Álvaro Trabanco ile 'Unearthed' sergisi üzerine: 'Tarihle günümüz arasında bağ kurmak istiyorum'

Savaşlardan izler taşıyan Gelibolu yarımadasını fotoğraflayan Álvaro Trabanco, ilk sergisinde vizörünü tarihle iç içe geçen gündelik hayata çeviriyor.

Mehmet Erçetin

İspanyol fotoğrafçı Álvaro Trabanco’nun ilk kişisel sergisi “Unearthed”, Beyoğlu'ndaki İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'nde (İFSAK) sergileniyor.

Tüm fotoğrafların analog kamera ile çekildiği sergi, 26 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek.

Trabanco, açılışta yaptığı konuşmada Gelibolu ve Gökçeada’da çektiği fotoğraflardan oluşan sergiyi bisiklet gezileri esnasında şekillendirmeye başladığını söyledi.

Tarihle günlük yaşantının yan yana geldiği karelere, bölgedeki geçmişin izlerine ulaşabildiğimiz bu sergi üzerine kendisiyle sohbet ettik.
 
Sergiyi bizim için kısaca anlatır mısın, ziyaretçiler gelirken ne beklemeli, neler görecekler?

"Unearthed", tamamen analog yöntemle gerçekleştirilmiş, yıllar süren bir fotoğraf projesi. Tüm fotoğraflar evde banyo edildi ve karanlık odada basıldı. Sergideki gümüş jelatin baskılar, geleneksel kimyasal süreçlerle hazırlandı ve ziyaretçilere bir el işçiliği örneği sunuyor.

Sergide, büyük şehirlerin olmadığı bir bölgede günümüz yaşamını göstermeyi ve bu yaşamın yüzeyin altında yatan tarihsel ve askeri geçmişle olan ilişkisini bir araya getirmeyi amaçlıyorum. Sergide 45 siyah-beyaz fotoğraf yer alıyor. Tamamı şu an yıllardır karanlık odasını kullandığım Beyoğlu'ndaki İFSAK’ta görülebilir.
 
Fotoğrafların tamamı aynı coğrafyadan, sen de zaten serginin temasında çekimleri yaptığın bölgenin önemini vurguluyorsun, neden bu bölgeyi seçtin?

Eşimin ailesinden dolayı Gelibolu Yarımadası ile kişisel bir bağım var. Türkiye’de yaşadığım yıllar boyunca orada uzun zaman geçirdim. Başkalarının seslerini bastırmamaya özen gösterdiğim için onların hikâyelerini anlatmaktan ziyade kişisel bir keşfi paylaşmayı amaçlıyorum.

Önce bu bölgenin kırsal kısmını keşfetmeye başladım, bisikletle küçük yollarında gezerek coğrafyasını anlamaya çalıştım. Sonrasında Birinci Dünya Savaşı'nda yaşananlara daha aşina oldum ve tarihi bölgeyi daha sık ziyaret etmeye başladım.

Tarihi bölge, yarımadanın çok küçük bir kısmı ve koruma statüsü nedeniyle Türkiye'nin diğer yerlerinden oldukça farklı. Anıtlar dışında orada yaşamını yitiren binlerce kişinin korkunç fedakârlıklarını bize anlatabilecek pek kalıntı yok. Ben de günümüzde bölgede modern yaşam şekillenirken, bu olayların nasıl görünmez hâle geldiğiyle ilgilenmeye başladım.

Fotoğrafın, tarih ve artık görünmeyen, var olmayan şeyler hakkında konuşmak için nasıl kullanılabileceğini düşündüm. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı gibi birçok savaşla yoğrulmuş olan bölge, endüstrinin pek uğramadığı, balıkçılık ve tarımın öne çıktığı bir yer.

Bu proje, kendimi buraya ait hissetmeme yardımcı oldu ve yarımadayı ziyaret etmeyi ve uzun süre vakit geçirmeyi en sevdiğim yerlerden biri haline getirdi.

Álvaro Trabanco

Fotoğrafların çoğunda, elbette çekim bölgesinin de etkisiyle geçmişten birçok iz görüyoruz. Aslında bunlar savaştan kalma izler, anıtlar, mezarlar ve kalıntılar. Ne yazık ki bugün de savaşa uzak değiliz, yanı başımızda süren irili ufaklı onlarca savaş ve çatışma var. Bu bağlamda fotoğraflarda izler, bir güncellik de taşıyor mu sence?

Kesinlikle. Gelibolu Yarımadası’nda bir asırdan uzun süre önce yaşananların bugün hâlâ ne kadar güncel ve önemli olduğunu sıkça düşünüyorum. O huzurlu ve tarihi atmosferin içinde gezerken, burada yaşanmış dehşet verici olayları hayal etmek zor olabilir. Ama aynı zamanda, barış içinde görünen toprakların savaşla nasıl kolayca altüst olabileceğini düşünmek de hiç zor değil. İnsanların tamamen huzurlu bir yaşam sürerken bir anda kendilerini katliamların ve büyük fedakarlıkların ortasında bulmaları fikri gerçekten çok sarsıcı.

Tarihi alanı her ziyaret ettiğimde, o topraklarda emperyalist bir savaşın parçası olarak hayatını kaybeden işçileri ve askerleri düşünerek derin bir saygı duyuyorum. Milliyetçiliğe karşı barışa yönelik atılan olumlu adımların, enternasyonalizm ve savaş karşıtı hareketler için bir temel oluşturabileceğine inanıyorum.

Sergiyi ziyaret edenler, savaş ve sonuçlarını açıkça betimleyen çoğunlukta fotoğraflar bulamayacaklar. Bunun yerine, o yerlerin ve nesnelerin gündelik hayatla iç içe geçmiş, tarihi anlamlarını göz önüne seren bir anlatım sunmaya çalıştım. İnsanların bu bölgenin hem geçmişini hem de bugünkü ruhunu hissetmelerini, tarihle günümüz arasında bir bağ kurmalarını istiyorum.
 
Fotoğrafçılığa nasıl baktığını, neden önemli olduğunu, bundan sonra nasıl projeler yapmak istediğini de anlatmak ister misin? 

Fotoğrafçılık, ne mutlu ki tamamen demokratikleşmiş bir uğraş haline geldi. Artık herkes fotoğraf çekebiliyor ve bu durumu memnuniyetle karşılıyorum. Bu gelişme, fotoğrafçılığı çok daha karmaşık bir hale getirdi. Eskiden sıkça tartışılan anlamsız “Fotoğraf bir sanat mıdır?” sorusu, artık özel hayatın bir parçası olarak milyarlarca insanın çektiği fotoğrafların gölgesinde kaldı.

Kendi adıma, fotoğrafçılıkta fotoğraf gazeteciliğine büyük bir ilgi duyuyorum. Ancak gazeteciliğin etik kurallarına birebir uymadığımdan kendimi bir foto muhabiri olarak tanımlamıyorum. Projemin bir belgesel fotoğrafçılığı projesi olup olmadığından da tam emin değilim. Yine de kendimi bir sanatçı olarak görmeyi seviyorum. Kendi ellerimle ve bakış açımdan yola çıkarak bir şey yaratıyor ve bunu başkalarına sunarak onların bir şeyler hissetmesini, düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Büyük hedeflerim ya da yüksek beklentilerim yok. Dışarı çıkıp güzel ve ilgi çekici görüntüler yaratmaktan ve bunların izleyicilerde bir etki yaratma ihtimalinden büyük keyif alıyorum.

Son zamanlarda, fotoğrafçılığı görünmeyeni tasvir etmek için kullanmaya çok ilgi duyuyorum. Bu teknik olarak imkânsız, çünkü fotoğraflar belli bir zaman ve mekânda var olan sembollerdir. Ancak bu benim için çözümü olmayan kişisel bir meydan okuma anlamına geliyor.

Gelecekte bir süre boyunca belli bir proje olmaksızın fotoğraf çekmek istiyorum. Daha fazla çekim yapıp zamanla bunları bir araya getirmenin ve nasıl sergileyebileceğimin yollarını düşünmeyi planlıyorum. Projeler veya seriler üzerinde çalışan fotoğrafçılara da, yalnızca bireysel karelere odaklananlara da hayranlık duyuyorum. Her iki yaklaşıma da –bazen aynı sanatçının içinde bile– yer olduğuna inanıyorum.

İlgi duyduğum bazı konular var. Bunlardan biri, 12 yıl önce göç ettiğim İspanya’daki memleketimi yeniden ziyaret etmek. Oraya sık sık dönüyorum, ama artık o bölgedeki anılarımı ve bölgenin nasıl değiştiğini sorgulamaya başlamak istiyorum. İşçi sınıfının direniş geleneğiyle bilinen, sanayi ağırlıklı bir bölge, hâlâ bu şekilde anılıyor. Kendine özgü bir kimliği var ve oradan yola çıkarak bir proje oluşturup, o bölgeyi dışarıdan insanların kendi gözleriyle tanıyıp anlamalarını sağlamak istiyorum. Bu, benim için bir tür tamamlama olurdu.

Son soru, sergiden ziyade işçi sınıfının fotoğraflarla ilişkisine ve senin bu konudaki fikirlerine dair. Tarihte çok kez fotoğrafların aynı zamanda "tarihin parladığı anları" yakaladığını, bugün dahi insana umut ve enerji aşıladığını biliyoruz, örneğin Kızıl Bayrağın Reichstag üzerine dikildiği an. Peki fotoğraf bu anların yalnızca yakalanması değil, aynı zamanda yaratılması için de destekleyici bir araç olabilir mi? Sence bu mümkün mü?

Açıkçası, fotoğrafçılığın değişim yaratmak için harika bir araç olduğunu düşünmüyorum. Ancak, bireylerin çevreleri ve diğer insanlarla daha geliştirici ve sağlıklı bir ilişki kurmasına yardımcı olmak için harika bir araç olduğuna inanıyorum. Şöyle açıklayayım: İster bir foto muhabiri olarak doğrudan tarihi olayları belgelemeye çalışıyor olun, ister kendi mahallenizde fotoğrafçılık yapıyor olun, başkalarına saygılı olduğunuz ve onların yaşam mücadelelerini “sömürmeye” çalışmadığınız sürece, fotoğrafçılık insan etkileşiminin sağlıklı bir yolu olabilir. Görsellerin gizli kalmasının bir anlamı yoktur; onların gerçek rolü, başkalarıyla paylaşıldığında ortaya çıkar. Bu tür ilişkilere daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Başkalarıyla bağ kurmanın tek yolu sözlü iletişim değil. Pekala görsel dünya ve yaratıcı pratikler, daha durgun ve düşünceli bir iletişim biçimini barındırabilir.

Foto muhabirlerine de derin bir hayranlık duyuyorum. Bunun objektif bir iş olduğuna inanmıyorum; çünkü bir görüntüyü kadrajladığınız anda zaten bir seçim yapıyorsunuz. Ama dürüst ve adil olmaya, başkalarını saygılı bir şekilde tasvir etmeye ve “çoğunluk” için önemli olanı göstermeye çalışma çabasına inanıyorum. Elbette foto muhabirleri de birer çalışan ve neyi çekeceklerine tamamen özgürce karar veremiyorlar. Birçoğunun bu konuda öfkeli olduğunu ve hayal kırıklıklarını bilsem de, onların fotoğraflarının hem günlük olayların farkında olmamızı hem de dünyamızda meydana gelen olayları tarihe kaydettiğini düşünüyorum.

Fotoğrafçılık aynı zamanda kimlik ve imge yaratmanın bir yolu. Dün, 70’lerde Türkiye’deki işçi sınıfının büyük mücadelelerine dair fotoğrafların yer aldığı bir kitabı inceliyordum. O fotoğraflar beni çok duygulandırdı; hem tasvir edilen insanların fedakarlıkları hem de fotoğrafların tarihsel anlamı nedeniyle. Peki, bu fotoğraflar bir şeyi değiştirdi mi? Belki o zamanlar yayımlanamadılar bile. Ancak bugün, o fotoğraflar Türkiye’deki tüm emekçilerin ve her bilinçli işçinin kolektif hafızasının bir parçası hâline geldiler.