'Kadınları güçlendirecek olan kadınları aynı çatı altına çağıran siyasetler ya da sermaye sınıfının sözde destek fonları değil düzene karşı verilecek olan mücadelenin kendisidir.'

SÖYLEŞİ | Sosyalizm, öfkemiz ve isyanımız için en doğru kanal

8 Mart'ı, "sekiz mart" yapanın emekçi kadınlar olduğunun silinmesine, önemsizleştirilmesine ise izin vermemek gerekiyor. Bugün sermaye düzeni kadın emeği üzerindeki her tür gerici egemenliğin kaynağıdır. Bu egemenliğin piyasa için yeniden üretildiğini görmezden gelmek büyük bir aldanıştır. Kadınların evlerden işyerlerine, sokaklardan ikili ilişkilere kadar hemen her alanda, bazen yaşamlarını da göze alarak yükselttiği mücadelenin, piyasaya da göz kırpan bir özgürleşme ile boşaltılmasına izin verilemez.

Tam da bu nedenle, kadın mücadelesine yakından bakmak, tartışmak ve sosyalizmin sesini belirginleştirmek için özel bir Gelenek dosyası hazırladık. Dosyanın bir parçası da psikiyatrist Gülperi Putgül Köybaşı ile yaptığımız söyleşi. Kendisine bir komünist, kadın, hekim ve anne olarak güncel ve tarihsel sorunları, yönelimleri sorduk.  

AKP'li yıllar kadınların yaşamına adeta karabasan gibi çöktü. Dinselleşmenin olduğu yerde kadın erkek eşitliğinden söz edilemez ancak kadınların yaşamında bunun ötesinde bir tahribat yaşandı. İstersen söyleşimize buradan başlayalım.  

Sizin de vurguladığınız gibi AKP iktidara geldiği ilk günden itibaren özellikle kadınları hedef alan pek çok gerici adımın mimarı oldu. Elindeki tüm kaynakları kullanarak dinci gericiliğin toplumun egemen kültürü haline gelmesini sağladı. Bu sayede toplumun geniş kesiminin desteğini almayı da başardı. 2011 yılında bakanlıklar yeniden yapılandırılırken Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” kurulmasını AKP’nin kadını algılayışı ve konumlandırılışının bir yansıması olarak görüyorum. Onlara göre kadının en temel görevi annelik, yeri de eviydi. Adım adım kadınların medeni haklarına, ekonomik özgürlüklerine saldırdılar. Eğitim ve hukuk alanındaki müdahalelerle kız çocukları okullardan uzaklaştırıldı, tarikatlara teslim edildi. O tarikat evlerinde neler yaşandığına hepimiz tanık olduk. Çocukları korumak için kılını kıpırdatmayan iktidar, tacizcileri aklamak için türlü taklalar attı. Şiddet, taciz, tecavüz normalleştirildi. Türkiye’de 2002 yılında kadın cinayeti sayısı 66’ydı, aradan geçen 19 yılın ardından elimizde her gün işlenen en az bir kadın cinayeti var.

Peki, tüm bu tahribatın sorumlusu gerçekten tek başına dinselleşme mi? 

AKP sadece dinci bir parti değil; aynı zamanda patron sınıfının ortağı. Yapmış oldukları nedeniyle AKP bir gün hesap verecek ancak ülkenin geldiği durum sadece AKP’nin hesabına yazılamaz. Karabasan AKP ile başlamadı ve AKP gittiğinde de son bulmayacak. AKP’yi, Cumhuriyet’in aydınlanmacı ve ilerici karakterinin el birliğiyle tasfiye edilişinin ürünü ve devamı olarak görmek gerekiyor. Yirminci yüzyılın sonunda tüm dünyada gerçekleşen karşı devrimci hareketler ve işçi sınıfının örgütlülüğünü kaybedişi, Türkiye’de de sermayenin egemenliğinde gerici ideolojinin güçlenmesi sonucunu doğurdu. Bu değişimde, Türkiye Burjuva Devrimi’nin tüm ilerici yönlerine rağmen, sermaye ve gericilik ile ilişkisindeki sürekliliğinin etkisini de unutmamak gerek. Böyle bir denklemde emekçiler kaybetmeye, en zayıf halka olarak kadınlar daha fazla kaybetmeye mahkumdular, öyle de oldu. 

Kadınların dinci gerici iktidarın baskısı altında yaşaması ile ucuz iş gücü olmaları birbirinden bağımsız ele alınamaz. Kapitalizmin en son krizi bu gerçeği tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermedi mi? İlk önce gözden çıkarılanlar kadın emekçiler oldu. Çünkü erkeklere kıyasla daha az ücretlendiriliyorlardı, çoğunlukla güvencesiz ve esnek çalıştırılıyorlardı. Kadınları kapı önüne koymak hem daha kolay hem daha avantajlıydı. Öte yandan okulların kapalı olması çocuk bakımında aileyi zorluyor ve daha düşük gelir nedeniyle işi gözden çıkarılarak evde kalanlar, yine kadınlar oluyordu. 

Dinci gericilik ve sermaye işbirliğinin Türkiye’sinde; eğitim olanaklarından yararlanamayan, tek başına karar alamayan, kutsallık kılıfı altında annelik ve ev kadınlığı içine sıkışmış, ekonomik açıdan erkeğe bağımlı, en iyi ihtimalle evin gelirine “katkı” sağlayan kadının giderek sessiz ve kabullenici olması da oldukça anlaşılır. Böylelikle el birliğiyle kadınların susturulması, baskı altına alınması da kolaylaşmış oluyor. 

Eğitim sisteminde 4+4+4 sistemine geçilmesi, okulların imam hatipleştirilmesi gibi çok belirgin yıkıcı adımlar atılırken toplumda çok büyük dirençler ortaya çıkmadı. Hâlbuki kadınlara yönelik en büyük saldırılar da bu süreçte gerçekleşti. Tamamen sessiz kalındı diyemeyiz ama verilen mücadelelerin yaygın karşılık bulduğundan da bahsedemeyiz. Ne düşünüyorsun bu konuda?

Burada tarihsel bir gerçeği tekrar vurgulamakta yarar var, bana göre. Türkiye’de kadınların özgürleşmesine yönelik ilk adımlar, Cumhuriyetle birlikte atıldı. Tahribadı tam anlamıyla kavrayabilmek için neyin kaybediliyor olduğunu iyi bilmek gerekiyor. Cumhuriyet öncesi dini kurallarla şekillenen toplumsal yaşamda kadınlar, kanun önünde eşitlikten bile mahrumdular, mahkemelerde kadınların tanıklığının geçerli olmadığı bir dönemden bahsediyoruz! Örtünme zorunluluğu, medeni haklardan yoksunluk, eğitim ve çalışma hakkından yararlanamama gibi kadını toplumun dışına iten tüm uygulamalara son verildi. Bugün yitirmekte olduğumuz ancak bir dönem kadınların yaşamında köklü değişimler yaratan bu değerli kazanımlar, dinin siyaset alanından çekilmesiyle mümkün olabilmişti.
 
İlk sorunuza verdiğim yanıtta değindiğim gibi Türkiye’de karşı devrimin zaferi, yeni bir dönemin tetikleyicisi oldu. 1980 sonrası hızla yükselen liberalleşmeyle birlikte muhafazakârlık da yeniden sahne aldı. Yerli ve yabancı sermayenin güçlenmesi ile laikliğin sorgulanması eş zamanlı yol aldı. Cemaatlere, tarikatlara açılan kapılarla gerici bir neslin yetişmesinde, liberaller kadar sol adına konuşan bir kesimden yükselen “özgürlük” seslerinin de payı büyük. Darbelerle hesaplaşma isteği pek çoğunu AKP ile yan yana düşürdü. Bırakın karar vermeyi, soyut düşünce yetisi bile gelişmemiş çocukların başını örten türban, kadınların “örtünme özgürlüğü” olarak pazarlandı. Kadın hareketleri de bu liberal aklın bir parçası oldular. İşçi sınıfı hareketinden koptukça “özgürlük, hak, demokrasi” kavramlarına sıkışmış bir kadın hareketinin güçlenmesi kaçınılmazdı.

AKP, zaten kazanımların el birliği ile gözden çıkarıldığı bir dönemde tek başına iktidar olarak, din çatısı altında büyük bir toplumsal dönüşüme imza atabildi. Eğitim alanında bahsettiğin tüm bu geri adımların zemini zaten hazırdı. AKP’nin tüm fırsatları kendi ideolojisi ve sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanma potansiyeli olan büyük bir tehlike olduğu görmezden gelindiği için de süreç bu noktaya taşındı. 

Düzen değişikliğinin gerçekleştiği sosyalist devrimlerde bile kadınların toplumsal yaşamlarındaki dönüşümlerinin zaman aldığını biliyoruz. Türkiye Burjuva Devrimi’nin tarihi göz önünde bulundurulduğunda kazanımların bu derece kaygan bir zeminde olması kaçınılmaz. Kendini Cumhuriyet’in ve kazanımlarının mirasçısı olarak tarif eden CHP’ye bakın. Muhalefetin en güçlü temsilcisi “Elhamdülillah hepimiz müslümanız” söyleminde buluşunca toplumsal karşı duruşun da sesi ister istemez cılızlaştı. 

Sonuçta laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet’in miras bıraktıkları yitirildi, bu yıkımdan da en çok kadınlar etkilendi. 

Tüm bunlara piyasalaşma da eşlik etti sanırız. Yani bir yandan gericileşme bir yandan da eğitimde “özel okul” furyası…

Evet, kesinlikle. Eğitimin piyasalaşmasının toplumun alım gücü yüksek kesimi için oldukça cezbedici olduğu da bir gerçek. Korunaklı ve geniş arsalara kondurulmuş, spor ve sanat aktivitelerini ihmal etmeyen, seçilmiş öğretmenlerle ayrıcalıklı bir eğitim fırsatı sunan özel okulların giderek çoğalması da eğitimdeki gericileşmeye karşı sessizliğin bir başka nedeni oldu. Çünkü, bu “aydınlık” bilim yuvalarında eğitim alma şansı olan çocuklar, dinci gericiliğin baskısından önemli ölçüde uzak kalabiliyorlardı. Peki, ya geri kalan çoğunluğun çocukları? Onların payına eğitimsizlik ya da ayrımcılık, baskı, şiddet ve istismarla örülü bir eğitim sistemi düştü.
 
Burada elbette geçmişten bugüne dinin Türkiye toplumu için ne anlam ifade ettiğine de bakmak gerekiyor. Her ne kadar Cumhuriyet’in aydınlanmacı damarı AKP karşısında direncini korusa da, toplumun çoğunluğunu aynı çatı altında toplayan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor din. Yüzyıllar boyunca halkları esareti altına almış ve içselleştirilmiş olan dini öğretilerden sıyrılmak günlük yaşam pratiği söz konusu olduğunda hiç de kolay olmuyor. Kadınların, tanrının ve erkeğin buyruğu altına girişinde tarihsel bir bütünlük var. Kız çocuklarına doğdukları andan itibaren uslu bir hanımefendi olması öğretilir bu topraklarda. Her kız çocuğunun eline tutuşturulan bir bebekle, annelik provası yapması beklenir. Elinin hamuruyla erkek işine karışmayan, her lafa girmeyen, oturmasını kalkmasını, gereğinde susmasını bilen kadınlar makbuldür bizde. Ailemizce de dinimizce de! Hâl böyle olunca kız çocuklarına ve kadınlara yönelik gerici adımlar, toplumsal algıda meşruiyetini daha kolay kazanıyor. Yine pandemi döneminden bir örnek vermek istiyorum. Yapılan araştırmalar çevrimiçi eğitim olanaklarından kız çocuklarının daha az yararlandığını, özellikle ergenlik dönemindeki kızların derslere girmek yerine ev işleri ve küçük kardeşlerin bakımıyla ilgilenmek zorunda kaldıklarını gösteriyor. Var olan “eşitlik”, ilk krizde önce kız çocuklarını ve kadınları gözden çıkarıyor yani. 

Getirdiğin yerden devam edersek, kadınlar belirttiğin gibi çocukluktan itibaren belli kodlarla yetiştiriliyorlar ve doğru bir ifade mi emin olmamakla birlikte aslında diyebiliriz ki kadınlar çocuk yaşlardan itibaren kendilerini “eksik” hissederek yaşamda adımlarını atmaya başlıyor. Aslında şundan bahsediyoruz: Erkeklerin yaşamdaki başarılı ya da başarısız olarak toplumda değerlendirilme yaşları neredeyse çalışma yaşamı başladığında olurken, kadınlar daha ilkokul yaşlarında başka kız çocuklarıyla az önce söylediğin başlıklar üzerinden kıyaslanıyor. Sonra yıllar geçiyor büyüyorsun ve yine aynı kıyaslama çok daha sert devam ediyor.

Belirttiğiniz durumu daha da ileriye taşıyacağım, doğumda hatta gebelik döneminde başlıyor eşitsizlik. Bir toplumu yakından tanımak için gelenekler, adetler, deyimler, masallar gibi nesilden nesile aktarılan anlatı ve alışkanlıklarına bakmak çok işe yarar. Bebek beklenirken başlar “erkek adamın erkek oğlu olur” lafları dolanmaya, ortamda bir sessizlik olduğunda “kız doğdu” denir, yaşanan hayal kırıklığının dışavurumudur sessizlik çünkü. Ergenliğe geçişinin belirtisi olan ilk regl dönemi, pek çok kadın için iç sızlatıcı hatıralar barındırıyor. Adet gören kız çocuğuna tokat atma geleneği belli bölgelerde hâlâ sürüyor, “kirlenme” tanımı da…Yaşadığımız toplumda kız çocuğunun kadın kimliği ile tanışmasına en sık eşlik eden duygu, maalesef “utanma” oluyor. Tamamen biyolojik olan bu deneyimi, kız çocuğu en yakınlarıyla bile paylaşmaktan çekinir. Karın ağrısına kılıf uydurmaya başlar, eczaneden ped almak bile başlı başına bir olaydır. 

Peki ya erkek çocuklarda neler oluyor? Erkekliğe geçişin sembolü olarak görülen sünnet törenleri, çocuğun neredeyse bir veliaht muamelesi gördüğü düğünlerle kutlanıyor. Muhafazakârlığın etki alanını güçlendirdiği günümüzde sünnet törenlerinin tahtıyla, giysileriyle giderek hanedanlık törenlerini andırması da tesadüf değil. Başkanımız padişah olunca evdeki erkek çocuğumuz da veliaht oluveriyor. Burada erkek çocukların ruhsal gelişimlerine girmeyeceğim ancak onlar açısından da sağlıklı bir süreç işlemediğini belirtmeden geçmemeyim. Kadınların utancı ve erkeklerin şişirilmiş kendiliğiyle gelişen bir toplumda baskı, ayrımcılık ve hatta şiddetin de içselleştirilmesi daha kolay olur.
 
Sadece cinsiyetinden dolayı değerli, özel hisseden “aslan parçası” erkek çocukların, haylaz, söz dinlemez, fırlama ya da büyüyünce çapkın olması sıklıkla kabul görür hatta övgü nedenidir. Kız çocuklarının bu özellikleri ise hoş karşılanmaz, eğitimine izin veriliyorsa bile bunun koşulları vardır. Dersleri önce gelmelidir, iyi aile kızlarından beklendiği gibi erkeklerden uzak durmalıdır aynı zamanda ileride iyi bir eş olabilmek için hamarat bir kız olmayı da başarmalıdır. Hemcinsleriyle de örtük bir rekabetin içindeler aslında.
 
Toplum geliştikçe, dönüştükçe elbette bunlar etkisini yitiriyor ama öyle hemen yok olmuyor. Belki bugün toplumun özellikle kentli, eğitimli ailelerinde kız çocukları açık bir baskıya maruz kalmıyorlar. Ancak o evlerde bile sıklıkla misafire kahveyi sunan kız çocuğu oluyor, farkında olmadan tercihleri, eğilimleri toplumsal beklentilere göre şekillendiriliyor. Diyelim ki bunlar da olmuyor ailede, bu kez okulda, sokakta, işyerinde karşılaşıyor ayrımcılıkla. Beyaz yakalı, kentli kadın emekçilerin daha “şık” giyinmeye zorlandıklarını ve bu nedenle taciz edildiklerini, toplantılarda çay kahve ikramlarının kendilerinden beklendiğini, işe alınırken çocuk yapmayacaklarına dair sözleşme imzalatıldığını ve burada sayamadığımız benzer örneklerin varlığını hepimiz biliyoruz…

Bu soruyu yanıtlarken Türkiye’de kadın ve edebiyat denince akla gelen en önemli isimlerden biri olan Erendiz Atasü’den dinlediğim bir anekdotu hatırladım. Kendisine, neden hep zor koşullardaki mutsuz kadınları yazdığı soruluyor. O da “ben ne gördüysem onu yazdım” diyor. Bu ülkede doğmuş, büyümüş, eğitim almış bir kadın ve 15 yıllık meslek hayatını AKP iktidarlığında geçirmek zorunda kalmış, binlerce kadını dinlemiş bir psikiyatrist olarak benim de tanık olduğum, gördüğüm şey farklı değil… Kadınlar depresyon, kaygı bozukluğu gibi ruhsal hastalıklara daha çok yakalanıyor. Kadın oldukları için değil, kadın olmaktan kaynaklı sorunların karşısında yalnız kaldıkları ve çaresiz hissettikleri için.

Tam da söz buraya gelmişken meslek alanınla ilgili bir soru sormak istiyoruz. Mâlum, şu son dönemde psikoloji içerikli diziler herkesin gündeminde. Toplumda topyekûn bir “iyileşme” arayışı mı var? Bugün geldiğimiz yer, yaşadığımız sorunların tek kaynağı kişisel geçmişimiz olabilir mi? Burada da düzen siyaseti yarattığı araçlarla, medyayla bir kez daha okları başka yöne çevirmiş olmuyor mu?

Bu çokça tartışılan bir başlık son günlerde, ne oldu da psikoloji içerikli dizilerde bir patlama oldu? Pandemi etkisi mi? Söylediğiniz gibi topyekûn bir iyileşme arayışı mı? Öncelikle bu tür dizilere olan ilginin Türkiye’den önce dünyada arttığını belirteyim. Hatta biraz geriden geliyoruz…Toplumların nabzını çok iyi kontrol eden, doğru zamanda yakalayan, etkisi altına almayı başarabilen ve akıl almaz paraların döndüğü büyük bir sektör var karşımızda. Kapitalizm sıkıştıkça ve sıkıştırdıkça insanların beklenti ve arayışları da değişiyor. Psikiyatrinin bir bilim olarak doğuşu nasıl ki insanlığın tarihsel gelişimi ile paralellik gösteriyorsa bugün de içinde bulunduğu zamanın ve toplumun ideolojisinin etkisinde şekilleniyor. Giderek yalnızlaşan, bireyin öne çıktığı ve herkesin bir diğerini ezip geçme pahasına kendi başının çaresine bakmak zorunda bırakıldığı bir toplumsal düzende psikiyatri de niyetinden bağımsız bir biçimde ihtiyaca göre konumlanıyor.
 
Bir yanda sayıları giderek çoğalan ve yoksullaşan halka dakikalarla sınırlı bir zamanda hizmet sunmaya çalışan devlet hastanesi hekimleri, öte yanda seansları sadece belli bir kesimin karşılayabileceği düzeyde olan “psikiyatrlar”. Dizilerdeki yapay terapi odalarıyla, iyileşebilmemizin mümkün olduğu mesajı veriliyor. Kim olursan ol, nereden gelirsen gel, aynı büyüleyici odada buluşuyor ve iyileşmiş olarak evimize dönüyoruz. Tıpkı aynı gemide olduğumuz yalanı gibi…Oysa gerçek hayatta sıradan bir yurttaş, devlet hastanesi kapılarında saatlerce sıra bekledikten sonra bir psikiyatriste ulaşabilir ve şansı varsa 5-10 dakika derdini anlatabilir. 

Bu kez de psikiyatri, sorunların kaynağındaki sınıfsal gerçekleri örtmek için kullanılmış oluyor. Sorunlarla karşılaştığımızda bireysel tarihimiz, kişilik yapımız, baş etme mekanizmalarımız devreye girer elbette ancak tüm bunlar zaten bir toplumsallığın ürünüdür. İnsan içinde yaşadığı toplumdan bağımsız bir ruhsal yapılanma içinde değildir. Söyleşi boyunca konuştuk kadınların toplumda hangi kodlarla yetiştiğini. İçinde yaşadığı toplumsal düzenin insan yaşamına etkisini göz ardı edip psikoloji dediğimiz şeyi bireysel düzleme indirgediğinizde, şiddet gören ve şiddet gördüğü evliliği hâlâ sürdüren kadınların bu durumu “hak ettiğini” söylerken bulabilirsiniz kendinizi. Erkek arkadaşı tarafından genç bir kadın katledildiğinde katili değil, kadının o saatte orada ne yaptığını, alkol alıp almadığını, öncesindeki psikolojik durumunu sorgularsınız. Ya da kadınların siyasette yokluğunu, bireysel ilgi alanlarıyla, tercih etmiyor oluşlarıyla açıklarsınız.

Siyasetten devam edelim istersen. Kadınların siyasetle ilişkisi konusunda ne düşünüyorsun? 

Kadınların siyasetle ilişkisi üzerine yapılan araştırmalar var; sıklıkla kadınların barıştan yana ve uzlaşmacı oldukları, bu nedenle de siyasetten çok, yardım kuruluşlarında, derneklerde görev almayı tercih ettikleri yönünde. Burada araştırmaların yöntemini, kadınların toplumsal olaylarla ilişkisini yorumlayışını bir kenara koyup çoğunda ortak olan ve gözle de görünen şu tespite odaklanalım. Siyaset, bol küfürlü, kavgalı hatta yumrukların konuştuğu bir savaş alanı. Siyasetin dili de uygulanış biçimi de erkeklere ait. Kadınların bu alanda var olabilmesi için “gereğinde yumruğunu masaya vurabilen”, “erkek gibi kadın” olmaları bekleniyor. Ancak bundan da önce gelen gerçek şu ki, siyasette var olabilmeniz için “güçlü” olmanız gerekiyor. Siyasette başarının kriterlerinin de kapitalizmin kriterleri olduğunu unutmayalım. Bugün dünya siyasetinde öne çıkan kadınlar, belli bir sınıf temsiliyetleri olmasa orada olabilirler mi? Siyaset egemen sınıfların çıkarlarını gözettiği sürece, yönetenler ve yönetilenler var olduğu sürece, erkekler toplumsal yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi siyasette de doğal olarak önde olacaklar. Erkeklerin arasında kendilerine yer bulan kadınlarsa ya yine yönetici sınıfın kadınları olacak ya da kimi siyasi partilerin kota çalışmasının nesnesi.

Bunun tersi örnekler yok mu?

Kadınların erkeklerle eşit şartlarda siyasetin içinde var olabildiği örnekleri kastediyorsan eğer, var elbette. Bugünün canlı örneği Küba’da meclisteki kadın vekili oranı % 53. Küba zirvede ve gelişkin kapitalist ülkeler bunun çok gerisinde. Geçmiş sosyalist deneyimlerde en azından bu eşitliğin sağlanması için büyük çaba sarf edildiği de gerçek. Örneğin Sovyetler Birliği’nde devrimden hemen sonra yapılan ilk işlerden biri kadınların hukuki, ekonomik ve siyaset alanında eşitliğinin sağlanmasıydı. Kararları almak komünistler için işin kolay kısmıydı, asıl mesele kararların hayata geçirilmesindeydi. Komünist Parti kadınların partide, Sovyetlerde, kooperatiflerde temsiliyeti ve aktif rol alması için türlü yöntemler geliştirdi. Komisyonlar, kadın kolları, delege toplantıları…Epey de yol alındı. Kadınların siyasete katılımında yıllar içinde kapitalist ülkelerle kıyaslanamaz ölçüde büyük bir artış var. Ancak kadınların yönetici kademelerde, merkezi organlarında oranı oldukça düşük. Toplum tarafından uzun zamandır kabul görmüş olan kimi alışkanlıklar, sosyalizmde bile kolay dönüşmüyor.

Yine günümüzde sosyalizm mücadelesi veren siyasi yapılarda da kadınlar, erkeklerle eşit hak ve yükümlülüklerle siyasetin içinde var olabiliyor. Zaten toplumda maruz kaldıkları baskıya itiraz eden kadınları buralarda buluşturan en önemli unsurlardan birinin içerdeki görece eşitlik olduğunu düşünüyorum. Görece diyorum çünkü baktığımızda sol yapılar içinde kadın üye oranları daha yüksek olsa da yine bir eşitlikten söz edemiyoruz. Sorumluluk alma aşamasına gelindiğinde kadınların sayısı azalmaya başlıyor. Dönüp dolaşıp kapitalizmin kadınlar üzerindeki kısıtlamalarına geliyoruz. Kadınlar yaşamlarında erkeklerle eşit olamadıkları sürece siyasi çalışmalarında da eşit olamıyorlar. Bir genç kadın için geç saatteki bir parti çalışmasına katılmak ailesinden izin alabilmesine bağlı mesela. Çocuklu kadınların bir etkinliğe katılabilmesi çocuğunu bırakacak bir yer bulabilmesine bağlı. Kadın eşitlik mücadelesi verdiği alandan mahallesine döndüğü anda yeni bir mücadele başlıyor. Dolayısıyla kadınların partiye tutunması da sorumluluk alması da güçleşiyor. 

TKP kadınların siyasal yaşamda daha fazla yer alması için neler yapıyor? Bahsettiğin zorluklar günlük mücadele pratikleri içinde aşılabiliyor mu?

Partinin bu başlığı temel sorunlardan biri olarak ele aldığını söyleyerek başlayayım. “Kadın-erkek yoktur, komünist insan vardır” kolaycılığına kaçılmıyor her şeyden önce. Partili yaşam, elbette toplumun ilerisinde bir örnek teşkil etmek zorunda, bunun için özel bir uğraş verilmeli. Ancak bizler kapitalizm koşullarında sosyalizm mücadelesi sürdüren insanlarız ve partili kadınlar az önce değindiğim sorunlardan muaf değil. Kongrelerde kadın delege sayısının azlığı bizim için de gerçek bir sorun. Sorumluluk alan kadın üye sayısı her ne kadar bu konudaki çalışmalar meyvesini verse ve ciddi bir artış gösterse de istediğimiz düzeyde değil. Hâlâ bir etkinlik planladığımızda gününü, saatini kadınların ev durumuna göre ayarlamak zorunda kalıyoruz, çocukları düşünüyoruz. Partili çiftlerden özellikle doğum ve sonrası süreçte parti çalışmalarında geride duran sıklıkla kadınlar oluyor. Bu sorunlar yokmuş gibi davranamadığımız gibi koşullar bunu gerektiriyor deyip yolumuza kadınlar olmadan ya da olabildikleri kadarıyla da devam edemeyiz. Biliyoruz ki verdiğimiz mücadelede kadınlar olmadan başarıya ulaşma şansımız yok. Hem partinin güçlenmesi hem de toplumdaki kadınların hareketlenmesi için biz çok daha fazla kadını örgütlemek zorundayız. Eğer bu kadınlar parti içinde aktif sorumluluk almıyorlarsa sayıların bir anlamı olmadığının da farkındayız. 

Peki ne yapılmalı, ne kadarını yapabiliyoruz? Bence ilk başta olması gereken, sorunu tespit edip adını koymak. Burada genel olarak zorluk yaşamadığımızı düşünüyorum. Sonrasında ise süreç iki yönlü ilerliyor. İçerde bir dönüşüm yaratabilmek ve kapitalizmin tüm kısıtlamalarına rağmen olanak yaratabilmek, dışarıyı dönüştürmek. Bir komünist partiye dahil olan tüm üyelerin kadın-erkek eşitliği açısından zaten belli bilişsel farkındalığa ulaşmış olduğunu, en azından buna açık olduklarını varsayıyoruz, öyle de oluyor. Ancak maalesef bilişsel düzeydeki farkındalıklarımız duygusal olanı ortadan kaldırmıyor, her zaman davranışlarımızda karşılığını bulamıyor. Bir bakmışız kadın yoldaşımızla, eleştirdiğimiz ilişki biçimlerini tekrar ediyoruz. Kullandığımız dil, beklentilerimiz, görev paylaşımlarımız, karar alma aşamasında tutunduğumuz tavır…Erkeklerin daha çok konuştuğu, daha rahat tartıştığı, öncülüğü daha kolay sahiplendiği durumlar hiç de az değil. Kadınlar ise yaşamlarının diğer alanlarında olduğu gibi parti içinde de bu tutumu içselleştirebiliyor. İçerde dönüşüm yaratmak dediğimiz şey; var olanı konuşabilmek, farkındalıklarımızı arttırmak, davranışlarımıza yansıtabilmek, paylaşma ve dayanışmanın temel olduğu yeni bir ilişki var edebilmek. Bu ilişkiyi güçlendirmek, zaman zaman güncellemek ve evet hızlıca toplumdaki çürümeden nasibini alabileceği gerçeğine karşı hep tetikte olmak. Taviz verilebilecek, açık kapı bırakılacak bir başlık değil ve bunu yapmaya çalışıyoruz.

Bir partilinin çevresini dönüştürebilmesinin ilk koşulunun kendi yaşamını dönüştürebilmesi olduğunu düşünüyorum. Temas ettiğimiz insanları yakından tanımak, onların zorluklarını anlamak ve birlikte yol almaya çalışmak ise bir sonraki adım. Parti, bu adıma yönelik Semt evleri, Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı ve Kadın Dayanışma Komiteleri gibi oldukça etkili araçlar geliştirdi. Bir yandan da parti içinde kadınları güçlendirme, sorumluluk alan kadınların sayısını arttırma çalışmaları yürütülüyor. Burada diğer siyasi yapılardaki kotalardan farklı bir şeyden söz ediyorum. Kadınlarının yaşamlarını, mücadeleye dahil olmalarını kolaylaştırmak ve aktif rol almalarını desteklemekten. Aynı zamanda daha çok tartışan, konuşan, yazan, üreten olmalarından…

Farkındalık ve dönüşmek üzerine söylediklerinden sonra şöyle bir şekillendi: Burada kadınlara da düşen bir sorumluluk yok mu? Kadınların da diğer kadınlara karşı acımasız olabildiği hatta şiddet uyguladığı durumlar yaşanabiliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsun?

Kadınların bunca baskı ve şiddete maruz kaldığı gerçeği karşımızda dururken çubuğu kadınlara bükmenin riskleri var elbette. Ama bunun kadının kurtuluşu yolundaki mücadeleye engel değil aksine ilerletici bir yönü olduğunu düşünüyorum. Evet kadınlar da birbirlerine şiddet uyguluyor. Bugün daha çok şiddetin uygulayıcısının erkek olmasının nedeni, erkeklerin biyolojisi, hormonları, karakteri, şiddete yatkın olmalarıyla ilişkili değil. Daha sınıflı toplumların oluştuğu ilk dönemlerde mülkiyet ilişkilerinin getirdiği eşitsizliğin toplumda kadın ve erkeğin konumlanışına etkisi. Ezen ve ezilen ilişkisinin olduğu, güçlü olanın güçsüze hükmettiği bir toplumsal yapıda şiddet, cinsiyetinden bağımsız vardır. Güçlü olan, iktidarı elinde tutanın uygulayabileceği bir silah olarak. Tarihin farklı dönemlerinde kadınların iktidar sahibi olduklarında neler yapabildiklerini biliyoruz. Türkiye’de güncel kadın örnekler de var, siyaset alanında her gün gördüğümüz ya da sermaye grubunun kadınları. Nasıl ki bu güçlü kadınlara mağdur diyemezsek, erkekleri de toptan şiddetin sorumlusu ilan edemeyiz. O yüzden şiddetin meşru olduğu bir toplumda, kadınlar da küçük ya da büyük kendi iktidarlarını oluşturma olanağı elde ettiklerinde şiddetin uygulayıcısı olabilir. Çocuğuna şiddet uygulayan anneler, gelinini döven kayınvalideler, hayvanlara işkence eden kadınlar da bu toplumun gerçeği. Ya da meslektaşının üstüne basa basa yükselen kadın çalışanlar. Mobbing uygulayıcısı kadınlar. Birbirlerine tahammülü olmayan, eleştirilerinde oldukça acımasız olabilen kadınlar. Hani bizler kızkardeştik?

Kadınların daha çok ezilen, ayrımcılığa ve baskıya maruz kalanlar olarak birbirlerini desteklemelerinde bir sakınca görmüyorum. Ancak düşmanımız erkekler değil, kadını erkeğin karşısında edilgen kılan toplumsal düzen. Ve ancak bir araya geldiğimizde buna karşı durabiliriz. 

Son olarak, bir arada mücadelede hepimize düşen görevler sence ne olmalı? 

Ben dostu, düşmanı, sorunu, yani var olan gerçeği doğru tarif etmeyi çok önemsiyorum. Sanki en fazla hataya burada düşüyoruz gibi geliyor. Sağlık sistemindeki aksaklıklar nedeniyle sağlık çalışanına, eğitimdeki aksaklıklar nedeniyle öğretmene, market çalışanına, belediye işçisine yakaladığımız, ulaşabildiğimiz ilk ve en güçsüz muhataba hızlıca öfkeleniyoruz. Öfkemiz gerçek, nedenlerimiz de anlaşılır ancak anlık boşalmalar ve yeniden yüklenmelerle ayakta kalıyor gibiyiz. Oysa yapılabilecekler bunlarla sınırlı değil. Öfkemizi, isyanımızı doğru kanala aktarabildiğimizde güçlü sandığımız azınlığın aslında o kadar da güçlü olmadığını göreceğiz. Öfkemiz ve isyanımız yolunu ararken bize benzer dertleri olanlarla temas edecek, yollar birleşecek kaçınılmaz olarak. Biz bir araya geldikçe güçleneceğiz. Kadın ve erkek arasındaki etkileşime de böyle bakıyorum. Emekçiler kadın da olsa erkek de olsa aynı yoldalar. Evet, kadınlar bu yolda daha çok eziliyor ama düştüklerinde ellerinden tutup kaldıracak olan, yine kadın ya da erkek yoldaşları olacak. İki sınıfın kadınlarının ise yolları da ayrı çıkarları da… Aynı cinsiyetten olmak dışında ortaklıkları yok.
 
Mücadelemiz insanlığı sınıflara ayıran sisteme, çoğunluğa hükmeden, onların emeği üzerinden zenginleşen sınıfa, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı. Kadına yönelik baskı, şiddet ve ayrımcılığın ortadan kalkması da ancak kadınıyla erkeğiyle tüm emekçilerin bu mücadeleye sahip çıkması ile mümkün. Kadınları güçlendirecek olan kadınları aynı çatı altına çağıran siyasetler ya da sermaye sınıfının sözde destek fonları değil düzene karşı verilecek olan mücadelenin kendisidir.