır. Bu sefer de bir roman bütünlüğü taşımadığı için eleştirilir kitap. Sevgi Soysal çürümüş sistemi kavak simgesi ile anlatırken, seçtiği yerin Ankara-Yenişehir olması da elbette tesadüf değildir. Karakterler çeşitlidir ve her biri bir sınıfın, dünyanın temsilidir. Sevgi Soysal kendisinin de içinden geldiği küçük burjuva sınıfının eleştirisini tüm eserlerinde, karakterlerin psikolojik derinliğine inerek, politik altyapısını sorgulayarak anlatır.

Adana’da sürgün olduğu 2,5 aylık dönemden izlenimler taşıyan “Şafak” romanını 1975’te yayımlar. 12 Mart döneminin sert bir eleştirisi olarak kabul edilen roman, bu döneme dair en önemli eserlerden biridir. Tıpkı diğer kitaplarında olduğu gibi zaman algısını kırar yazar. Akşamdan Şafak vaktine kadar süren gözaltı süresi psikolojik tahlillerle, sık sık karakterlerin hafızalarında geriye gidişlerle zenginleştirilir. Baskınlar, işkenceler sadece buna maruz kalanın değil, bunu yapanın içinden de aktarılır: “Neyse,  görevi gereği kötü bellediği kişilere kötü bakacak. Bakışlarının içerdekiler üstünde nasıl yıldırıcı ve unutulmaz bir etki bıraktığını bilse, haklı olarak sevinir, bizde iş varmış, diye düşünür.” (Sf.65)  Oya ve diğer kadın karakterler üzerinden kadınlığın çeşitli halleri, sorunları anlatılır. Oya, sorguya alındığı gece politik bir suç iddiasından değil, erkeklerle akşamın bir vakti birlikte oturup rakı içtiği için sorgulanır örneğin: “Bana yöneltilen suç orospuluk mu?” diye sorar Zekai Bey’e.

Çeşitli korkuların iç monologlar şeklinde sunulduğunu görüyoruz. Beklemenin dayanma gücünü sınadığı kritik bir anda çelişki yükü ve gerilim derinlikli bir tahlille aktarılır okura: “Çözülmesinde, vücudun dayanma gücünün tükenişi kadar, bilinçaltına yerleşmiş bir suçluluk duygusunun yarattığı bozgunculuğun payı var. “ diye düşünür Mustafa. Sonra bir milletvekili oğlu olup işçi sınıfı saflarına katılan Ahmet’in sözlerini hatırlar: “Şahlanmak ve direnmek! Bunlar sadece güzel sözcükler değil, sınıfsal tavırlardır. Ancak sınıfsal görevinin bilincinde olan kişi şahlanabilir ve gerçek anlamda direnebilir, karşı durabilir.” Mustafa bu gerilime anılarında Ahmet’i çağırarak dayanmaya çalışır belki ya da neden dayanamayacak olduğunun köklerini arar.

Yine Adana’da olduğu dönemde yazdığı köşe yazıları vardır. “Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri”  kitabında derlenmiş yazıları Yeni Ortam Gazetesi’ne yazmış olduğu “Güneyden Mektuplar” bölümüyle başlar. Tamamen yabancı olduğu bir kenti yürüyerek gezerken, gözlemler yaparken sınıf vurgusunu her satırda görürüz : “Caddenin karşı kaldırımından yürüyorum, bildim bu caddeyi. “Umut” filminde de vardı. O filmde olan başka şeyler bu caddede yok tabi. Yine villalar, yine bahçeler, lüks apartmanlar yine.”  “Güney Sanaaaayi!” yazısında ise kentin en güzel yerlerinin sermayeye verilmiş olmasını eleştirir Sevgi Soysal: “Nehir kıyısında, şimdilik, sadece ya fabrika ya da depoya benzettiğim yapılar görüyorum. Ne bir çocuk bahçesi, ne lokanta, ne de pastane. Nehrin kıyıları sanayiye terk edilmiş.”

Sevgi Soysal’a ve eserlerine dair söylenecek onca söz varken burada bitirmeliyim artık. Kanser tedavisi gördüğü esnada, bekleme odasında, ölümüne az kala yazdığı şu satırlar ona dair pek çok şeyi özetler nitelikte: “Eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gereği için var. Yoksa ölüm, insanlar arasındaki kavgayı, bir insan ömrü içinde aşamadıkları sevgisizliği, çaresizliği daha kötü bir dünyaya aktarmak isteyenler için değildir.”

Ölümü  “Hoş geldin Ölüm” diyerek karşılayan Sevgi Soysal… İyi ki doğmuşsun. Kitaplarının kapağından yansıyan muzip, hüzünlü, uçarı gülümsemenle, seni her okuyan kişi için tekrar tekrar doğmaya devam edeceksin.

Soysal S., İletişim, Tante Rosa, 2014

Soysal S., İletişim, Şafak, 2014

Soysal S., İletişim, Türkiye’nin Kalbi Kabul Günleri, 2021

Soysal S., İletişim, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, 2007

Soysal S., İletişim, Hoş geldin Ölüm, 2014