Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri yeniden tartışılırken Avrupa’yı ve Türkiye’de sermaye siyasetinin beklentilerini emekli diplomat Engin Solakoğlu anlattı.

SÖYLEŞİ | Avrupa Birliği için yeni bir dönem mi?

İsterseniz Avrupa Birliği’nin son dönemde karşılaştığı en önemli sorunlardan biri olan Brexit ile başlayalım. Süreç Birleşik Krallık sermayesi içinde ne tür gerilimler yarattı?

Birleşik Krallık (BK) sermayesi dediğimizde aklıma öncelikle finans kapital geliyor. BK uzun süren bir “sanayisizleştirme” dönemi yaşamış ve varlık üretimini büyük ölçüde “City” diye tabir edilen merkezde faaliyet gösteren mali sermayeye bağlamıştı. Brexit sürecini ateşleyen faktörlerden biri hatta kimilerine göre birincisi dizginsiz ve mümkün olduğunca deregüle bir piyasada faaliyet gösteren “City”nin AB’nin bir tür finansal işlemler vergisini tartışmaya başlamasına gösterdiği tepki oldu. Tobin vergisi1 olarak da bilinen ve aslında mali piyasalarda dönen trilyonlarca Avroluk kaynak içerisinde bir su damlası kadar bile ağırlığı bulunmayan bu verginin AB tarafından gündeme getirilmesi, bu bağlamda şayet uygulanmaya konduğu takdirde –şimdi yanlış anımsamıyorsam— BK mali piyasalarına da yaklaşık 3,5 milyar Avro vergi tahakkuk edeceğinin bildirilmesi, bu tarz bir ilave maliyetin küresel finans merkezi olma iddiasının sarsılmasına yol açacağını hesap eden BK mali piyasalarının, deyim yerinde ise, kazan kaldırmasına neden oldu. Bu aşamadan itibaren, referandumdan kısa bir süre öncesine kadar bile kimsenin gerçekleşebileceğine ihtimal vermediği Brexit çok güçlü ve belirleyici nitelikte bir yandaş kazanmış oldu. Farage gibi soytarı kılıklı adamların veya Muhafazakar Parti içindeki Brexit destekçilerinin yürüttükleri “zengin” kampanyanın başarısının bir etmeninin de bu mali güç olduğunu ileri sürmenin yanlış olmayacağı kanısındayım.

Bu süreçte belki “City”yi de iki ayrı başlık altında incelemek daha doğru olur. Bunlardan birincisi olan BK merkezli mali sermaye başından itibaren Brexit’i destekleyen bir tavır alırken, “City”de faaliyet gösteren Avrupa merkezli sermaye bu fikre daha mesafeli yaklaştı. Ancak Brexit süreci beklenmedik şekilde uzayıp, mali piyasaların en az sevdikleri kavramlardan olan “belirsizlik” hakim olunca, bu ikinci grup da “ne olacak ise çabuk olsun” tavrıyla Brexit’in gerçekleşeceği fikrine alışıp hazırlıklarını buna göre yaptılar. Nitekim son iki yıl içerisinde bu kategorideki şirket grupları Avrupa’ya geri dönüp başta Hollanda olmak üzere, mali mevzuat bakımından elverişli saydıkları AB ülkelerine yerleştiler.

Elimde somut bir kanıt olmamakla birlikte benim hissiyatım, BK sermayesinin, kendi denetimlerinin dışında saydıkları Brüksel’in yakın gelecekte Tobin Vergisi benzeri bir takım “düzenleyici” ve “sosyal” tedbirler alma ihtimalini bir risk olarak değerlendirdikleri, bu yüzden Brexit’ten hoşnut olduğu yönündedir.

Birleşik Krallık bileşenleri açısından durum nedir? Örneğin önümüzdeki dönemde İskoçya'nın bağımsızlığı gündeme gelebilir mi? Böylesi bir gündemin AB ve Birleşik Krallık açısından anlamı ne olacaktır?

BK’ın parçalanma olasılığı biraz daha karmaşık bir konu gibi görünüyor. İskoçya’nın bağımsızlık talebiyle ilgili sürecin ayrılmayla sonuçlanabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Birincisi bu iş eğer bir tür referandumun sonucuna bağlı olarak gerçekleşecek ise, ayrılma yanlıları ve karşıtlarının oylarının bu aşamada birbirine çok yakın olduğunu görüyoruz. Radikal bir kopuşu meşru kılabilmek için daha yüksek bir fark gerektiği kanısındayım. Bir de Brexit referandumunu hatırda tutarak bu araştırmalarda gördüğümüz rakamların sandıkta nasıl bir karşılığı olacağını bugünden tahmin etmenin kolay olmayacağını düşünüyorum. İkinci sebep ekonomiyle ilgili. İskoçya ekonomik olarak “viable”2 bir ülke değil ve BK’dan net bütçe katkısı alıyor. İskoç halkının karşısına bu “yoksullaşma” ihtimali konulduğunda nasıl tepki verirler bugünden bilemeyiz. Üçüncü husus bu ekonomik tablonun AB’ne üyelik ile değişebileceği varsayımının gerçekçi olmaması. Bunu biraz açılması gerekir elbette. En basit bakışla bile İskoçya’nın AB’ye girebilmesi için çok da kolay olmayacak ve İskoçya’ya beklediği kaynakların akmasına cevaz vermeyecek bir müzakere sürecinin yanında, AB’nin bütün üyelerinin oybirliğinin gerekecek olmasının ciddi bir engel teşkil edeceğini söyleyebiliriz. AB artık “dokuzların” veya “on ikilerin” AB’si değil. 27 üyeli yapı her konuda çok zor karar alabiliyor. Hele ki genişleme, üstelik de kurulu düzen bakımından “ayrılıkçı” nitelikli bir eylemin sonucu olacak bir genişleme fikri birçok AB üyesi bakımından cazip bir seçenek teşkil etmiyor.

Dikkat ederseniz yukarıda saydığım olumsuz etkenler arasında BK’ın yapacağı açık veya örtülü engellemeleri ve özellikle Kuzey Denizi’ndeki petrol rezervleri/kuyuları konusunda çıkarabileceği güçlükleri saymadım bile. Zira işin o noktaya kadar geleceğini bile düşünmüyorum kısa ve orta vadede.

Peki, tüm bu gelişmelere bakınca Avrupa daralıyor mu? Brexit gündemi, güney Avrupa ülkelerinin ekonomik sorunlarla boğuşması ve Fransa'nın emperyal dertler içine düşmesi gibi gelişmeler Avrupa'nın siyasi coğrafyasını nasıl etkiledi? Kimilerinin söylediği gibi “AB rüyası” bitiyor mu?

BK’ın üyeliğinin AB’ne kuşkusuz askeri ve siyasi bakımdan stratejik bir avantaj sağladığı görüntüsünün aldatıcı olduğunu düşündüğüm için Brexit’in bu anlamda bir gerileme olduğunu düşünmüyorum. İkisi de nükleer güç niteliğindeki Fransa ve BK arasındaki askeri işbirliğinin bu süreçten etkilenmediğini görüyoruz ve görmeye de devam edeceğiz. Sonuç olarak uluslararası siyaset sahnesinde Avrupa bakımından belirleyici olan Kuzey Atlantik mimarisidir. Geri kalan unsurlar tali ve tamamlayıcı niteliktedir. Fransa’nın “emperyal” heveslerini tek başına ve Kuzey Atlantik ittifakının çıkarları hilafına gerçekleştirmesi söz konusu değildir. Her ne kadar Fransız Devleti’nin içinde “De Gaulle”cü bir damar varlığını sürdürse de Macron ve benzerlerinin yönettiği, hatta bugün “Rus yanlısı” kabul edilen Marine Le Pen’in iktidara geldiği bir Fransa’nın dahi, bırakalım şimdi Sovyetler Birliği’nin (SSCB) ancak gölgesi kadar güçlü kabul edebileceğim Rusya Federasyonu’nu, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ürkütücü ve kıta ölçeğinde dahi elle tutulur hale gelmiş gücü karşısında ABD’nden başka sığınacak limanı mevcut değildir. Batılı emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çıkar çatışmaları bir noktaya kadar belirleyicidir ve “yumurta kapıya geldiğinde” sözde demokrasi soslu kapitalizm temelinde “Entente cordiale”3 derhal tesis edilir.

Şimdi bütün bunların AB’nin bütünü bakımından ne ifade ettiğine göz atalım. “AB rüyası neydi, hiç var oldu mu, var oldu ise aslında ne zaman bitti?” türünden soruları yanıtlamak gerekiyor öncelikle. Rüya görmek için çoğu zaman uyumak gerektiği gerçeğinden hareketle, AB rüyasının II. Dünya Savaşı’nın SSCB’nin ve sosyalizmin belirleyici bir rol oynadığı biçimde sona ermesinin ardından kapitalizmin, sosyalizmin yükselen saygınlığını ve etkisini engellemek amacıyla Batı Avrupa emekçi halklarını derin bir uykuya yatırmaya matuf bir manevrasının ürünü olduğu olduğundan kuşku duymuyorum. Marshall Planı, Batı Avrupa’da sosyal refah devletinin inşası ve bütün bu hedeflerin eşzamanlı olarak birçok ülkede gerçekleştirilmesini sağlayacak Avrupa Topluluğu’nun kurulmasını başka türlü yorumlayamıyorum. Kaba bir deyimle evdeki emekçinin “davulcuya, zurnacıya” kaçmasını engellemek için oluşturulmuş bir yapıdan söz edebiliriz. Batı Avrupa’da SSCB’nin çöküşü öncesinde ve sonrasında da yaşamış biri olarak gözlemim, bu yapının reel sosyalizm “tehlikesi” ortadan kalkana kadar işlevini yerine getirmiş olduğu, işçi sınıfına göreli bir refah sağlamak suretiyle uyumaya devam etmesini sağladığı, daha açık bir deyişle başarılı olduğudur. Bu başarının somut getirisi salt Batı Avrupa işçi sınıfının uyutulmasıyla sınırlı kalmamış, reel sosyalist seçeneğinin ortadan kalkmasıyla birlikte Doğu Avrupa ülkelerinin de bu rüyanın kollarına koşması olmuştur. Esasen bu noktadan itibaren de “Avrupa rüyası” görevini yerine getirmiş ve gerçek doğasına yani kapitalizmin karabasanına hızlı adımlarla geri dönüşe geçmiştir. AB’nin Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan “büyük genişlemesi” ve bir süre sonra Romanya ve Bulgaristan’ın da bu zincire eklenmesi “no free lunch”4 döneminin başladığının işaretidir.

Bugün Macaristan ve Polonya’ya bakarsak siyasal ve toplumsal anlamda, Romanya ve Bulgaristan’a bakarsak ekonomik anlamda AB üyeliğinin “sonradan gelenler” için ne anlam taşıdığını görebiliriz. Üyeliğin bu ülkelerin emekçi halkları bakımından somut getirisinden bahsetmeye kalkacak olursak, bunların kendi ülkeleri yerine, refah devleti kalıntılarını az da olsa koruyan Batı Avrupa ülkelerinde sömürülme “özgürlüğü”ne kavuştuklarını söyleyebiliriz.

Şimdi en baştaki soruya dönelim: AB rüyası bitiyor mu? Şu anki yapısıyla AB sermayenin rüyasıdır ve bitip bitmemesi emekçi halkların kendi kaderlerini belirleme iradesine sahip olmalarına bağlıdır.

Buradan Almanya’ya geçelim. Son dönemde Birlik’i zorlayan siyasi başlıklar, genişlemeden kaynaklı sorunlar ve iç rekabet gibi olgular karşısında Almanya'nın durumu nedir? Önümüzdeki dönemde daha “aktif” bir politika izlemek zorunda kalan ya da bunu tercih eden bir Almanya mı göreceğiz?

27 üyeli AB’nin özerk, kendi içinde tutarlı ve dayanışma içinde bir siyasi  aktör olamadığına ve kolay kolay da olamayacağına inanıyorum. AB bana göre sermayenin rahatça at oynatabildiği bir ticaret alanı sonuçta. Siyasi/stratejik anlamda büyük beklentiler üretilmesini meşru kılacak bir yapısı yok. Bu resmin içinde Almanya’nın üretken ekonomik güç olarak konumu çok ağırlıklı. Almanya’nın bu rolünü tehlikeye düşürecek askeri ve politik atılımlara girme ihtimalini zayıf görüyorum. Şu ana kadar Almanya’nın attığı siyasi adımlar bana kalırsa ekonomik rolünü korumaya ve berkitmeye yönelik. AB içerisinde sopayı Fransa’nın, havucu Almanya’nın tuttuğu rol dağılımı bence tüm ilgili taraflar için optimal.

Ancak Brexit bir yana Çin konusunda Avrupa Birliği’nin ortak bir politika oluşturmakta zorlandığı görülüyor. Daha yumuşak bir ilişki isteyen Almanya ile diğerleri arasında bir gerilim bekliyor musunuz? Çin ile ilişkiler konusunda ABD ile birlikte hareket edebilecekler mi?

Brexit konusunda AB içi dayanışmanın korunduğu bir gerçek ama Çin meselesi çok daha karmaşık. Dünyanın en büyük ekonomisi haline gelme hedefine her geçen gün daha fazla yaklaşan, hem pazar hem de üretim gücü olarak piyasalardaki ağırlığı artmakta olan bir ülkeden söz ediyoruz sonuçta. Elbette ABD’nin Çin konusunda belirleyeceği hareket tarzı AB üyeleri tarafından da dikkatle izlenecek. Buna karşılık, şahsi düşüncem ABD’nin Çin bağlamında harekete geçmekte acele etmeyeceği yönünde ve bu da Avrupa’yı şimdilik rahatlatan bir unsur. Biraz daha açmak gerekirse, ABD’nin bu aşamada Çin’e “saracak” gücü yok. Biden döneminde öncelikle Kuzey Atlantik mimarisinin bir tür restorasyonuna şahit olacağız. İkinci aşamada ise bu yapı gücünü Rusya Federasyonu üzerinde test edecek.  Bu sınamanın sonucu Çin konusunda ne yapılabileceği hususunda belirleyici olacak. Bu tespitlerden hareketle, sorunuza benim verebileceğim yanıt şu: Yakın vadede ABD ile Avrupa arasında Çin konusunda bir gerilim çıkmasını beklemiyorum.

ABD ve AB’nin yükselen Rusya “endişesi” biraz da buraya denk düşüyor gibi. Ancak bir yanda Çin konusunun elini zorlaştırdığı bir ABD, diğer yanda Rusya konusunda Almanya’dan kaynaklı kimi belirsizlikler varken AB’nin karar vermekte zorlandığı görülüyor. Söylediğiniz gibi ABD’nin aceleci olmayan tavrı bir “geçici rahatlık” yaratsa da bu durumun ebediyen sürmeyeceği açık. Bu noktada AB’nin iki lider ülkesi, Almanya ve Fransa’nın stratejisi ne olur?

Az önce belirttiğim gibi, ABD’nin uluslararası planda önceliğinin Çin olacağı kanısında değilim. Emperyalist cephe bu kadar güçlü bir rakiple doğrudan boğuşmaya hazır değil. ABD ve Avrupa’nın şimdilik Sincan, Hong Kong ve Tayvan konularını çok da ileri gitmeden kurcalamaya ve Çin’in kulağında vızıldamaya devam edeceğini düşünüyorum. Bu noktada yakın vadede olası görmediğim için hesaba katmadığım gelişme ise şu: gerginliğin Çin tarafından körüklenmesi ve Batı emperyal bloğunun bir tırmanma sürecine görece hazırlıksız yakalanması. Örnek olacak ise, Birmanya’da yaşanan askeri darbe bu tarz bir gelişmeyi tetikleyecek vahamette mi, emin değilim.

Rusya konusunda ise, Batılıların ekonomik enstrümanlar kullanarak, Putin’i ürkütmeye ve “ehlileştirmeye” çalışacakları görüşündeyim. Rusya Federasyonu’nun ekonomisi gerek uygulanan ambargolar gerek ihracatının ana omurgasını oluşturan petrol ve doğalgaz fiyatlarının görece düşüklüğü sebebiyle darbelere açık. Her ne kadar Şu anda Almanya başta olmak üzere Batı tarafından desteklenen Navalnıy hareketi derinlik ve genişlik olarak sonuç alıcı bir nitelik taşımasa da, SSCB’nin çöküşü sonrasında yaşanan ve küresel salgınla birlikte keskinleşen refah kaybı toplumsal huzursuzluğu besliyor. Putin iktidarı boyunca “Rusya’nın çiğnenen onurunu” Kırım, Doğu Ukrayna, Abhazya/Osetya benzeri somut adımlarla tesis ederek, silahlanmaya hız vererek Rus halkını bugüne kadar oyalayabildi ancak Rus emekçilerinin süregiden yoksullaşmaya tepkisi büyüyor. Almanya ve kısmen Fransa’nı hesabı da bu “imkânı” kullanarak Putin rejimini “angaje” etmek. Biden yönetimini de bu yaklaşıma ikna edebileceklerini düşünüyorum.

Bu noktada denklemin şu ana kadar ana akımda çok fazla dile getirilmeyen bir boyutuna da değinmek istiyorum: Rusya-Çin ilişkisi. Moskova’da görev yaptığım dönemde ulaşabildiğim Rusya Federasyonu belgelerinde dikkatimi çeken husus Rusya’nın tehdit algısının Batı’dan ziyade Doğu’ya yönelmiş olduğuydu. Daha net şekilde ifade edersek, Rusya Federasyonu Çin’den çok çekiniyor. Çin’in ekonomik, demografik ve siyasi etkisinin Rusya’nın uzak doğusunda egemenlik kaybına kadar varabilecek sonuçları olabileceğini hesap ediyor. Belki bu nokta, Biden yönetiminin Avrupa’nın akıl hocalığında belirleyeceği Rusya politikasında rol oynayabilir ve “oyuna dahil olacak” bir Rusya’nın Çin’e karşı daha güvende olacağı mesajı üzerinde çalışılabilir.

Biden döneminde, Trump döneminde aşınan kimi ABD-AB ilişki başlıkları nasıl restore edilecek? NATO eşgüdümünün tekrar sağlanması için ne gibi karşılıklı adımlar bekliyorsunuz?

Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) restorasyonu ve dişlerinin sivriltilmesi, Biden ekibinin görünür öncelikleri arasında. Fransa ve Almanya’nın bu yaklaşıma köklü itirazları olmayacaktır. Bunun yanında Doğu ve Kuzey Avrupa, Rusya’ya karşı ABD’nin varlığını Avrupa’da daha güçlü bir şekilde hissetme ihtiyacı duyuyorlar. Bu toplamdan ABD ve AB’nin daha da yakınlaşması dışında bir sonuç çıkmaz. Önümüzdeki günlerde, Şubat ayı içinde yapılacak olan NATO zirvesinde önce söylem düzeyinde bunun işaretlerini göreceğimizden kuşku duymuyorum. Söylemin eyleme dönüşmesinin ilk aşaması ise ABD’nin Avrupa’daki askeri varlığını azaltmaya matuf Trump yaklaşımının rafa kaldırılması olacaktır.

Az önce, geçerken tarif ettiğiniz bağlamda öne çıkan gerilim bölgelerinden biri de Kuzey Avrupa, yani Baltık ülkeleri. Bölgede ne tür gelişmeler bekliyorsunuz?

Bu sorunun ilk bölümüne az önce yanıt vermeye çalışmıştım. Kuzey Avrupa bağlamında yaşanan gelişmeleri de bu çerçevede yorumlayabiliriz. Rusya’ya karşı kurulacak denklemde zaten NATO üyesi olan Norveç’in yanı sıra, Finlandiya ve İsveç’in de silahlanma gayretlerini bir üst vitese çıkarttıklarını zaten bir süredir görüyoruz. Şayet Rusya bir şeylere ikna edilecek ise NATO’nun meşum “Güneydoğu kanadı” kadar Kuzey kanadının da önemli bir rol oynayacağı ortada. Yine de Biden yönetimi Rusya’ya karşı Almanya ve kısmen de Fransa tarafından tasarlanacak hareket tarzını benimsediği takdirde, Kuzey Avrupa’daki gerilimin kısa süreli küçük kıvılcımların ötesine geçebileceğini sanmıyorum.

Ve elbette Türkiye. Erdoğan’ın hem ekonomideki sıkışma, hem Batı ile ilişkilerini sağlama alan düzen muhalefetine yönelik adım atma baskısı, hem de Biden yönetiminin yarattığı belirsizlik nedeniyle bir kez daha Avrupa kartını oynamaya çalıştığını gördük. AB’nin önümüzdeki dönemde geliştireceği Türkiye stratejisi sizce ne olacak? Fransa ile Almanya arasındaki strateji farklılaşmasının Türkiye açısından anlamı nedir?

Bu meseleyi, Türkiye’yi takip eden ve zaman zaman temas ettiğim kimi Fransız gözlemcilerle çok yakın bir zamanda tartıştık. Onların da üzerinde durduğu “Türkiye’yi yönetenler ABD ile ilişkilerin kısa vadede düzelmeyeceği hesabıyla AB’ne yanaşmaya çalışıyor” önermesi bana göre açıkcası sorunlu. Geçen Aralık ayında yapılan AB Zirvesi’nde çıkan karar, bu iki odağın, yani AB ve ABD’nin, Türkiye açısından birbirine karşı oynanmasının mümkün olduğunu gösterdi bir kere. O zirvede AB açıkça, “Erdoğan’la ne yapacağız?” sorusunu yanıtlamayı ABD’nin işbaşına gelecek yönetimine bıraktığını ilan etti. Ama Türkiye’yi yönetenler eğer hâlâ böyle bir hesap içinde iseler kıymeti kendinden menkul kurgu tarih dizilerini izlemeyi bırakıp gerçeklere odaklanmalarında fayda var. ABD’nin kovaladığını, Avrupa’nın saklayacağı bir dönemde olmayacağız önümüzdeki birkaç yılda. Ekonomideki sıkışma ve kaynak ihtiyacı bakımından da tablo değişmez. ABD fonlarının akmadığı yere AB kaynakları da gelmeyecektir. Türkiye’deki “Başyücelik” rejiminin geleceğini tayin edecek olan unsur bu iki güç merkezi arasındaki muhayyel çelişkiler değil, rejimin sürmesinin emperyalizm bakımından faydalı olup olmadığı ile kenarda ısınan ve “hoca beni oyuna al!” diye hançeresini paralayan düzen muhalefetinin emperyalist çıkarlar bakımından “daha iyisini” yapıp yapamayacağı sorularının yanıtıdır.

Almanya ve Fransa arasındaki yaklaşım farklılığı, Almanya’nın öteden beri besleyip büyütmeyi alışkanlık haline getirdiği Türkiye İslamcılığı ile hangi dilden konuşulacağını daha iyi bilmesinden kaynaklanıyor. Fransa’daki devlet aklı ve deneyimi bana göre bu konuda yetersiz ve açıkça başarısız. Almanya, Fransa gibi “boy ölçüşerek” zayıflamış bir rejime meşruiyet kazandırmak yerine “angaje” ederek, oyun sahası içinde tutarak onun kendisine bağımlılığını artırmayı tercih ediyor.

Bu unsurları dikkate alarak, ABD’nin son tahlilde Almanya’nın da “know-how”ı ve katkısıyla oluşturacağı Türkiye politikasının AB bakımından bağlayıcı olacağını düşünüyorum.

Bu arada, herkes biliyor ama bir kez de ben söylemiş olayım: Türkiye’yi yönetenlerin AB’ne yaklaşmaya yönelik olduğu söylenen reform teranelerinin de hiçbir inandırıcılık taşımadığı açık. İktidarını ancak yalan, baskı, tehdit ve şiddetle koruması mümkün olabilen bir yönetimin aksi yöne hareketlenmesi beklenemez.  Diğer taraftan bu konu emperyalizmin umurunda da değil. Bütün güçlüklere rağmen Türkiye’deki montaj sanayi tıkır tıkır çalışarak AB’ne ciddi girdi sağlıyor. Türkiye’deki Avrupa şirketlerinin Türk emekçilere uyguladıkları köle düzenini andıran muameleyi Avrupa’da hayal etmeleri bile mümkün değil.

AKP düzeni yeni dönemde emperyalizmin olası hedeflerine karşı güvenebileceği bir payanda olabileceğini kanıtlarsa, daha açık söyleyelim, önce İran daha sonra da Rusya/Karadeniz bağlamında kimi güvenceler verir ise, Selahattin Bey’in veya Osman Bey’in ve daha binlerce insanın sorgusuz sualsiz zindanlarda tutulması, çıplak aranması, işkence görmesi Berlin, Paris veya Washington’da yoğun gözyaşlarına sebep olmayacaktır.

Bu geniş çaplı ve içeriden değerlendirmeleriniz için teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.

Engin Solakoğlu, emekli diplomat. Uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı ve farklı ülkelerde diplomatik görevlerde bulundu. Türkiye-AB ilişkilerindeki kritik dönemeçlerde Belçika’nın başkenti Brüksel’de diplomat olarak yer aldı. Halen Dayanışma Meclisi üyesidir.

  • 1. Tobin vergisi, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi burjuva iktisatçı James Tobin tarafından geliştirilen ve uluslararası döviz piyasasındaki spekülatif amaçlı sermaye hareketlerinin yol açtığı iktisadi ve finansal dalgalanmaların önlenmesi amacıyla kambiyo işlemlerinden alınması öngörülen vergidir (Kaynak: Wikipedia).
  • 2. Ekonomik olarak (sermayeye) güven veren.
  • 3. Fransa ile Britanya arasında 1904 yılında Alman tehdidine karşı imzalanan dostluk antlaşması. Üçüncü bir taraftan gelen tehdit karşısında iki rakibin uzlaşmasını ifade ediyor.
  • 4. Türkçe’ye “ne kadar ekmek o kadar köfte” diye çevrilebilecek, her kazanımın mutlaka bir maliyeti olacağını anlatan deyim.