Hangisi daha hayalcidir? Koşulların verili durumda aleyhte gözükmesine bakıp hedefleri revize etmek mi, ileriye, bugünün ötesine bakmak mı?

Zor zamanlar üzerine

Komünist partilerin tarihi ile ilgili yazılıp çizilenler, akademik çalışmalar, anı, günce, anekdot, biyografi ve otobiyografiler, hatta kurgu eserlerden oluşan bir derya. Bir bölümü devrimciler tarafından yazılmış, bir bölümü karşıdevrimciler tarafından. Yirminci yüzyılda dünya ölçeğinde komünist partilerin durumunu sadece yüzeysel şekilde düşünecek olursak, aklımıza birçok metnin gün ışığına çıkmadığı uzun süreli illegal dönemler olduğu kadar, resmi devlet tarihi ve devletlerarası ilişkiler ile parti tarihinin iç içe geçtiği dönemlerin de olduğu gelebilir. Dolayısıyla, bu yazılanların oluşturduğu, çeşitli güvenilirlik düzeylerinde ve yazan öznenin kim olduğunun son derece belirleyici olduğu bir kaynak havuzudur. Tarihçi Perry Anderson 80’lerin başında yazdığı bir makalesinde bu havuzu beş türde grupluyor: Anılar, resmi tarih kitapları, bağımsız solcu yazarların tarih kitapları, liberaller tarafından kaleme alınanlar ve Soğuk Savaş kalemlerinin yazdıkları. Ancak aynı makalede her bir türe dair verdiği örneklere ve bu eserlerin büyük hacimlerine sığdırılamamış kısıtlarına da yer veriyor. Bunlara şimdi, eski Sovyet arşivlerinden çıkan gizli belgeleri ve günümüz devrimci partilerinin özgün tarih çalışmalarını da eklemek gerek.

Dolayısıyla “komünist partilerin tarihine şu veya bu açıdan bir bakış”, öyle kolay bir bakış olmaktan çıkar. Üstelik bu kadar yazı çiziye rağmen hâlâ bazı konulardaki belirsizlik sürerken (Komintern tarihinden tutun, yirminci yüzyılda farklı ülkelerde gerçekleşen devrimler ve bunların birbiriyle ilişkilerine kadar) ve birinci elden araştırma bulguları kullanmadan varılacak çıkarımların, genellemelerin ciddi bir sınırı var. Hem yazarken hem de okurken bu sınırların ayırdında olmak ve havuzda bir damla ile muhatap olunduğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla bu yazının, olsa olsa bugünkü zor koşullarda bizi ayakta tutan şeyin tarihteki izlerini hatırlatmayı amaçlayan bir kısa gezinti olabileceği söylenebilir.

Adı üstünde, zor koşullar. Yani hastalık, ölüm, yıkım, savaş, salgın gibi, hayatta kalmanın bazen mucizevi hale geldiği somut engellerle dolu özel dönemler. Zora dayanmak, eğilip bükülmemek, örgütsel, siyasi ve ideolojik olarak mevzi yitirmemek hiç kolay bir şey değil. Komünist partiler de buna tâbi, yani tarihimiz bize peş peşe sıralanacak ve her biri ayrı bir destan olacak öyküler bahşetmemiş. Ele geçen her fırsat, her coğrafyada en devrimci şekilde kullanılamamış. Zaten hatasızlığı beklemek de hayatın olağan akışına aykırı olur.1 Nitekim özellikle geçtiğimiz yüzyıla bakacak olursak zor şartlarla, savaşla, darbelerle, dikta rejimleriyle sınanan pek çok komünist partinin, bu süreçlerden ya ideolojik olarak bazı tavizler vererek (“Ben doğruyu söylüyorum” diye olanaklara sırtını dönmek, kafasını kuma gömecek bir sekterlik içine girmek de bir tavizdir2), ya örgütsel yapısında kayıplar yaşayarak, ya da sınıf uzlaşmacılığına kayarak, hatta kendi kendini tasfiye ederek çıktığını görürüz. Kıta Avrupası partileri de Avrokomünizm’in etkisinin uzandığı bazı Latin Amerika partileri de buna iyi örnekler oluştururlar.3 Geçtiğimiz yüzyıl dünyanın ilk işçi devletinin kurulduğu, faşizmin ortaya çıktığı ve komünistler tarafından dize getirildiği, insanlığın fezaya çıktığı yüzyıldır; ama aynı zamanda Marksizm’in en çok çarpıtıldığı ürünler de literatüre geçtiğimiz yüzyılda girmiştir.

Zor şartların düzen partilerini ne hale getirdiği ise aslında bundan çok daha acıklıdır. “Normal şartlarda” zaten belli bir apolitik destekçi kitlesinin niceliksel ve siyasi varlığını veri alarak yolunu bulan burjuva partileri, kaygan bir zemine kurulu oldukları için o zeminin şöyle bir sallanmasıyla kolaylıkla yıkılabilir. Zorluklar böylesi partileri iktidardan indirebilir, içlerinden bazı aktörler gemiyi terk edip arkasına bakmadan ikbalini başka denizlerde arayabilir, hatta ülkeden geri dönmemek üzere ayrılabilirler. Sermaye sınıfı işini artık görmeyen bu tür partileri tarih sahnesinden silmeye ve bir yenisini kurmaya karar verebilir, bunu uygular da... Yalnızca Türkiye siyasi tarihinin bir burjuva partileri çöplüğü olduğu düşünülmesin. Fakat komünist partilerinin zorluklar karşısında ayakta kalmalarını, geleceğe uzanmalarını sağlayan, “tarihten silinmeye bağışık kılan başka yönleri var.4 Elbette işçi sınıfı var oldukça sınıf mücadelesi de var olacaktır, komünistler de… Kastım bu değil. Bir parti olarak ayakta sağlam kalmak, öz(n)el müdahaleler gerektiriyor. Odaklanmaya çalışacağım alan burası olacak.

Bir kere şartlar ve güç dengesi ne olursa olsun kararını kendi başına vermek (yanlış bir karar da olsa), kendi göbeğini kendi kesmek, sonraki kuşaklara üzerine basacağı sağlam bir zemini bırakabilmenin anahtarı. Üstelik bu, söylemde ne kadar radikal gözükse de yaptıklarıyla düzeni destekleyen bir siyaset yürütmekten çok daha onurludur. İkincisi tarihe bakabilmek, tarihin ortaya koyduğu değişim ve ilerleme fikrinden güç alarak geleceği hayal edebilmek. Yani biricik teorik yöntemleri, zor zamanlarda da komünistleri ve partilerini diri tutan yanları. Yalnızca diri değil, aynı zamanda gerçekçi ve iyimser kalmak da bu yöntemin kılavuzluğu ile mümkün.

*

Buna karşılık, durgun, sakin, istikrarlı görünen zamanlarda aslında küçük görünen ya da hiç görünmeyen birçok tehlikeli değişiklik bir zemin aktivitesi olarak sürer.5 Küçük burjuva katmanların siyasi tercihlerini temsil edecek aktörler çeşitlenir, bunlar arasında geçişkenlikler artar. Küçük ideolojik farklılıklar büyük önem taşıyormuş gibi görünür, toplumdaki gerçek çelişkileri örten katmanlar boyutlanır. Topluma yol gösterici konumda olanlar arasında saf değiştirenler, güce yakın durma eğiliminde olanlar çoğalır. Bıkanlar, küskünlüğe, yılgınlığa kapılanlar olur. İleriye bakmak unutulur, geçmişte, nostaljide olmadık iyilikler aranır. İleriye bakılmadığı ölçüde devrim fikrinden uzaklaşılır. Şüphecilik, hasımlık, tereddüt, bulanıklık, korku ağır basar. Üretici güçlerin enerjisi düşer. Böyle anlarda, aynı ağır havayı soluyan komünist partilerin devrimciliğini koruması hiç de kolay değildir.

Bugünden bakacak olursak 1905 burjuva devriminin yenilgisinden sonra Rusya’nın içine düştüğü gericilik, bu durgun zamanlara bir örnektir. Koşullar her şey için fazlasıyla elverişsizdir. Emekçiler yabancı sermayenin boyunduruğu altındadır, borçlar büyüktür, günde 10-12 saat çalışılmaktadır; ama yine de baskın bir yoksulluk vardır. Halk adına 1905’te kazanılanlar şiddet ve zorbalıkla geri alınmıştır. Kadrolar çeşitli ülkelerde dağınık noktalardadır, sürgündedirler, hapistedirler, yayın çıkarmak, dağıtmak binbir türlü engeli aşarak ancak mümkün olmaktadır. Bolşeviklerin etrafında öne çıkan isimlerin çoğunda çözülmeler olmuştur. Lunaçarski, Bogdanov gibi aydınlar partiden uzaklaşmıştır. Menşeviklerin siyaseti tavizler üzerine kurulu hale gelmiştir. Üstelik partinin “demoralize” olduğunu dillendirip durmaktadırlar. Vakti gelince parti Menşeviklerden arınır ve Lenin’in tabiriyle Merkez Komitesi “dirilir”; fakat sonuçta eski yoldaşlar karşı sınıfın saflarındadır artık. Avrupa’nın ortasında Almanya Sosyal Demokrat Partisi kurumsallaşmakta, otoritesi büyümekte ama parti merkezi adım adım milliyetçileşmektedir.

Savaşın başlamasıyla işler değişecek, durağanlıktan büyük bir hızla çıkılacaktır. Fiziksel, maddi, toplumsal açıdan çok daha hareketli ve yıpratıcı günler gelecektir. Fakat Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik kanadının, komünistlerin savaşın ortasında elde ettikleri zaferin gerisinde, öncesindeki karşıdevrim yıllarında partiyi ayakta tutabilmeleri ve partinin gerçek işlevini hiç saptırmamaları yatıyordu. Panik yapmadan kadroları toparlamak, bir sonraki karşı saldırıya hazırlanmaktı anahtar. Çünkü nesnel koşulların halkın öfkesini kızıştıracağını, tekelleşme ve uluslararası rekabetin kaçınılmaz olarak bunu doğuracağını öngörüyorlardı. Ayrıca devrimin yenilgisinden “ne yapmamalı”yı çıkarmaya değil bu süre içinde işçi sınıfının kazandığı mücadele becerisine odaklanmışlardı. Lenin’e göre 1905-1908 arasında üç yıl içinde kazanılan bu beceri, Alman işçi sınıfının 1848-78 arasında otuz yılda kazandığı beceriye denkti ve hafife alınmamalıydı. Devrim fikri onlar için günceldi ve kitleler için de güncel olacağı zamanın geleceğini bilmekte, o günlere hazırlanmaktaydılar.  Hazırlık ekonomistlerle, legalcilerle, milliyetçilerle, ya da Rusya’yı bir sosyalist devrim için fazla geri bulanlarla ayrışmak, bu sapmaların işçi sınıfının düşüncesini ve ruh halini belirlemesini önlemek için sabırla çalışmayı gerektiriyordu. Teorik temellerin manipüle edilmesine izin vermemek ve materyalizmi sahiplenmek de bu hazırlığın bir parçasıydı. Böyle olmasaydı, o çok yaygın ve bulaşıcı yılgınlık, bezginlik, uzlaşı ve teslimiyet havasına kapılsalardı (ki o kapasitede ve formasyondaki kişiler için buna gerekçeler üretmek büyük mesele olmasa gerek) birkaç yıl içinde savaş makinesinde ezileceklerdi. Hatta ezilen yalnızca Rusların değil, Alman, Macar, Slovak ve tüm Avrupa işçilerinin devrim umutları olacaktı bile denebilir. Öyleyse 1908-1912 aralığında, Bolşevik olmak mı, Menşevik olmak mı daha gerçekçidir? Hangisi daha hayalcidir? Koşulların verili durumda aleyhte gözükmesine bakıp hedefleri revize etmek mi, ileriye, bugünün ötesine bakmak mı? Bugünün Türkiye'sinde mecliste siyaset yapanların bize vaaz ettikleri gerçeğe mi, hayale mi daha yakındır?

*

Zor zamanlar, kitleler için suların durgun olduğu dönemlere göre çok daha öğretici, cesaretlendirici ve dönüştürücüdür. Dostları ve düşmanları seçmek daha kolay hale gelir. Tumturaklı laflar ederek gerçeği gizlemek ise güçleşir.

Yunan İç Savaşı zor zaman denince akla ilk gelen örneklerden sayılabilir. Nazilere karşı tüm halkın bir arada verdiği bir savaştan sonra, ülke İngilizlere ve Amerikalılara teslim edilmek üzeredir. Yunanistan Komünist Partisi (YKP) faşizm canavarının tüm dünyada Sovyetler Birliği ve partizanlarca bertaraf edilmesinden hemen sonra bugün sorgulanmayı hak eden bir adım atmıştır: Barış ve demokrasi adına hükümetteki işbirlikçilere güvenmek, imzalanan anlaşmalar sonucunda gardını düşürmek, silahını bırakmak. Bu hatanın büyük bir bedeli oldu. Aynı işbirlikçiler, ülkenin Amerika’nın Türkiye’yle birlikte doğuya uzanan iki elinden biri olmasına muhalefet edeceklerini bildikleri komünistlere karşı, üstelik CIA beslemesi faşistleri de gölge kuvvet olarak yanına alıp, bir cadı avına çıktılar. Gerçi silah bırakılmasaydı da, savaş sonrası kurulan yeni düzende Yunanistan’ın Amerika’ya tâbi olması için en başta ülkede büyük bir meşruiyet sahibi olan komünistlerin başının ezilmesi gerekecek ve mücadele iki taraf için de sürecekti. Nitekim ABD’nin bu süreçte sinsi ve açık hiçbir çirkinlikten kaçınmadığını görürüz. Her biri ayrı bir özgül ağırlığa sahip birçok nesnel ve öznel faktörün, iç ve dış istikrarsızlıklar, kararsızlıklar ve zaman yitirmelerin de iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Üstüne savaş yorgunluğu… Bir komünist parti için daha zor bir zaman, daha çetin şartlar olabilir mi? Birkaç yıl öncesine kadar, yani İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yunan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (EAM) muazzam savaşımı halkın dörtte üçünü kapsamış, bu savaştan bir işçi iktidarı ile çıkmak bile mümkün görünmüşken...

Yunan komünistlerin 46’da Demokratik Ordu’yu örgütlemeleri, özgür bir Yunanistan kurmak için üç yıldan uzun sürecek yeni bir savaşa girmeleri bir meydan okumadır. İç savaş boyunca ve ertesinde, illegal olmanın zorluğunun da eklenmesine rağmen yaptıkları tercih eli kolu bağlı beklemeyi kabul etmemek olmuştur. Bu sürekliliğin arkasında, EAM’ın cephedeki deneyiminin ve halk desteğinin getirdiği özgüven kadar, geleceğe dair mutlak bir inanç olmalıdır. Sotiriyu bir komünist ve bir gazeteci olarak o günleri anlattığı kitabında bu duyguyu şöyle ifade ediyor: “Direnişi gerçekleştiren ve inanılmaz güçlüklerle karşılaşan, katledilen bu güçlü, bu büyük kuşak, topraklarımıza tohumu serpmiştir. Bu tohum bir gün mutlaka yeşerecektir.” Yalnızca Yunan halkına değil, tüm dünyada sömürge karşıtı eylemlere, işçi sınıfının barış mücadelesine ilham olan isimler bu inanç ve adanmışlık kolektif olarak var olmasaydı; ayaklarını kendi topraklarına basmakta ısrar etmeselerdi olmazdı. Bugün Beloyannis tüm komünistler için hâlâ yaşayan ve başını dik tutmanın sembolü olan bir figürse, Yunanistan Komünist Partili gençler yeni Niko’lar ve Elli’ler olarak yetişiyorsa, tohum toprakta tutmuş ve kafasını çıkarmayı başarmış demektir.

*

Yunan İç Savaşı’nda da, Bolşeviklerin 1905 burjuva devrimiyle açılan dönemin kapanışından sonraki arayışlarında da ortak olan ve sonucu belirleyen nokta halkın kendi geleceği adına karar verme hakkını kullanmış olmasıdır.6 Bu hakkın meşruiyetine hiçbir gölge düşürmemesi ve başka hiçbir önceliği de bunun önüne koymama iradesidir. Sınıfsal bakış açısını hiç elden bırakmamak, diğer tüm kavramları, savaşı, barışı, demokrasiyi, diplomasiyi bu bakış açısıyla okumaktır. Bu sınıf mücadelesinin kızıştığı, siyasetin sıcak savaş biçimini aldığı ve muazzam güçlüklerin yaşandığı durumda da, hiçbir şeyin kolay kolay değişmezmiş, gericiliğin geriletilmesi mümkün değilmiş gibi göründüğü durumda da geçerlidir. Sonucun birinde zafer, diğerinde yenilgi olması bunu değiştirmiyor. Yenilgi her zaman ihtimallerden biridir ve eğer gerçekleşirse, ondan sonra da mücadele devam eder. Yenilgiden daha tehlikeli olanı ise şudur: Militanlardaki gelecek için karar verme duygusunun yitirilmesi, belirleyen değil belirlenen olduğu hissine kapılması, bir an için bile olsa siyasetsizliğe düşme. Yenilginin kalıcılığına inanma. Çünkü o zaman yalnız bugünün ağacı kurumuş olmuyor, gelecek için tohum ekme faaliyeti de ortadan kalkmış oluyor.

Bana kalırsa pandemi bu ikisinin karması bir dönemi teşkil ediyor. Gelişmelerin hızını düşündüğümüzde ise başımız dönüyor. İçinde bulunduğumuz seferberlik hali, adeta bir savaşı çağrıştırıyor. İşçi sınfının dünya çapında örgütlülüğü, zihninin berraklığı, açıklığı açısından bakıldığında ise uzun sürmüş bir kış uykusu ile uyanıklık arasında bir alacakaranlık hali var. Bir yandan yirmi birinci yüzyılda aşı karşıtlığının çeşitli versiyonları ve “önce birileri yaptırsın göreyim de ben sonra yaptırırım” diyen bencillik hayretler içinde bırakırken, diğer yandan bir işçi kardeşimiz bir eline “iş”, diğer eline “aş” yazarak yaşamına son veriyor. Güvensizlik, panik, korku da var; siyahlardan, çekik gözlülerden nefret de. Aralarda bir yerlerde dayanışma da filizleniyor, öyle ki yaşlılar gençlere yoğun bakım yerlerini veriyor. Ve nasıl bundan yüz elli yıl önce, yüz yıl önce devrimler bastırılırken Versay’a, çara teşekkürlerini sunuyorduysa burjuvazi, bugün de insanlar yüzer yüzer ölürken, TÜSİAD yine “istişare ortamı için iktidara teşekkürlerini” sunmakta. Buna karşılık pandeminin tüketim coşkusu içinde aklı ve ruhu erimekte olan orta sınıflara işçiliklerini hatırlatmış olması, ömrümüze rast gelmiş bu uğursuz vebanın gözden kaçmaması gereken bir boyutudur.

Tüm bunlardan sonra bu yazının vermek istediği mesajı şöyle özetleyebilirim: İnsanlığın yüz yılda bir gördüğü bir pandemiyi ve kapitalizmden kaynaklı büyük bir ekonomik durağanlık-bunalım dönemini eş zamanlı olarak yaşıyoruz. Bilim yolumuzu biraz aydınlatmış olsa da dünya çapındaki bu virüs salgınının kısa vadede ortadan kalkacağına dair umutlanmak için oldukça erken. Fakat koşullar ne kadar zor olursa olsun üretici güçlerin, biz emekçilerin tek bir kurtuluş yolu var: Sosyalist bir gelecek için birlikte mücadele etmekten vazgeçmemek. O geleceğin ne kadar yakın olduğu, bugünleri nasıl değerlendirdiğimizin sonucu olarak karşımıza çıkacak. Zor zamanlarda nasıl siyaset yaptığımız, hangi tohumları ektiğimiz, yarın toplayacağımız meyveyi belirleyecek.

  • 1. “Akıllı kişi hatalar işlemeyen kişi değildir. Böyle insan yoktur, olamaz da. Akıllı kişi, önemli hatalar işlemeyen, hatalarını kolayca ve çabucak düzeltmesini bilen kişidir.” sözleri, kendi zamanını olduğu kadar geleceği de gerçekçilikle ele alan Bolşevik Devrim’in önderine aittir.
  • 2. Örneğin Britanya Komünist Partisi, uzun yıllar İşçi Partisi’nin basıncı karşısında böyle bir konumda kalmıştır. Küçük parti olmanın verdiği göreli rahatlıkla kokmamış, bulaşmamış olmak bugünden bakılınca övünülecek bir duruş olarak gözükmüyor.
  • 3. Meksika gibi bir ülkenin 13 yıl fiilen komünist partisiz kalmış olması çözülmenin gidebileceği en uç noktalardan birini gösteriyor.
  • 4. Komünist partisi olmaktan vazgeçenler tarih sahnesinden ya siliniyor ya da artık kendileri bile kendilerine komünist demiyor.
  • 5. Beyin elektriksel dalgalarını inceleyen elektroensefalografi (EEG) yönteminde, dinlenme hali diyebileceğimiz durağan halde devam eden ve dar bir aralıkta sürekli bir dalgalanma olarak gözüken elektriksel aktiviteye zemin aktivitesi denir.
  • 6. Kostas Pateras. Yunan İç Savaşı Üzerine Notlar (1946-1949). Gelenek, 2009, 90: 85-92. https://gelenek.org/yunan-ic-savasi-uzerine-notlar-1946-1949/