'Eşitsizlik, adaletsizlik, gericilik gibi temel toplumsal sorunların ortadan kaldırılmasında olduğu gibi doğal afetlerle ortaya çıkan yıkıcı sonuçların önlenmesi için de düzen değişikliği şart'

SÖYLEŞİ | ‘Doğal afetler ve ortaya çıkan yıkıcı sonuçları neyi gösteriyor?’

Türkiye doğal afetlere yabancı bir ülke değil. Başta depremler birçok büyük doğal afet yaşanmış ve yaşanmaya da devam ediyor ülkemizde. Son yıllarda doğal afetlerin sıklığındaki artış ve sonrasında ortaya çıkan ağır sonuçlarla birlikte ise Türkiye’de birbiri ile ilişkili bir dizi konunun yeniden yoğun olarak tartışılmaya başlandığını gözlemliyoruz. Doğal afetler ve bunların yıkıcı sonuçları hakkında biz de Gelenek olarak TKP Merkez Komite üyesi Savaş Sarı’ya sorularımızı yönelttik.

Depremler, seller, orman yangınları... Önce sanki bu soru ile başlamak gerekiyor, Türkiye doğal afetlerin bu kadar sık yaşandığı bir ülke miydi hep? Eğer öyle değilse değişen nedir?

Doğal afet diye tanımladığımız olaylar aslında çevremizde yaşanan doğa olaylarının bir parçası. Yerküre hareketleri, meteorolojik hareketler ve benzer doğa olayları. Dünyada doğal yaşamın ortaya çıkış ve gelişimi de bu doğa olaylarının bir sonucu ve böyle olmaya da devam ediyor. Bazen canlı yaşam üzerinde bir tehdit halini de alabiliyorlar. Buzul çağı buna iyi bir örnek.

Belirli doğa olaylarının aynı biçim ve sıra ile tekrarlanması şeklinde yaşanmıyor doğal afetler. Yerküre sürekli belli bir değişim ve dönüşüm yaşıyor ve bu devinim içerisinde doğa olaylarının zamanlaması, nitelik ve niceliklerinde de değişimler söz konusu oluyor. Yaşadığımız coğrafyada da doğal afetler hep olmuş. Ülkemizde geçmişte depremler başta olmak üzere sel, toprak kayması, orman yangınları gibi doğal afetlerin hep yaşanmış olduğunu görüyoruz. Bugün farklı olan ne diye baktığımızda öne çıkan bu afetlerin daha ağır yıkımlara yol açması. Canlı doğa ve biz insanlar bu afetler karşısında belli açılardan daha korunaksızız. Daha açık ifade edeyim; kapitalist dünyada bilimsel doğrular ve akıldan önce sermayenin kâr hırsı geliyor. Bu bilinen ya da öngörülebilir bir dizi bilimsel ve deneyimsel doğrunun ya görülememesine ya da göz ardı edilmesine yol açıyor. Örneğin, Türkiye’de kentlerin dere yataklarına kurulması salt bir cehalet konusu olarak ele alınamaz. İnşaat sektörü kazançlı bir yatırım alanı, kimi dere yatakları kentlerin içinde ve üstüne rantı yüksek bölgelerde kalmış durumda. Burada para kazanma algısı, sel ve su baskınları gibi açık risklerin göz ardı edilmesini sağlayabiliyor.

Türkiye’de değişen ne sorusunun yanıtı tam da burada, Türkiye’de olan aslında kapitalizmin kâr hırsının dizginlenemez bir hâl almış olması ile ilgili. Tüm sınırları, bilimi ve aklı zorlayan bir yağma yaşanıyor topraklarımızda. Doğal afetlerin olması değil, ama sonuçlarının bugün bu kadar ağır yaşanmasının temel nedeni bu diyebiliriz.

Bilim ve teknolojideki gelişim, insanlığın ihtiyaçlarındaki artış, insan nüfusunun hızla büyümesi, vb. doğrudan insan etkisinin gözlendiği doğal yaşamdaki dönüşümler, peki bunlar? Biraz uca çekerek sorarsak, insan doğal yaşam için bir tehdit haline mi geldi?

Tüm canlıların tarihi, doğa ile ilişki ve mücadeleleri üzerinden belirlenen büyük bir serüven dersek çok abartmış olmayız. İnsanın hikâyesi de bu büyük serüvenin bir parçası. Elbette insanın tarih serüveninde kendi toplumsal varlığı ve bunun iç ilişki ve çelişkileri sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile birlikte daha belirleyici hale geliyor. Ama öncesindeki yüzbinlerce yıl ana belirleyen insanla doğa arasındaki ilişki oluyor. Sınıfların ortaya çıkışı ile doğa ile insan arasındaki ilişki ikincil konuma düşse de önemi yitmiyor.

Doğadaki tüm varlıklar, canlı ya da cansız fark etmeksizin, zaten sadece var olmaları nedeniyle bile birbirleri ve doğal süreçlerin bütünü ile bir ilişki içerisindeler. Birbirlerinden ve doğal sürecin bütününden hem etkileniyor hem de etkiliyorlar. Doğal süreçlerin mekânsal ya da zamansal olarak belli bir noktasında ya da bütününde bir iç mantığın veya dengenin olduğu varsayımı metafizik bir safsata. Biraz önce de değindim, yerküre oluşumundan bu yana büyük ve süreklileşmiş bir değişim ve dönüşümü yaşıyor. Burada canlı yaşamın ortaya çıkışı bir vaka, ama aynı zamanda da yerkürenin kendi serüveni açısından bir detay.

İnsanının doğa ile ilişkisinde insan nüfusunun kendisi de, elde ettiği her tür bilgi, bu bilgilerin doğa ile ilişki ve mücadelede kullanımı da, bu anlamda bilim ve tekniğin gelişimi ve kullanımı da, tüm bunlar en nihayetinde doğal süreçlere müdahale anlamına geliyor. Bu açıdan ateşin keşfi ve kullanımı ile günümüzde çeşitli enerji türlerinin üretimi ve kullanımı arasında niteliksel bir fark bulunmuyor. Doğal süreçler işliyor, bu doğal süreçlerin içerisinde belli düzeyde belirleyici bir etken ve aynı zamanda da belirlenen bir unsur olarak insanın serüveni de devam ediyor.

İnsanın kendisinin, onun bilimsel ve teknik gelişiminin doğal yaşamın ve tabi ki insan yaşamının sürekliliğini ve gelişimini tehdit etmeyecek, hatta doğal yaşamı ve insan yaşamını geliştirecek bir yöne sahip olması, bu mümkün. İnsanı merkeze koyan, eşitlikçi bir düzende doğa ile insan arasındaki ilişkinin bilim ve aklın da rehberliği ile böyle bir doğrultu kazanması mümkün. Yeter ki insanlık sırtındaki asalaklardan kurtulsun. Bu insanlığın en büyük hayali.

Tekrar doğal afetlere dönersek, yaşanan doğal afetlerin bu kadar ağır sonuçlar doğurmasında insandan kaynaklı nedenlerin de belirleyici olduğunu söyleyebilir miyiz bu durumda?

Aslında biraz önce değindim. Başta Küba olmak üzere birkaç ülkeyi ayrı tutarsak, bugün dünyada hüküm süren kapitalizm hem insanlığı hem de yerküreyi tehdit ediyor dersek abartı olmaz. İnsanlığın ulaştığı nüfus, sahip olduğu bilimsel bilgi ve teknolojik gelişkinlik değil tehdit olan, bunun altını çizmek lazım. Kapitalizm her tür akıl dışılıkla saldırıyor ve sadece doğal süreçleri değil insanlığın tarihsel birikimlerini ve toplumsal yaşamın dokusuna işlemiş ileri olan ne varsa her şeyi tahrip ediyor. İnsanı da, bilim ve teknolojiyi de bu saldırıda kötüye kullanıyor, üstelik büyük bir akıldışılık ve barbarlıkla yapıyor bunu.

Doğal afetlerin daha ağır sonuçlar doğurmasında bir neden olarak iklim krizinden söz ediliyor örneğin. Yerkürenin oluşumu ve sonrasındaki uzun serüvende yer küre ile birlikte iklim koşulları da sürekli değişim geçirmiş. Ama açıkça görülüyor ki enerji arz ve tüketiminde gelinen seviye, belli zararlı gazların oluşumuna yol açan kimi sınai faaliyetleri ile belli tüketim malzemelerinin yaygın kullanımı gibi doğrudan günümüz kapitalizminden kaynaklı kimi faktörler bugün yaşadığımız iklimsel değişimde, en azından bu sürecin bu kadar hızlı yaşanmasında belirleyici durumdalar. Bunun gizlenemediği noktada sermaye kimi kural ve sınırlar tarif etmek zorunda kalıyor. Sonra bir bakıyorsunuz her kural ve sınır için arkadan dolanılacak bir yol da tanımlanmış. Borsaların en kârlı ve cazip kalemlerinden bir haline gelmiş olan karbon borsasını buna örnek verebiliriz. Parasını verirsen her şeyi yapabilirsin diyor kapitalizm.

Doğal afetlerin doğurduğu ağır sonuçlardan söz ederken, insanların doğal afetlere karşı ne kadar hazırlıklı olduğundan, toplumsal yaşamın olası afetler gözetilerek plânlanıp plânlanmadığından da söz etmek gerekiyor sanırız?

Bir örnekle bu konuya değinmek gerekirse, son orman yangınlarında yaşanan tartışmalara bakabiliriz. Ormanların yangına karşı nasıl korunabileceği, yangın çıkması durumunda yayılmaması için öncesinde hangi tedbirlerin alınmış olması gerektiği, yangın çıktığında nasıl müdahale edilmesi gerektiği, tüm bunlara dair bilgi ve teknik birikim mevcut ülkemizde. Ama bakıyorsunuz ki artık bunların çoğu nerede ise uygulanmıyor ya da uygulanmaz hale gelmiş. Tartışmalara bakıyorsunuz, söndürme işinin taşeron firmalara verildiğinden, orman müdürlüklerine bağlı personel ve orman işçisi istihdamının maliyet yükü yarattığı için azaltıldığından, piyasa mantığı gereği ormanlık alanların enerji, maden ve turizm gibi sektörler tarafından kullanıma açıldığından söz ediliyor. Bir yanda ormanların korunmasına dair doğrular duruyor, öte yanda piyasanın kuralları işliyor. Ve bu ikisi ancak bir yere kadar uyumlu olabiliyor. Uyumun artık sağlanamadığı yerdeyse piyasanın kuralları işliyor.

Bir başka örnek vereyim izninizle. 1999’da büyük bir felaket yaşadık. Merkezi Gölcük’te olan ve resmi rakamlara göre 20 bine yakın insanımızı kaybettiğimiz bir deprem. Bu depremin sonrasında o dönem başta olan DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümeti de Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan R. Tayyip Erdoğan da İstanbul’daki yapıların yaklaşık %80’inin ruhsatsız olduğunu belirten açıklamalar yapmışlardı. Herkesin suçu birbirinin üstüne attığı bu açıklamalar sonrasında o yıl içerisinde hızla yapı denetimine dair bir dizi yasal düzenleme değişikliğine gidildi. Yapı denetimine dair bu değişiklikler yapıların depreme karşı dayanıklılığını sağlamaya ilişkin kimi kural ve tanımlar barındırıyordu. Ama gelin görün ki yapıların denetimi özel yapı denetim şirketlerine verilmiş ve bu denetim faaliyetinin kendisinin piyasa kurallarınca işletilmesi uygun görülmüştü. Düzenin piyasacı mantığı işlemiş, ortaya çıkan büyük bir yıkımı yeni bir kazanç kapısı olarak değerlendirmenin olanaklarına bakılmıştı. Sonrasında olan, birçok inşaat firmasının kendi faaliyetlerini denetleyecek yapı denetim firmalarını yan kuruluşları olarak açması ya da bu firmalar ile ortak olarak çalışmaya başlamasıydı. Geldik bugüne ve halen İstanbul’daki binaların %70’inin 1999 depremi öncesi yapılmış oldukları, depreme karşı güvenilir binalar olmadıkları verisi ortada duruyor. İnsanların yaşadıkları, çalıştıkları, çeşitli sebeplerle zaman geçirdikleri konutların nasıl yapılacağı, nerelere yapılacağı ve ne amaçlarla kullanılacağı bilimsel ve teknik bir bilginin konusu, aynı zamanda da merkezi bir plânlamanın konusu. Siz bu bilgileri esas almazsanız, toplumun ihtiyaçlarına uygun bir plânlamayı gözetmezseniz istediğiniz yasal vb. düzenlemeyi getirin. İstanbul bugün olası bir depremde ortaya çıkacak felaketin büyüklüğünü tartışmaya devam ediyor halâ.

Merkezi Plânlama derken neyi kastediyoruz? Adı üstünde doğal afet, her şeyin plânlanabilmesi ne kadar mümkün? Merkezi plânlama yaşanan afetlerin engellenmesini nasıl sağlayacak?

Tarihi boyunca toplumsal bir varlık olarak insan edindiği deneyim ve bilgi birikimi ile doğal felaketlerden korunmanın koşul ve yöntemlerini sağlamış. Kentlerini bu birikimi dikkate alarak planlamış ve kurmuş. Barınacağı konutları bu birikimi dikkate alarak inşa etmiş. Toplumsal yaşamı bu koşulları da gözeterek tarif etmiş. Bu, bugün de geçerli olması gereken bir doğru. Belki biraz önceki deprem örneğinden devam edebiliriz:

Türkiye’de deprem riskinin olduğu bölgeler, bu bölgelerde zeminin yapısı gibi bir dizi konunun detaylı bilimsel bilgisine sahibiz. Deprem riski bulunan bölgelerde nasıl yapılar yapılması gerektiği de biliniyor. Hatta bazı büyükşehir belediyelerinin sitelerinde her yurttaşın erişebileceği şekilde deprem risk ve seferberlik plânlamalarına dair çalışmalar da yer alıyor. Peki herhangi bir ilimizde bunları esas alan bir kent plânlamasından, depreme karşı toplumsal bir hazırlıktan söz etmemiz ne kadar mümkün. Belli yasalar, yönetmelikler, biçimsel tanım ve tedbirler var elbette. Ama şu anda bilgisine sahip olduğumuz riskleri ortadan kaldırıcı müdahalelerin hayata geçirildiğinden söz edemiyoruz. Bunun yapılamamasının nedeni açık ki toplumun bütününü gözetecek bu kapsamda merkezi bir plânlamanın yapılamıyor, yapılmıyor olması.

Şu an sahip olduğumuz bilimsel bilgi, gözlem ve deneyimlerimiz sayesinde Türkiye’de olası doğal afetler, bunların nerelerde ve hangi zaman aralıklarında olabileceği, şiddetlerinin, yıkıcılıklarının neler olabileceğini büyük oranda öngörebiliyoruz. Demek ki aslında bu olasılıkların toplum için risk oluşturmasının önüne geçecek plânlamalar yapılabilir. Ama bu planlamalar ya yapılmıyor ya da biraz önce bahsettiğim gibi yapılsa da hayata geçirilmiyor.

Merkezi plânlamanın yapılması ve hayata geçirilmesi ancak devlet eli ile mümkün olabilir. Türkiye’de sermaye egemenliği devlet mekanizmasını toplumun bütününü kapsayan temel sorumluluk alanlarının birçoğundan çıkarmak istiyor. Bu yönde epey yol da alınmış durumda. Devletin doğal felaketler karşısındaki sorumluluğu da kurtulunmaya çalışılan alanlardan biri belli ki.

Akla özelleştirmeler geliyor. Özelleştirmeler hep belli kamu işletmelerinin satışı üzerinden ele alındı. Ama bu örnekte de görülüyor ki özelleştirmelerin sonuçları tek tek işletmelerin el değiştirmesinin çok ötesinde.

Kapitalizm tüm kaynak ve olanaklarını yaşadığı krizi aşmak için seferber etmiş durumda. Halkın kaynakları ile yaratılmış büyük kamu işletmelerinin ve ülkenin tüm doğal kaynaklarının sermayenin yağmasına açılması bunun ilk adımıydı. Bu süreç son hız devam ediyor. Derelerin, orman arazilerinin, sahillerin bile sermayeye devri yaşanıyor. Eğtim ve sağlık gibi temel hizmetlerin piyasaya açılması da başka bir adım. Geçmişte devletin yükümlülüğünde olan, halen anayasada devletin sosyal devlet olma vasfının gereği olarak tanımlanan bu ve benzer bir dizi toplumsal hizmet alanından devlet hızla çekilmiş durumda. Bu sermaye için yeni ve kârlı yatırım alanlarının açılması ve devletin bu alanlara ayırdığı kaynakların da sermaye lehine başka alanlarda kullanılması anlamına geliyor.

Doğal afetlere karşı alınacak tedbirler ve özellikle de doğal afetler sonrasında yapılması gereken kurtarma, acil müdahale ve afet sonrası sosyal yardım hizmetleri için de aynı durum geçerli. Devletin sorumluluğunda plânlanması ve hayata geçirilmesi gereken tüm bu fonksiyonlar da büyük oranda piyasaya açılmış durumda. Bu kimi başlıklarda devletin dışardan taşeron hizmeti alması şeklinde gerçekleşirken, kimi başlıklar ise sermaye için kârlı yatırım alanları olarak tanımlanmış durumda. Bir de tabi bunlara gerici ve liberal ideolojilerin sadaka ve yardım gibi kavramlarla gerçekleştirdikleri, toplumun örgütlü dokusunu tahrip eden faaliyetlerini eklemek lazım.

Tüm bu tartışmaların devletin tanımı ve işlevi ile ilgili yanları da var sanki?

Kapitalizmde devlet denilen yapı sermaye sınıfının çıkarlarını gözeten, bu çıkarlar doğrultusunda toplumsal yaşamın düzenlenmesini ve işleyişini sağlayan aygıt ve mekanizmaların bütününden oluşuyor. Bu yapının sermaye sınıfının çıkarlarını gözetme ve temsil etmenin yanında toplumun bütününde bu çıkarların toplumun genel çıkarları olarak kabul görmesini sağlamak gibi bir işlevi de var. Bugün karşımızda egemen sınıfın çıkarlarını gözetme ve temsilde keskinleşen ve daha doğrudan misyonlar üstlenen, toplumu bu düzene bağlamada da daha savruklaşan ve örselenmiş bir devlet yapısı duruyor. Burada oluşan boşluğu gericiliği, milliyetçiliği ve baskı mekanizmalarını daha fazla devreye sokarak telafi etmeye çalışıyorlar.

Son yaşadığımız doğal felaketlerde de bu durumu doğrudan gözlemlemedik mi? Bir doğa felaketi yaşanıyor, sonrasında ortada Kızılay, AFAD, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı ve yerel yönetimler gibi kimi resmi kurum ve kuruluşları görüyoruz ama ne bir merkezi akıl, ne plânlama, ne uyum ve koordinasyon, hiçbiri yok. Aslında ortada devlet yok desek abartı olmaz. Bunu sadece bir beceriksizlik olarak yorumlamak yanlış. Bu Türkiye’de sermayenin devlete biçtiği misyonun bir sonucu. Devleti bu sorumluluk alanından çekmeye ve orada oluşan boşluğu gerici ve liberal kimi söylem ve mekanizmalar ile kapatmaya çalışıyorlar.

Toplumsal çürüme kavramı özellikle bu dönem sık başvurulan bir tanımlama. Ama öte yandan yaşanan her doğal afet sonrasında toplumun farklı noktalarında olumlu anlamda bir refleksin ortaya çıktığını da görüyoruz. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

Türkiye için konuşacaksak 40 yılı aştı, büyük bir gericilik döneminin içerisindeyiz. Bu topraklarda aydınlanma ve emekçi halkın kazanımları adına ne varsa yok etmeye yeminli sermaye sınıfı. AKP iktidarı ise bu anlamda gericilik döneminin yıldızı oldu. Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiye edildiği, sosyal devlet adına ne varsa yasal düzenleme, kurum ve işleyiş hepsinin birer birer yok edildiği bir dönemin icracısı oldu AKP. Bu gerici dönüşümlerin toplumsal yaşamın sürekliliğinin sağlanmasında belirleyici kimi tanım, yapı ve pratiklerin tasfiyesi ve kesintiye uğraması gibi kaçınılmaz bir çıktısı da oldu. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşen tüm bu dönüşüm süreci toplumu bir arada tutan belli ilerici değerlerin de tahrip olmasına yol açıyor. Ama bunu kısmen başarabildiler. Başaramadıkları noktalarda ise büyük bir gerilim ve direnç ortaya çıktı ve çıkıyor.

Doğal afetler sonrasında karşılaştığımız örneklerin toplumdaki bu dirençle doğrudan alâkası var. İnsanlar parçası oldukları toplumu savunmaya dönük bir refleks üretiyorlar. Bu refleks afetler özelinde kendisini memleketine ve doğasına sahip çıkma, halkıyla ve insanlarla dayanışma biçiminde gösteriyor. Bir tarafta neyse parası karşılarız diyen ama onu da tefeci gibi insanları borçlandırarak yapan AKP iktidarı ile diğer tarafta ülkenin dört bir yanından doğal afetlerin açtığı yaraları sarmak için seferber olan insanlar var.

İnsanlarda, halkımızda ortaya çıkan bu direnç çok değerli. Ama tek başına bu direncin çözüm olduğuna dair bir algı ise yanlış. Yaşanan doğal afetlerin büyük felaketlere yol açmaması veya afet bölgelerinde gerekli kurtarma ve yardım çalışmalarının plânlı ve düzgün şekilde gerçekleşmesi, tek tek insanların ya da insan gruplarının üstesinden gelebileceği şeyler değil. Bunların gerçekleşebilmesi için örgütlü bir topluma ve merkezi bir iradeye ihtiyaç var. Türkiye’de sermayenin tercih ve yönelimlerinden söz etmiştim. Toplumun örgütlü olmasını bırakın toplum olma niteliğini bozucu bir süreci işletiyorlar. İktidarın merkezi iradesi ise afetlere karşı tedbir alan ve doğayı, halkını koruyan değil, afetleri çağıran bir irade.

Kısacası eşitsizlik, adaletsizlik, gericilik ve baskı gibi temel toplumsal sorunların ortadan kaldırılmasında olduğu gibi doğal afetlerle ortaya çıkan ve sermaye düzeninin tercihleri ile doğrudan ilişkili olan yıkıcı sonuçların ortadan kaldırılması da düzen değişikliğini ve eşitlikçi bir düzenin varlığını zorunlu kılıyor. Bunu indirgemecilik olarak anlamayalım. Bu her gün yaşadığımız düz gerçeklik. Bu düzen doğal yaşam için de büyük bir tehdit.

Doğa ile insan arasındaki ilişkiye geri dönersek, bu ilişkinin başka türlü yönetilmesi nasıl mümkün olacak?

İnsan doğal yaşamın bir parçası demiştik. Burada doğal yaşam ile insan arasında var olan ilişkinin tek taraflı olmadığından, mücadele boyutu olduğundan da söz etmiştik. Bu ilişki ve mücadele hep olacak. Daha açık ifade etmek gerekirse, toplumsal bir varlık olarak insan üzerinde doğal süreçlerin belirleyiciliği de insanın var olma savaşımının kaçınılmaz sonucu olarak doğal süreçlere müdahalesi de hep olacak. Burada doğal süreçlerin mükemmelliği, doğadaki mutlak dengenin varlığı gibi savunular bundan yüz elli yıl önce marksizm tarafından çürütülmüş metafizik görüşlerin bir tekrarı sadece. Günümüz kapitalizminde özellikle orta sınıf ideolojisinde yaygın karşılık buluyor ve “dinsel” bir anlam da yükleniyor bu yorumlara. Buradan doğa ve toplumdaki değişim ve dönüşümün kaçınılmazlığının yok sayılmasına, bilimin reddine ve hatta teknolojinin kendi başına suçlu ilan edilmesine kadar varılabiliyor. Bu ayrı bir söyleşinin konusu. Konumuzla ilgisi ise doğal afetler ile insanın doğal süreçlere müdahalesi arasındaki ilişki ve bağ. Bugünden söyleyebileceğimiz açık doğru kapitalist üretim ilişkileri insanlığı ve doğal süreçleri tahrip edici yönde işliyor. Üretici güçlerin gelişimi ve kullanımı da bu yönde. Dünya ve insanlık kapitalizmden kurtulmak zorunda.

Bunu kapitalizm olmadığında doğal afetler de insanın doğal süreçlere dönük zarar verici müdahaleleri de kendiliğinden son bulacak anlamında söylemiyorum. Eşitlikçi bir düzende doğa ile insan arasındaki ilişkinin sağlıklı bir düzlemde yeniden kurulması olanaklı hale gelecek, kastettiğim bu. Bu sayede bilimsel bilgi ve teknolojinin bu düzlemi veri alarak gelişmesi ve kullanımı da olanaklı olacak. Böyle bir düzende insanların gündelik ihtiyaç ve çıkarları ile insanlığın ve tabi parçası olduğu doğal süreçlerin gözetilmesi arasındaki ilişki ve gerilimin sağlıklı şekilde yönetilebilmesi de mümkün hale gelecek. Kapitalizmin böyle bir akıl ve iradeye sahip olması mümkün değil. Bu akıl ve iradeye sahip olamayan sosyalizm ise sürekliliğini sağlayamaz.

Doğal afetlerin bir felakete dönüşmemesi konusu...

Toplumsal süreçlerin bütününün merkezi olarak plânlanmasını sağlayacak bir iradenin varlığı. Bilimsel bilgi ve teknolojik olanakların toplumun bütünü gözetilerek geliştirilmesi ve kullanılması. Tüm toplumsal süreçlerin, toplumun bütününün çıkarları gözetilerek kamu sorumluluğunda sayılması ve hayata geçirilmesi. Mahallesinde, iş yerinde, okulunda her noktada örgütlenmiş bir toplum. Tüm bunları olanaklı kılan sosyalist bir toplumda doğal afetlerin felaketlere dönüşmemesini sağlamak çok daha gerçek bir olasılık görünüyor. Önümüzde Küba örneği var. Neredeyse her yıl fırtına, kasırga, sel baskını gibi doğal afetleri yaşamak durumunda kalan bir ada Küba. Sosyalist Küba bu doğal afetler karşısında kısıtlı olanakları ile büyük bir mücadele veriyor. Ve her seferinde de bu mücadeleden en az hasarla çıkmayı başarıyor. Doğa ile insan arasındaki ilişkinin başka türlü yönetilmesi nasıl mümkün olacak sorusuna günümüzde, Sosyalist Küba deneyimi verilmiş en iyi yanıt.