'Gazetecilik ‘uzmanlık’ payesiyle yürütülen özel bir iş kolu değildir. Okuma-yazma bilen her işçi, kendi haberini rahatlıkla kendisi yazabilir.'

Tarafsızlık ve gazetecilik: Gazeteci kimdir, tarafsız olabilir mi?

Üniversite yıllarımda bölümdeki en hararetli tartışmalar gazeteciliğin işlevi ve onun konumu üzerine olan tartışmalardı. O yıllarda AKP’nin Doğan Medya üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm “gazeteciliğin” genel ilkelerine saldırı olarak değerlendiriliyordu. Tartışmanın sermayenin lehine bir alana doğru daraltılıyor olması, akademinin toplumla olan bağının (ki burada sosyal bilimlerden bahsediyorum) ne kadar kopuk olduğunu açık bir biçimde ortaya koyuyordu. İletişim akademisyenlerinin temel metinlerden habersizmişçesine konuyu tarihsel bütünlüğünden koparma eğilimleri, uzlaştıkları ve temsil ettikleri ideolojiyle karşı karşıya gelmeme çabası olarak değerlendirilebilir. Toplumu (kamuyu) aydınlatması beklenen ya da öyle varsayılan iki önemli kurumdan bahsediyorum. Biri üniversite diğeri “gazetecilik”; makalede konuyu gazetecilik bağlamında ele alacağım. Bunlar: Yazılı, görsel ve işitsel enformasyon araçlarıdır. Bu makalede tüm kategorileri tek bir potada (görsel, yazılı ve işitsel) gazetecilik/gazeteci genel tanımı üzerinden değerlendireceğim. Kategorileri tek tek ele alıp spesifik sorunları kritik etmek yerine bu alanlarda çalışan kişilerin tamamını “gazeteci” olarak değerlendirecek ve bu gazeteciliğin ne anlama geldiğini ortaya koymaya çalışacağım.

Bugün, yine temel bir sorunla karşı karşıyayız. AKP’nin medya üzerindeki operasyonları sonucunda merkez medyadan uzaklaşan kişilerin topluma yine çarpık bir ideoloji dayattıklarını görmekteyiz. Tam bu noktada şunu özel olarak not etmek isterim; iletişim bilimi, sosyal bilimler içerisindeki görece en avantajlı alanlardan birisi olarak değerlendirilebilir. Yani iletişim, bulunduğu noktada çeşitli sınırlamalardan kendisini sıyırabilir. İnterdisipliner bir alan olarak iletişim, sosyoloji, psikoloji, dilbilim ve çeşitli bilim dallarıyla rahatlıkla bağ kurabilir ve teorilerini ya da varsayımlarını bilimin bu farklı kollarına dayanarak güçlendirebilir. Öyleyse ilk çıkarımı yapalım; “AKP” bugün Türkiye’de üç sihirli harfin yan yana gelmesiyle özdeşleştirilebilir. Dilbilimsel açıdan bu harflerin zihinde bazı şeylerin çağrıştırılmasını engelleyen ya da zihni dumura uğratan bir etkisi bulunmaktadır. “AKP’nin medya üzerindeki operasyonları” diyen bir kişi, AKP’nin sermaye ile olan bağlarını koparmakta ve edilgen bir dil kullanmaktadır. Merkez medyadan daldan kopan elmalar gibi düşen gazeteci grubu, yıllarca üzerlerinde taşıdıkları “iletişim profesyoneli” unvanını bir türlü söküp atamamaktadırlar. AKP burada sermayenin istediği bir biçimde paratoner görevi görmektedir. Tıpkı 12 Eylül generallerinin tüm kötülüğün kaynağı olarak görülmesi gibi. Gazetecilik ölüyor, gazetecilik parti devleti tarafından tamamen ilga ediliyor. Ne generaller ne de siyasiler “gazeteciliği” öldürüyor. Peki, gazetecilik nedir? Gerçekten saf bir biçimde kamu yararını birinci sıraya alabilecek bir gazetecilik tarifi yapabilir miyiz? Halkın çıkarını (bu halk kimdir?) tüm sınıfsal çıkarların üzerinde tutan kişi midir gazeteci? Öyleyse yine burada akademik bir dille edilgen bir tavır alınmaktadır. Tüm sınıfsal çıkarların üzerindeki gazeteci, toplumdaki herkese karşı eşit mesafede olmalıdır. Böyle bir tanımlamanın “gazeteciyi” zaman içerisinde sermaye sınıfına yaklaştıracağı bellidir. Generaller, siyasiler toplumun bilgi alma kanallarını etkilemeye çalışan uygulayıcılardır. Genel olarak medya kimin elindedir? Failleri gizlemeden bunları sıralamaya çalışalım:

  • Albayrak Medya Grubu
  • Ciner Medya Grubu
  • Demirören Medya Grubu
  • Doğan Medya Grubu
  • Doğuş Yayın Grubu
  • Göktuğ Medya Grubu
  • İhlas Holding
  • Saran Holding
  • Turkuaz Medya Grubu

Listeyi daha fazla uzatabilir ve geçmişteki örneklerle karşılaştırabilirsiniz. Listeye bakacak olursak gazetecilik (hâlâ müphem bir tanımlama olarak görünüyor) tek başına AKP tarafından öldürülmemiş gibi görünüyor. Bu gerçekliği örtmeye dönük her çaba gazeteciliğin, gazeteciler tarafından öldürülmesinden başka bir şey değildir. Aydın Doğan ve onun Türkiye’ye dayattığı çarpık bakış açısı bunu fazlasıyla yerine getirmiştir. Bu gerçeği daha iyi kavrayabilmek için tarihin derinliklerine ve sınıflı toplumlara bakmak zorundayız. Kimler habere ihtiyaç duyar? Elbette mallarını gemilere yükleyen ve artı değere el koyan ayrıcalıklı kişiler böyle bir şeye ihtiyaç duyarlar. Bir köle için uzak diyarlarda ne olduğunun çok fazla önemi olmayabilir.

Gazeteciliğin tarihi Roma dönemine kadar uzatılabiliyor. Buradaki geriye gidiş elbette modern anlamdaki gazeteciliği net bir biçimde tarif etmiyor. Avrupa hukukunun temel dayanaklarını oluşturduğu iddia edilen 12 Levha Kanunları MÖ 451-449 (Leges Duodecim Tabularum), Roma vatandaşlarının ilk bilgi açlığının doğmasına neden olmuş olabilir. Ayrıca antik dünyanın başkenti Roma’nın zaman içerisinde büyük bir şehir olarak yükselmesi, modern zamana benzer alışkanlıkların doğmasına neden olmuş gibi görünüyor. Duvarlara yazılan siyasi mesajlar, türlü saray oyunlarıyla öldürülen bir senatörün hikâyesi Romalıların ilgisini çekmiş olabilir. Özel bir uğrak olarak Roma sadece bugüne dair küçük ipuçları taşıyabilir.1 İdeolojik kaygılarla gözden kaçırılan ve Roma İmparatorluğu’nun çözülüşüne işaret eden sınıf çatışmaları da bu özel işaretlerden birisi olarak kabul edilmelidir. Modern anlamda gazeteciliğin doğuşunun başlangıcı ise 1450 yılına, yani XV. yüzyıla denk gelmektedir. Johannes Gutenberg ortağı Fust ile birlikte metal harflerle basım tekniğini bulmuş ve geliştirmiştir. Bu yüzyılda bir sınıf olarak burjuvazinin yavaş yavaş tarih sahnesine çıktığı söylenebilir. Coğrafi keşiflerin de başladığı bu yüzyıl (XV. Yüzyılda başlayan ve XVII. yüzyıl ortalarına kadar devam eden süreç) dünyanın eski düzenle (feodalite) olan hesaplaşmaya doğru gidilen yolda önemli kırılma anlarını temsil etmektedir. Kitapların yaygın dolaşımı (aynı zamanda tüccarların dünya üzerindeki hareketliliği de artmıştır) fikirlerin serbestçe dolaşımının önünü açmıştır. Büyük Fransız devrimine giden yolun taşları aydınlanma ile döşenirken bir burjuva düşüncesi olarak fikir özgürlüğü, haber alma hürriyeti gibi kavramlar da açığa çıkmaya başlamıştır. Elbette bu düşünceler kendisini Fransız devriminde hissettirmiştir.2 Öyleyse haber alma ihtiyacı öncelikle burjuva sınıfına has bir ihtiyaç olarak şekillenmiştir. İlk gazetelerin tamamıyla ekonomi haberleriyle dolu olmasının temel nedeni bu olabilir. Gazetelerin bir fikir aktarma aracına (ideolojik bir pozisyona) dönüşmesi, sınıfsal çatışmaların arttığı dönemde görülmesi bir tesadüf değildir. Öyleyse ilk kritik eşiğin Fransız Devrimi’yle birlikte geçildiğini düşünmememiz için bir neden yok. Toplumu etkilemek isteyen farklı siyasi yapılar, kendi gazetelerini ve siyasi broşürlerini basmış ve devrimi kendi idealleri doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır.

Geldiğimiz noktada artık belirli sonuçlar çıkarabilir ve gazeteciliği şimdiki müphem durumundan sıyırarak biraz daha netleştirebiliriz.

  1. Gazete, sınıfsal temelli ihtiyaçlardan doğmuştur.
  2. Gazete, fikirlerin yayılmasında, popüler anlamda “propaganda” edilmesinde bir araç olmuştur.3
  3. Gazeteler sahiplik yapısının gereği olarak gerçeği inşa eden ya da örten politik bir savaş alanıdır.
  4. Sınıflı toplumun bir gerekliliği olarak ortaya çıkan her yapı, sınıflı toplum ortadan kalkana kadar saf bir gerçekliği temsil edemez.

Osmanlı’da gazetelerin kurulmasının da temelinde Fransız devrimi ve onun etkileri yatmaktadır. Gazeteyi net bir biçimde tanımlamak istersek bunu şu şekilde tarif edebiliriz: Gazete, sınıflı toplumlar arasındaki çatışmanın insanlığa bahşettiği bir araç olarak tanımlanabilir. Böylesine güçlü politik ve ekonomik temellere dayanan bir aracın ve bu araca içerik üreten fikir işçilerinin sömürü ilişkilerinden kopuk olduğunu anlatmaya çalışmak “saflık” olarak nitelendirilebilecek bir yanlış anlaşılma biçiminde değerlendirilemez. Gazeteci tarihin hiçbir safhasında salt toplumsal gerçekliğin peşinde koşmamıştır. Bir burjuva, gazeteciyi yoksulların çektiği yokluk ve yoksunlukları anlatması için işe almaz. Tam tersine bu gerçekliğin örtülmesi ve kapatılması için işe alır ve para öder. Bugünkü anlamıyla iletişim profesyoneli, işçi sınıfının her gün biteviye kafasının karıştırılmasıyla kendi uzmanlığını geliştirir. Bir “uzman” olarak gazeteci oldukça tehlikeli bir mahluktur. Burada gazetecinin kimin tarafında duracağını iyi seçmesi gerekiyor. Bu seçim buz gibi politik ve ideolojik bir tercihtir. Bu tercih, her iki taraf için de söz konusudur. Yani işçi sınıfının yanında durmak da, burjuvazinin yanında durmak da ideolojiyi ve politikayı kendi bünyesinde barındırır. Gazetecilik, emperyalist dünyanın 1980’li yıllarda estirdiği rüzgârın yarattığı ideolojik atmosferle değerlendirilebilecek politika ya da ideoloji dışı bir iş kolu olarak adlandırılamaz. Bu tanımlama işçi sınıfına dönük olarak gerçekleştirilen ideolojik saldırının bir veçhesidir. Oscar Wilde, gazeteciliği bir buluş (icat) olarak tanımlamaktadır:

Kitlelerin kalemin kaldırım taşından güçlü olduğunu ve bir tuğla parçası olarak da kullanabileceğini keşfettikleri gün, yandığımız gündü. Hemen gazeteciyi bulup çıkardılar, onu geliştirip yetiştirdiler ve kendi çalışkan ve iyi ücretli uşakları haline getirdiler. Her iki taraf adına da çok hayıflanılacak bir durum. Barikatların gerisinde soylu ve kahramanca bir sürü şey olabilir. Ama başyazarın yazısının gerisinde ön yargıdan, aptallıktan, dedikodudan ve laf salatasından başka ne vardır? Ve bu dördü yan yana geldiler mi de korkunç bir güç meydana getirirler ve yeni otoriteyi oluştururlar. Eski günlerde insanları işkence tahtalarının üzerine gererlerdi. Şimdi basın var. Kuşkusuz bu bir ilerleme. Ama durum hâlâ pek kötü, yanlış ve ahlak bozucu.4   

Oscar Wilde’ın ayak izlerini takip etmeye devam edelim. Dünyaya yakışıklı ve romantik olarak pazarlanan bu İrlandalının uzlaşmaz bir devrimci olduğunu görmek insanların zihnini silkeleyip atmalı. Özel yaşamıyla anılmayı bir kâbus olarak gören birinin özel yaşamından başka bir şeyle anılmaması, insanların gazete sütunlarının üzerine gerildiğinin önemli göstergelerinden birisi. Gazeteciler Wilde’ye baktığımızda romantik bir âşık görmemizi istiyor ve neticede bu devrimci ozanı, politik ve ahlaki değerlerinden tamamen iğdiş edilmiş biçimiyle görüyor ya da öyle tanıyoruz. Akademinin ve gazeteci gurularının tanımlarının dışına çıkmanın tam zamanı. Gazetecilik halkı kandırma, oyalama ve hurafelere hapsetme becerisidir. Gazeteci ne bir sanatçı ne de bir zanaatçıdır. O elindeki imkânlarla yalandan mitler inşa eden profesyonel bir zihin katilidir.5

Bugün, merkez medyadan düşen büyük gazetecilerin bu işe getirdikleri uzmanlık tanımı tamamen ideolojiktir (akademi de bu tanımı güçlendirmektedir). Türkiye’deki insanlar bugüne tutsak edilmek isteniyor ve bu tutsak ediliş bugünün kötü çözüm ya da çıkış yollarının insana tek seçenek olarak görünmesine neden oluyordu (AKP’den kurtulmak için Deva partisine ve türevlerine sarılmak). Genç cumhuriyetin kuruluş yıllarında bile gazetecilerin ya da gazete sahiplerinin yüce ülküleri yoktu. Halka yeni alfabenin öğretilmesi noktasında aldıkları sorumluluklar tamamıyla ticari kaygılara dayanıyordu. Latin harflerinin gazete satışlarını (tirajlarını) arttıracağını düşünüyorlardır. Gazete burjuvazi için her zaman bir tecim aracı ve kitleleri kendi ideolojisine boğma fırsatı olarak görülmüştür. Bu bağlamda magazinleşme bugüne ait bir olgu değildir. Cumhuriyetin daha ilk yıllarında harfleri öğretme telaşından kopan gazeteler, güzellik yarışmalarıyla yeni pazarlama stratejilerine yönelmişlerdir.

Bir gazetenin yaptığı güzel kadın müsabakası erkeklerin ilgisini çekmek için yapılmış olsa da birçok kadını avuttu. Fakat bu gazetenin başka bir gazete için ilham kaynağı olan diğer bir yarışma yeni bir damar keşfetti. “Kadınlara güzel erkek resimleri sunmak” bu nokta da İkdam’ın yarışması çok daha başarılı olacaktır. Yalnız Vakit’in açtığı çirkin erkek yarışmasına bir anlam vermek zor. Bu zavallı erkekler kadınların mı ilgisini çekecek, yoksa erkeklerin mi? Bütün bu heyecanlı zabıta haberlerine, haftalarca reklamları yapılan benzersiz romanlara, Mahmutpaşa Çarşısı’ndan daha çeşitli ikramiye sergilerine rağmen gazeteler satılmıyormuş. Yeni harfler bizi bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnemekten kurtardı. Gazeteciler şişirmekten vazgeçerse, okuyucular da boykottan sarfı nazar edecekler.6

11 Nisan 1929 yılında yayımlanan Cem dergisi, gazetelerin düşünsel ve edebi metinlerden uzaklaşmasını, çıplak kadın/erkek fotoğraflarıyla seyirlik bir hale dönüşmesini eleştirmektedir. Burjuva cumhuriyeti sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek için özel bir çaba harcamıştır. Sovyetler Birliği’nin sömürülenler için yeni bir umut olduğu böyle bir çağda bu daha da hassas bir konu haline gelmiştir. Anadolu’nun sömürücü sınıfları, olabildiğince kendilerini (adlandırılamaz) tanımlanamaz hale getirmeye çalışmıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bu dönemde yoksul halka işaret eden yazıları ve eleştirileri rahatsızlık yaratmıştır. Karaosmanoğlu, devrimlerin başarılı olabilmesini yoksul halkın durumunun iyileştirilmesine bağlıyordu. Yakup Kadri, kısa bir zaman diliminde sessizliğe gömüldü ve bir daha tehlikeli sulara girmemek için özel çaba sarf etti.7

Artık gazeteciliği bu temel sütunlar üzerinde inşa edebiliriz. Devlet, Medya ve Sermaye üçlü bir sacayağı oluştururlar. Böyle bir yapının kitlelere “gerçeği” yansıtması imkansızdır. Bu AKP öncesinde de böyleydi, şimdi de böyle. Birinin rolünün zaman zaman daha fazla ön plana çıkıyor olması bu üçlü sacayağının bozulduğu ya da tamamıyla parçalandığı anlamına gelmez. Özellikle iki alana, devlet ve medyaya rollerini sermaye verir. Burada sermayeye güçlü bir rol atfetmekle birlikte bu üçlü sacayağının birbirini etkileyen bir mekanizma olduğu unutulmamalıdır.8 Tüm bu üretim ilişkileri, özellikle bu zamanda böylesine ayyuka çıkmışken, inatla gazeteciliğe “tarafsızlık” payesi vermek ve bu işi tarihin hiçbir döneminde olmadığı bir biçimde tariflemek en hafif ifadeyle cahilliktir. Kişisel olarak ise bunun sıradan bir cehalet ve saflık olmadığı üzerinde tekrar durmak isterim. “Tarafsızlık” ideolojik bir anlatıya dönüşmüş durumdadır. Her ideolojik anlatıda olduğu gibi bu söylem bir tarafın önünü açarken diğer tarafın söylem alanını daraltmaktadır. Bu anlamda 80’li yıllara biraz daha yaklaşabiliriz. Okuyucu şunu asla aklından çıkarmamalıdır; gazetecilik itibarını her zaman işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği dönemde geri kazanmıştır. Iskra-Kıvılcım (ilk sayısı 1 Aralık 1900’de Almanya’nın Stuttgart kentinde yayımlanmıştır) ve Pravda- Gerçek (5 Mayıs 1912) gazetelerinin gazeteciliğe yeni boyutlar kattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Burjuvazinin gazeteleri, kendi sınıfsal çıkarları lehine kullanması gerçeği karşısında işçi sınıfının harekete geçmemesi düşünülemezdi. Burada şu noktaya dikkat etmek gerekiyor; üniversitede de sıklıkla karşılaştığım yanılsamalardan biri bu gazetelerin (Iskra/Pravda) “ideolojik” olmakla suçlanmasıdır. İdeolojik olmayan bir gazete var mıdır? Peki, tüm düşünsel tekeli burjuvaların eline bırakalım; sigortası yatmayan, fabrikalarda dişlilere sıkışarak ölen insanların trajedileri ve yaşadıklarını sizce bu sermaye gazeteleri görecekler mi? Napolyon Bonapart’dan beri “ideoloji” muhalifleri bastırmak için kullanılan bir söylem/silah olmaya devam ediyor. Sözde tarafsızlık siperinin ardından görülmeyen hayatları göstermeye çalışan gazete ve gazeteciler ideolojik davranmakla suçlanıyor.

Avrupa’nın gerçeğini şu an yaşadığım ülke İrlanda’dan yansıtırken sıklıkla sözcüklerimin bu dalga kıranlara çarptığına şahit oluyorum. İnsanlar gazetenin siyasal yönelimine bakarak “ideolojik” bir önyargıyla haberleri ya da fikir yazılarını değerlendirme eğilimindeler. Resmi devlet belgeleriyle, fotoğraflarla, siyasi parti raporlarıyla desteklediğim yazıların kimileri tarafından gerçeğin dışında olgular olarak tanımlanmasını “gazeteciliğe” yönelik tanımlama sıkıntısı yaşadığımızı gösteren veriler olarak algılıyorum. Geniş kitleler “gazeteciyi” merkez medyası denen ucubenin yarattığı karakterler üzerinden tanımlıyorlar. Örneğin: Mithat Bereket’in 1994 yılında 32. Gün programı için hazırladığı “Kuzey İrlanda” dosyası oldukça ibretlik bir iş. Bereket, yüzyıllara dayanan bir sorunu haberin sonunda Coca-Cola şirketinin çözdüğünü rahatlıkla söyleyebiliyor. Eğer gazetecilik diye bir şey varsa bu haberi her izlediğimde derin bir utanç yaşıyorum. Bugün, İrlanda’da yaşadığım ve sorunu birebir kaynaklara bakarak irdelediğim için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum.9

Ara sonuçlara ulaşmaya devam edelim:

  1. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında medyada büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönüşüm sermayenin medyayı tamamıyla ele geçirmesi ve tekelleşmeyle sonuçlanmıştır.
  2. Bu dönüşüm kanlı olmuştur ve bir süreç olarak toplumun tamamen köreltilmesini hedeflemiştir. Gazetecilere dönük suikastları bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
  3. Haberin metalaşma süreci gerçekleşmiştir.
  4. Haber ve reklam Mithat Bereket’in haberinden de anlaşılacağı gibi iç içe geçmiştir.
  5. İşçi sınıfı ve onun örgütlülüğü bastırıldıkça kamu yararı, halkı bilgilendirme (ona bilinç kazandırma) işlevi geri çekilmiştir. Artık üretilen bilgiler ya kapitalist ideolojiyi onaylayacak ya da yeni ürünlerin satılmasını kolaylaştıracaktır.

Kamu yararı, toplumun bilgilendirilmesi ve insanların aydınlatılmasından ürünlerin pazarlanmasına kadar geldik. Bunu yaparken asla kapitalist ideolojiyi görmezden gelemeyiz. Britanya adalarında kimin ne kadar terör uyguladığı tartışılır. İrlanda halkının İngiltere’deki Kraliyet tarafından maruz kaldığı terörün ve soykırımların ölçülebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. İdeal bir gazeteci olarak yine de sorunun kaynağını tek bir başlıkta “İrlandalılar” olarak gösterebilir ve onların direnişini terörle ilişkilendirebilirsiniz.10 Böylece gerçeği rahatlıkla baş aşağı çevirebilir ve bu haberlere meftun kitleleri kendi holiganlarınız haline getirebilirsiniz. Bu holiganların, böylesine kötü haberleri eleştiren kişilere saldırması ve onları büyük gazetecileri eleştiren çılgın ideologlar olarak tarif etmesi sıradan bir tesadüf değildir. Türkiye’de kitleler darbeden bu yana (12 Eylül 1980), yaşanan dönüşümün de etkisiyle gazeteciliğe kapitalist ideolojinin gözlükleriyle bakmakta ve değerlendirmektedir. Tekrar etmekte fayda var; bu düşünceyi yaratabilmek için kanlı bir yoldan geçti Türkiye.11

Neticede gelinen noktada tüm dünyada olduğu gibi tamamen sermayenin kontrolünde bir medya rejimi inşa edildi. Kapitalistler artık medya-devlet ve sermaye ortaklığından asla vazgeçemezler. Kendi içimizde böyle bir rejime tutsak edilirken, tüm dünya ise enformasyonu buna benzer bir rejimin etkisi altında satın alabilmektedir.

Diğer bir önemli nokta ise, yazılı ve sözlü basının haber alma olanağına ve özgürlüğüne etkide bulunan haber ajanslarıdır. Günümüzde, dünya ulusları olabildiği ölçüde kendi ulusal haber ajansları yanında, beş büyük haber ajansından haber alma durumundadır. Associated Press, United Press International, Reuters, Agence France Presse ve Tass yazılı basın ve sözlü basma haber temini yönünden adeta yarış halindedirler. Verdikleri haberler ait oldukları devletlerin dünya görüşünü yansıtan bir ölçü içinde kalmaktadır. Haber ajansları muhabirlere büyük ölçüde yardımcı olmakla beraber, gazeteciliğin temel işlevi olan haber vermede köprü başlarını tutmuşlardır.12

Türkiye’de ve dünyada saf habercilik tanımlaması yapan insanların “gazeteci” olsalar bile gazetecilik hakkında hiçbir şey bilmedikleri ortada. Gazetecilik sadece olayların bilgisini toplayan bir ajan olarak asla tanımlanamaz ve buraya sıkıştırılamaz. Bunu sermayenin dahi böyle algılamadığı çok net bir biçimde ortada. Gazetecilik doğduğu andan itibaren sermaye ile girift bir ilişki içerisine girmiştir. Toplumsal mücadelelerin yükseldiği evrelerde ise gazetecinin geniş kitlelerle buluştuğu ve onların gözünden olaylara bakmaya başladığı düşünülebilir. İşçi sınıfı kendi gazetesine ve gazetecisine sahip değilse dönemsel olarak saf değiştiren bu sözde uzmanlara karşı tetikte ve dikkatli olmalıdır. Bugün, tarafsızlığın temcit pilavı gibi sürekli yinelenmesi sistemle uzlaşmaya dönük bir çağrıdır. Gazetecilik ölmüş bir iştir; burjuvazinin tarif ettiği ve topluma anlattığı bir biçimde ölmüş bir iştir. Tarafsızlık, kamu yararı ve halkı bilgilendirme sorumluluğuna dönük ilkeler ölü doğmuş ilkelerdir. Bu tıpkı burjuvazinin herkesin eşitliğine dair ürettiği ilkelere benzer. Kapitalizmde teorik hümanizmin yerini asla pratik hümanizm alamaz. Türkiye’de merkez medyadaki işlerini kaybeden figürlerin hayali mesleği arama çabaları (gazetecilik tarihin hiçbir safhasında tarafsız bir iş olmadı) oldukça ironik bir durum. Tolstoy’un insanlığa eşitliği ve adaleti getirmek için aradığı sihirli değneğe benziyor.

Gazeteciler, Kanaat Önderleri ve Kitaplar

Bu makaleyi iyi bir örnekle ve ciddi bir uyarıyla noktalamak istiyorum. Türkiye’de gazeteciliğin tamamen ilga edildiği bir ortamda gazeteci enflasyonuyla karşı karşıyayız. Kapitalizm fetişist karakteri gereği, sürekli ve sürekli olarak popüler fetişler yaratmaya gayret gösteriyor. Politika alanının pop yıldızları, bu kuraldan hareketle gazeteciler oluyorlar. Yayınevleri bu gazetecilerin kitaplarıyla düşünsel ortamı boğuyor. Bu kadar çok gazetecinin bu kadar çok kitap yazması ibretlik bir durum.13 Türkiye sözde en baskıcı döneminde bir kitap enflasyonu yaşıyor. Bu kitapların bazılarına baktığımda doğal olarak derinlikli düşünme ve sorgulama olmayan niteliksiz işler görüyorum. Doğal olarak nitelememdeki temel sebep bir iş olarak gazeteciliğin bugüne tutsak oluşunda yatmaktadır. Yayınevleri kitaba tecimsel bir eşya gözüyle baktıkları için onların bu çılgınlığa odun taşımasını yadırgamıyorum. Gazetecilerin dünyası, burjuvazinin dünyasının vasat bir izdüşümü gibidir. Birbirlerinin kitaplarını yerden yere vuran ve söze dökerek hiçbir işe yaramadığını söyleyenlerin bunu yazıya dökmemesi bu işin sermayenin etkisiyle nasıl çürüdüğünü açık açık gösteriyor (zamanın ruhu).

Parti grup toplantılarında genel başkanlara boynu bükük kitap tanıtımı yapanların Türkiye’ye tarafsız gazetecilik dersi verdiği çarpık bir dönemden geçiyoruz. Makalemin tam olarak bu vasat ve entelektüel bilgisi kendi dar “gazetecilik” dünyasıyla sınırlı olan insanlara müdahale etmesi gerektiğine inanıyorum. Merkez medyanın ya da kişisel çevresinin ittirmesiyle “meşhur” olan vasat gazetecilerin sürekli olarak kendilerini tarafsız, muhalif kimlikler olarak pazarlamasını rahatsız edici buluyorum. Aynı kanaat önderleri ideolojik olarak niteledikleri gazetelerde yazarlık yapan insanların iyi gazeteci olmadıklarını söylemeleri ciddi bir saldırıdır. Bu gazeteci tipleri teorik yeterliliği olmayan bürokrat gazetecilerdir. Onların bakış açısı burjuvazinin onlara bahşettiği kadardır. Kitlelerin ciddiyetle takip ettikleri bu figürler işçi sınıfının gözü olan yazarları, gazetecileri ya da aydınları sınırlamak ve onların önünü kesmek istemektedir. Demek ki “tarafsızlık” sıradan bir cehalet veya safça dile getirilmiş bir söylem değil; güçlü bir saldırı aracıdır. Tam bu noktada bu kişileri hüsrana uğratmak gerekiyor. Gazetecilik ‘uzmanlık’ payesiyle yürütülen özel bir iş kolu değildir. Okuma-yazma bilen her eli nasırlı işçi, kendi haberini rahatlıkla kendisi yazabilir. Hatta becerileri doğrultusunda derinlikli fikir yazıları da yazabilir. Gazeteciliğin alanını uzman haberciliğe sıkıştıranlar sözde gazeteci olsalar bile bu alana dair hiçbir şey bilmiyorlar. Sol TV’de yayınlanan ve Burçak Özoğlu’nun sunduğu “İşçiden” programını örnek vermek isterim. 9 Mart 2021’de “İşçiden: Emeğin karşılığını vermemek en büyük ihanet” başlığıyla yayınlanan programda bizzat işçilerin kendi sorunlarını kendilerinin anlattığı bir bölüm dikkatimi çekiyor.

Pamukkale Turizm emekçileri sorunlarını bir muhabir profesyonelliğinde izleyicilere aktarıyor. Özel ışıklara, dev stüdyolara ihtiyaç yok. Sürekli gazeteciliği yapılması zor bir iş, uzmanlık isteyen bir alanmış gibi pazarlamaya çalışanlara inanmayın. Bir kamera (hatta akıllı telefon) ve mikrofonla bu insanlar rahatlıkla kendi gazetecisi olabilirler. Onlar kendi sorunlarını anlatırken, onları taraf olmak ve ideolojik davranmakla suçlayabilir misiniz? Gazetecilik yaşayacaksa, gazeteciler kendisini işçi sınıfının saflarında yetiştirmek zorunda. Parti grup toplantılarında, sermayedarların kuyruğunda tilki gibi dolaşarak gerçeği bulamazsınız. Bu sözde gazeteciler para, popülarite ya da sıralamaktan usandığım pek çok vasat şeyi buralarda bulabilirler ama bizim düşündüğümüz gazeteciliği bulamayacakları kesin. Parti’nin, gazetenin ve sınıf saflarında mücadele eden yazarların omuzlarında büyük bir sorumluluk var. Öncelikle bu hiçbir işe yaramayan ve merkez medyadan düşerek önümüze yuvarlananlara itibar etmemek, işçilere daha çok söz vermek ve o işçilerden eli kalem tutanları iyi birer gazeteci gibi yetiştirmek zorundayız. Bizlerin (basın emekçilerinin) tek ve biricik sorumluluğu budur.

  • 1. Mary Beard’ın SPQR: A History of Ancient Rome (SPQR: Antik Roma Tarihi) isimli kitabının Roma’daki sınıfsal çelişkileri görmediğini düşünüyorum. Bu anlamda okuyucunun Roma tarihi üzerine okumlar yaparken (özellikle popüler kültür karşısında) dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Neil Faulkner’ın Roma: Kartalların İmparatorluğu eserinin, tarih okumayı sevenler için daha doğru bir seçenek olduğunu hatırlatmak isterim (Y.N.).
  • 2. Gazetelerin kitlesel boyutta bir etkinlik kazanması I. Dünya savaşı ile ilişkilendirilir. Savaşta haber alma ihtiyacı yüksek boyutlara ulaşmıştır. Yine burada sınıfsal ihtiyaçlardan bahsediyoruz. Bu emperyalizmin duyduğu bir ihtiyaçtır. Ben, gazeteciliğin ya da modern dünyanın kimi kavramlarının yine modern dönemlere sıkıştırılmaması gerektiğine inanıyorum. Çeşitli sınırlamalar sınıfsal ilişkileri görmemize engel olabilir. Bu yüzden gazeteciliği sınıfsal çatışmaların yükseldiği dönemde Fransız Devrimi içerisinde incelemek kanımca daha doğru bir tercih olabilir. “İnsanın kişisel merakı ve ilgisi ölçüsünde gereksinimi olan enformasyon, XIX. yüzyılın sonundan ve özellikle I. Dünya Savaşından sonra gerçek anlamıyla tüm insanlık bakımından toplumsal bir gereksinme şekline dönüşmüştür. Bu gereksinim, aynı zamanda enformasyonun toplum içinde ve toplumlararasındaki dağıtım yöntemlerini de şekillendirmekte ve koşullandırmaktadır. Enformasyonun dağıtım ve yayılmasında ise, kitle haberleşme araçları — özellikle gazeteler, dergiler, radyo ve televizyon, telgraf, telefon, teleks, faksimile, film, teyp, kamera, ışıklandırma araç ve gereçleri, matbaa araç ve gereçlerine büyük ve önemli roller düşmektedir. Günümüzde, gayet karmaşık bir düzen içinde gerçekleşen enformasyonun dağılımı ve yayılması, gerçekten gerek kişisel gerekse örgütsel düzeyde önemli bir olgudur” (Tokgöz, Oya. Temel Gazetecilik. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1981, s.23).
  • 3. Propaganda kavramı XX. yüzyılda Freud’un yeğeni tarafından revize edilmiştir. Almanların bu kelimeyi yeterince yıprattığını düşünen Bernays, propaganda yerine “Halkla İlişkiler” (Public Relations) icat etmiştir. Propaganda (Halkla İlişkiler) Freud’un kuramıyla ilişkilendirilmiş ve soğuk savaşın en etkili silahlarından birine dönüşmüştür. Propagandanın masum bir yüzü görünümüne bürünen halkla ilişkiler ürün pazarlamadan, ülkeleri işgal etmeye varana dek geniş bir alanda faaliyet yürütmektedir (Y.N). Edward Bernays’ın ilk operasyon alanı olan Guatemala’nın halkçı yönetiminin United Fruit Company’nin isteğiyle nasıl ABD darbesiyle ortadan kaldırıldığına BKNZ.
  • 4. Wilde, Oscar. Sosyalizm ve İnsan Ruhu (The Soul Of Man Under Socialism/1891) Çev: Fatih Özgüven. İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s.85-87.
  • 5. Akademide medya: “Beyin İğfal” şebekeleri olarak tanımlanmaktadır.
  • 6. Cem Dergisi’nden aktaran Ova, Nalan (2019). Harf İnkılabı ve Türk Basını. İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi, 2019, s.115.
  • 7. Age.
  • 8. Kaya, A. Raşit. İktidar Yumağı (Medya-Devlet- Sermaye). İmge Kitabevi.
  • 9. IRA Terörü Nasıl Bitti? | 1994 | 32. Gün Arşivi.
  • 10. Bunun çok hassas bir ideolojik argüman olduğunu düşünüyorum. Zamanda bir yolcuğa çıksak ve Mithat Bereket’i Paskalya Ayaklanması dönemine, yani 1916 yılına ışınlasak, muhtemelen İrlandalı direnişçiler merkezin gözünden bakıldığında “terörist” olarak görüleceklerdir. O zamanın teröristleri, şimdinin kahramanlarıdır. James Connolly, Tom Clarke ve öldürülen diğer isimler İrlandalıların bağrında birer kahraman olarak yaşamaya devam ediyor.
  • 11. “Öldürülen Gazeteciler” (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) https://www.tgc.org.tr/oldurulen-gazeteciler.html
  • 12. Tokgöz, s.8.
  • 13. Elbette güncel sorunlara dair belgeli ve iyi işler üreten gazetecileri kast etmiyorum (Y.N).