Libya’da bir “sosyalist cemahiriye” kurduğunu, adına “yeşil sosyalizm” dediği bir sosyalizm biçimi oluşturduğunu ilan etmişti. Türkçede olmayan cemahiriye sözcüğü bile tek başına uzun süre tartışılmıştı.

Sosyalizmin yeşili olabilir miydi?

Bugün yaşı 50 civarında ya da daha fazla olanlar iyi anımsar. 1970’li yıllarda Libya lideri Muammer Kaddafi popüler bir şahsiyetti. Sık sık basında yer alır, tartışmalara, sohbetlere konu olurdu. Bunda hiç kuşkusuz sıradışı kişiliğinin payı vardı. Ancak tek neden bu değildi. Libya’da bir “sosyalist cemahiriye” kurduğunu, adına “yeşil sosyalizm” dediği bir sosyalizm biçimi oluşturduğunu ilan etmişti. Türkçede olmayan cemahiriye sözcüğü bile tek başına uzun süre tartışılmıştı.1

Yeşil sosyalizm, Yeşil Kitap adı verilen ve üç bölümden oluşan bir metinde açıklanıyordu. Kitap 1970’li yılların ikinci yarısında üç ayrı bölüm halinde yayımlandı. Kaddafi tarafından kaleme alınan kitapta, kapitalizme ve reel sosyalizme alternatif “Üçüncü Evrensel Teori”nin ortaya çıkarıldığı “müjdeleniyordu.” Kitabın birinci bölümü demokrasi sorununu, ikinci bölümü ekonomi sorununu ele alıyor; üçüncü bölümü de Üçüncü Evrensel Teori’nin toplumsal tabanını açıklıyordu. Teori bir yandan sosyalizan bir karakter taşırken, diğer yandan İslam’la uyum içinde olduğunu vurguluyordu. Ancak bu “uyum”, seküler bir karakter taşıyor ve bu nedenle de kitap, iktidarı boyunca Kaddafi’ye muhalefet eden köktenci İslamcılar tarafından “kâfir” damgası yiyordu.2

Kaddafi’nin ve birlikte iktidara geldiği subayların siyasi çizgisinin, dönemin önemli siyasi önderi olan ve Mısır’da 1954 ile 1970 arasında başkanlık yapan Cemal Abdül Nasır’dan esinlenmiş olmasını doğal karşılamak gerekiyor. Mısır’ın ardından 1960’lı ve 70’li yıllarda Arap dünyasında, sırtını dine ve milliyetçiliğe dayayan, öte yandan sosyalizmden esinlenen akımlar gelişti. Büyük ölçüde ulusalcı olarak nitelenebilecek olan bu akımlar, sosyalizmi her ülkenin kendi koşullarına uyarlama çabasını güttüler. Bu dönemde Arap ülkelerinin, bir bölümünde feodal iktidarlar, darbeler ya da halk ayaklanmaları aracılığıyla yerini ilerici nitelikteki iktidarlara bıraktı. Bu iktidar değişikliklerinde askerler önemli rol oynadılar; zira o dönemde Ortadoğu toplumlarında askerlik ve ordu modernleşmenin önemli öznelerinden birini oluşturmaktaydı.3

Libya’da da 1 Eylül 1969’da bu tür bir iktidar değişikliği oldu. Birlikçi Hür Subaylar adıyla örgütlenen bir grup subay monarşiyi devirdi ve Libya Arap Cumhuriyeti ilan edildi. İktidarı, Devrimci Komuta Konseyi devraldı; konseyin başında, o dönemde henüz 27 yaşında olan Yüzbaşı Muammer Kaddafi vardı.

Bir tür burjuva devrimi sayılması gereken iktidar değişikliğinin ardından ortaya çıkan yeni rejimin önemli özelliklerin biri antiemperyalist, sömürge karşıtı olmasıydı. Ülkedeki ABD ve Britanya üslerinin varlığını sağlayan anlaşmalar kısa sürede feshedildi. Yabancı sermayenin varlığı da kısıtlanmaya başladı. Zengin petrol yataklarının üzerindeki çokuluslu petrol tekellerinin kontrolüne, Libya Ulusal Petrol Şirketi’nin kurulmasıyla birkaç yıl içinde son verildi. 1973’te bunların bir bölümü devletleştirildi. 

Özellikle eski İtalyan sömürgecilerin elinde bulunmaya devam eden topraklar ve devrilen hanedanın elinde bulunan topraklar kamulaştırıldı ve topraksız köylülere dağıtıldı. Köylülere, tarım yapabilmeleri için finansal ve teknik destek verilmeye başlandı. 

Öte yandan, Nasırcı düşünceden beslenen Arap milliyetçiliği yeni iktidarın ideolojik çerçevesini çiziyordu. İktidar, düşüncesinin İslam’la uyum içinde olduğunu ilan ediyordu. İslami ceza hükümleri yürürlüğe kondu. Komünizm karşıtı bir yaklaşım da belirgin özelliklerden bir diğeriydi. (Bu da ABD yönetiminin yeni iktidarı tanımasını sağlamıştı.)4

Ancak bu özellik, Libya’nın Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle yakın, dostça ilişkiler geliştirmesini engellemedi. Bu, Batı karşıtı dış politikanın da doğal bir sonucu oldu. Sovyetler Birliği için, emperyalizmden uzaklaşan ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan yeni bir ülke elbette olumlu bir anlam taşıyordu. 1972’nin başında, iki ülke arasında bir iktisadi ve teknik işbirliği anlaşması imzalandı.5 Gelişen ilişkiler, özellikle 1970’li yıllarda sosyalist ülkelerin Libya’ya önemli düzeyde yardımlar aktarmasını getirdi. Sosyalist ülkelerden gelen çok sayıda teknik eleman, Libya’nın kalkınmasına katkıda bulundu. Bu ülkeler Libya’ya finansal, siyasal, askeri destek de verdi.6

Sömürgecilik, monarşi ve Batı kültüründen arınmak için adımlar atıldı. Bunlar arasında Batı kökenli kitaplar ve müzik aletlerinin yakılması, gece kulüplerinin kapatılması, alkolün yasaklanması, Libya’nın geleneksel giysilerinin giyilmesinin teşvik edilmesi, Gregoryen takvimdeki isimlerin değiştirilmesi gibi bazıları sembolik olanları da vardı. 

1969’un Aralık ayında İslam, ülkenin resmi devlet dini ilan edildi. Devrimin amaçlarından birinin din, ahlak ve yurtseverliğe dayalı bir sosyalizmin inşa edilmesi olduğu açıklandı. Bu, toplumsal adalet, yüksek üretim düzeyi, her türlü sömürünün ortadan kaldırılması ve ulusal servetin eşit olarak dağıtılması gibi unsurlara dayanacaktı. 

Mısır modeli izlenerek 1971’de Arap Sosyalist Birliği isminde tek bir öncü partinin iktidarda olduğu bir döneme geçildi. Ancak bu model, iki yıl sonra terk edildi. 

Kaddafi, Arap birliğini sağlamak konusunda çeşitli girişimlerin içinde bulundu. İktidara geldikten hemen sonra Libya, Aralık 1969’da Mısır ve Sudan’la birlikte Arap Devrimci Cephesi’ni kurdu.

1970’te buna Suriye de katıldı. Bunun devamı, Arap Cumhuriyetleri Federasyonu oldu. Ancak çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle bu girişim ilerleyemedi ve 19 Kasım 1977’de sona erdi. 1970’ler boyunca bu dört ülkenin çeşitli birlik ya da federasyon denemeleri oldu ancak bunlar hep kısa ömürlü kaldı. 

Bir başka girişim ise Tunus’la Libya arasında 1974’te gerçekleşti. İki ülke birleşerek Arap İslam Cumhuriyeti adını alacaklardı. Ancak ideolojik ve siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle bu girişim de sonuç vermedi. 

15 Temmuz 1973’te yaptığı bir konuşma ile Kaddafi, eski bürokrasiye karşı bir halk devrimi ilan etti ve bürokrasiye karşı halk komiteleri kurulmasını talep etti. Kaddafi’nin bu tür girişimleri Devrimci Komuta Konseyi’ndeki görüş ayrılıklarını giderek derinleştirdi. Ağustos 1975’te Ömer El-Muhaşi’nin başını çektiği bir darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Konseyin yarısı tasfiye edildi ve Kaddafi, iktidarını konsolide etti. 

Ülkede gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümler iki önemli eksiklik barındırıyordu. Birincisi, halkın devrimci sürece katılımı ve desteği idi. Bir de hayata geçirilen politikalar bütünlüklü bir programatik zeminden yoksundu. Bu eksiklikleri gidermek için halk devrimini, Üçüncü Evrensel Teori’nin ortaya atılması ve Yeşil Kitap izledi. 

1977’de bir “halk iktidarı rejimi” ilan edildi ve ülkenin adı Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi oldu. Halk komiteleri ve halk kongreleri sisteminin tepesindeki Genel Halk Kongresi’nin Genel Sekreteryası’nı Kaddafi ve kendisine yakın dört subay oluşturuyordu. 

1970’lerde devlet yapılanmasında gerçekleşen değişiklikler, yeni kurumların ortaya çıkması, halkın eğitim ve sağlığına önem verilmesi gibi uygulamalar, beraberinde toplumsal bir canlılık getirdi. Halkın refah düzeyi yükseldi. 

Yeşil Kitap neydi?

Libya tarihi boyunca ilerlemeden önce, ülkede 1970’li yılları şekillendirmede önemli yeri olan Yeşil Kitap’ı irdelemekte yarar var.7 Kitap, pek çok başlığı ele almakla birlikte, gerek yönetsel yapı gerekse ekonomi konularında birçok boşluğu da barındırıyor. Ortaya atılan düşüncelerin çoğunun nasıl hayata geçirileceği belirsizlik taşıyor. Dolayısıyla bu düşünceler zaman içinde pek çok değişikliğe uğradı, güncellendi, yeni araçlar geliştirildi. Yeşil Kitap’ı bütünlüklü bir programdan çok, bir tür kılavuz olarak nitelendirmek mümkün. Örneğin, ortaya konan düşünceler, kitapta yer almayan Devrimci Komiteler aracılığıyla hayata geçirilmeye çalışıldı. Kasım 1977’den itibaren kurulan ve Halk Komiteleri ve Kongreleri sistemini kesen bir düzlemde oluşturulan bu komiteler, halkın siyasi süreçlere daha fazla katılmasını, alınan kararların yürürlüğe konmasını sağlamak gibi işlevlere sahipti. 

Kitabın birinci bölümü “Demokrasi Sorununun Çözümü (Halkın Otoritesi)” başlığını taşıyor. Bu bölümde insan topluluklarının birincil siyasi sorununun “hükümet etme aracı” olduğu belirtiliyor. 
Kaddafi’ye göre iktidar mücadelesi, sınıflar, mezhepler, aşiretler vb. farklı “hükümet etme araçları” arasında gerçekleşiyor. Sınıf kavramı yanlış bir bağlamda ele alınarak, bir hükümet etme aracı olarak tanımlanıyor. Ve Kaddafi’nin bütün bir “teori” oluşturma çabası, yeni bir sosyalizm yarattığı iddiası nesnel dayanaktan yoksun kalıyor. Zira yeşil sosyalizm, işçi sınıfını, diğer sınıflarla aynı düzleme yerleştirerek, temel bir hata yapıyor. Ve bu özelliğiyle, bilimsel sosyalizme uzak olduğunu daha en baştan ortaya koyuyor. 

Yeşil Kitap’a göre, farklı hükümet etme araçları arasında yaşanan iktidar mücadelesi sonucunda halk kaybediyor, demokrasi kaybediyor. Ona göre, mevcut seçim sistemleri halkın gerçek iradesini yansıtmıyor. Bunların hepsinde, bir azınlık “kazanıyor”. Hangi sistemde olursa olsun bugünkü haliyle parlamentolar, halkı temsil etmiyor ve parlamenter hükümetler demokrasi sorununa yanlış bir çözüm sunuyor. 

Bu noktada Kaddafi, kapitalizmle reel sosyalizmi aynı düzleme yerleştiriyor. Reel sosyalizmde de gerçek demokrasinin bulunmadığını, gerçek demokrasinin halkın temsilcilerinin faaliyeti aracılığıyla değil, halkın katılımı ile olacağını belirtiyor. 

Kaddafi’ye göre otorite tam anlamıyla halkın elinde olmalıdır. Halk, doğrudan yönetmelidir. Bugünkü haliyle parlamento gibi, halkı temsil eden bir araç bulunmamalıdır. Ancak Kaddafi burada durmayarak, partiyi de bu tür temsiliyet aracı olarak tanımlıyor ve parti olgusuna da tamamen karşı olduğunu yazıyor; her türden parti olgusuna.  

Ona göre parti çağdaş diktatörlüktür; hükümet etmenin modern aracıdır. Parti hiç demokratik değildir, çünkü ortak çıkarları, ortak bir bakışı ve kültürü olan ya da aynı yerellik ve aynı inanca sahip insanlardan oluşur. Bir partinin hedefi, programını uygulayabilmek için iktidara gelmektir. Ancak halkın içerisinde değişik çıkarlar, düşünceler, duygular, inançlar olduğu için, bir parti halkı yönetmemelidir. Partilerin iktidar için birbiri ile mücadele etmesi, toplumun daha üst ve daha yaşamsal çıkarları pahasına olur. Dolayısıyla bu mücadele, siyasi etkinlik yaratsa da toplum için yıkıcıdır. Bir başka partinin zaferi, halkın, demokrasinin yenilgisidir. Bir parti başta, halkı temsil etmek için kurulur. Sonra partinin önde gelen grubu, diğer üyelerini ve partinin lideri de bu önde gelen grubu temsil eder hale gelir. 

Üçüncü Evrensel Teori’de sınıf olgusunun yanlış ele alınması, sınıflar arasında fark gözetilmemesi, parti olgusu ile ilgili analize de yansımaktadır. Her türlü parti aynı kefeye konmakta, işçi sınıfının devrimci öncü partisi ile kapitalist sisteme ait diğer bütün partiler eşitlenmektedir. Yukarıda söz edilen yaklaşıma göre, ortaya parti diktatörlüğü çıkmaktadır. Sosyalizme özgü proletarya diktatörlüğü, parti diktatörlüğü olarak tanımlanmaktadır. Sınıf olgusunun yanlış ele alınması, işçi sınıfı ile partisi arasındaki ilişkinin de kavranamamasına yol açmaktadır. 

Kaddafi burada da durmayarak parti sistemini modern aşiret ve mezhep sistemi olarak tanımlamaktadır, yine burjuva partileri ile işçi sınıfı partisini eşitleyerek. Ona göre bir parti tarafından hükümet edilen toplum, tam olarak, bir aşiret ya da mezhep tarafından yönetilen bir toplum gibidir. İktidar için partiler arasında verilen mücadele ile aşiretlerin ya da mezheplerin aynı mücadeleyi vermesi arasında fark yoktur. Her ikisi de toplum için aynı yıkıcılıktadır. 

Ona göre sınıf sistemi de, parti, aşiret ya da mezhep sisteminden farklı değildir. Bir sınıf da toplumun üzerinde, diğerlerinin yaptığı gibi egemen olmaktadır. Nasıl bir partinin, aşiretin ya da mezhebin kendi içinde ortak çıkarları varsa, bir sınıfın kendi içindeki çıkarları da ortaktır. Sınıf, parti, aşiret ve mezhep, benzer etkenlerden ortaya çıkıp ve benzer sonuçlara yol açmaktadır. Bu etkenler akrabalık, inanç, yaşam standardı, kültür ve yerellik gibi etkenlerdir ve bunlar, ortak bir hedefe yönelik ortak bir bakış ürettiği için, sınıf, parti, aşiret ya da mezhep ortaya çıkmaktadırlar. 

Sınıf olgusu yanlış ele alınınca, toplumların gelişim sürecinde nasıl evrildiği, nasıl bir toplumsal role sahip olduğu anlaşılamayınca, Marksizm’e uzak bu ifadeler ortaya çıkıyor. Kaddafi Marksist olmayan bir bakışla bir tür sosyalizm geliştirmeye çalışırken, iktidarın aynı sınıfın farklı bileşenleri arasında el değiştirmesi ile bir sınıfın iktidarının başka bir sınıf tarafından alaşağı edilmesi durumunu birbirinden ayıramamaktadır. Böylece tarihsel ilerlemeyi kavramamakta, işçi sınıfının iktidara gelmesine ilerici bir anlam atfedememektedir.

Ancak saat arada sırada doğru zamanı işaret etmektedir: “Eğer bir sınıf, parti, aşiret ya da mezhep topluma egemen olursa, bütün sistem bir diktatörlük olur.” Ancak bu durum, toplumun çıkarlarına aykırı olarak sunulmakta; proletarya diktatörlüğü, burjuva diktatörlüğü ya da daha geri bir diktatörlükle eşdüzeyde değerlendirilmektedir. 

Kaddafi’ye göre, bir sınıf, bir toplumun mirasçısı olursa, onun özelliklerini miras olarak alır. Örneğin işçi sınıfı diğer sınıfları ezerse, toplumun mirasçısı olur, toplumun maddi ve toplumsal tabanı haline gelir. Zaman geçtikçe, elimine olmuş sınıfların özellikleri işçi sınıfının içinde ortaya çıkar. Ve bu özelliklerin sahipleri, bu özelliklere göre davranmaya başlar. Dolayısıyla işçi sınıfı, ayrı bir toplum haline gelir, eski toplumla aynı çelişkileri gösterir. Elimine olmuş sınıflar gibi sınıflar ortaya çıkar ve böylece toplumu domine etme mücadelesi yine ortaya çıkar. 

Sosyalizmde, burjuva sınıfların yok olmayabileceği ya da yeniden türeyebileceği açıktır. Bunun yine bir iktidar mücadelesine neden olacağını tarihsel gelişmeler de ortaya koymuştur. Ancak Kaddafi’nin yaptığı bu gerçeğe işaret etmek değil, aslında sosyalizmin gerçekdışılığını vurgulamaktır. Ve tabii bunun üzerinden de komünizmin olanaksızlığını. 

Üçüncü Evrensel Teori’ye göre, hükümet etme aracı bir sınıf, parti, aşiret ya da mezhep değil, toplumun bütünü olmalıdır. Teori; temsiliyet, vekâlet vb. olmaksızın halkın otoritesine dayanmaktadır.  Doğrudan demokrasi asıl hedeftir. 

Üçüncü Evrensel Teori’nin ortaya koyduğu “gerçekçi” doğrudan demokrasiye ulaşmanın tek yolu, halk kongreleri ve halk komiteleri sistemidir. Yeşil Kitap doğrudan demokrasinin yolunun keşfedildiğini müjdelemekte; dünyadaki demokrasi sorunu nihayet çözülmektedir.

Kaddafi, demokrasiden, bir başka temel sorun olarak betimlediği hukuk sorununa geçiş yaparak, sosyalizmle İslam’ı bağdaştırma çabasına yöneliyor. Ona göre bir toplumun doğal hukuku ya gelenek ya da dindir. Bir toplum için herhangi bir başka hukuk hazırlamak geçersizdir ve mantık dışıdır. Diktatoryal hükümet etme araçlarının hukuku, doğal hukukun yerini almıştır. İnsan yapımı hukuk, doğal hukukun yerine geçmiştir. Hükümet etme araçlarının değiştirmesi mümkün olmayan istikrarlı kurallara dayanan bir doğal hukuk olmadığı sürece özgürlük tehdit altındadır.

Geleneksel hukuk, maddi cezalar yerine, insan için uygun olan ahlaki cezalar ortaya koyar. Din de geleneği sahiplenir ve içerir. Dolayısıyla din, doğal hukukun olumlanmasıdır. 
Bu şekilde ifade edilen düşünceler hukuk alanında da boşlukların var olması anlamına geldi. 1969’dan hemen sonra İslam hukuku geçerlidir diyen hükümet, 1970’li yıllarda giderek bunun, yürütülen devrimci dönüşümlere uygun olmadığını söylemeye başladı. 1978’de Kaddafi, İslami hükümlerin modern toplumlarda iktisadi ve siyasi ilişkiler için bir kılavuz olarak kullanılamayacağını vurguladı. Bu dönemde ülkedeki hukuksal yapıyı devrimci mahkemeler oluşturmaya başladı. Pratikte seküler politikalar İslami hükümlerin yerini aldı. Ancak bu süreç hiçbir zaman resmiyet kazanmadı. Kaddafi hep devrimin gerçek İslam’ı uyguladığını iddia etti. 

Halk kongreleri, Halk Komiteleri Sistemi 

Bu sistem, 1977’de Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi’nin ilan edilmesiyle birlikte hayata geçirilmeye başlandı. Sistem, birkaç yıl içinde devletin (Libya Ulusal Petrol Şirketi gibi birkaç işletme haricinde) bütün bürokratik ve yönetsel kurumlarının doğrudan halkın eline geçmesini sağladı. Halkın siyasi süreçlere katıldığı, düşüncelerini kongreler aracılığıyla doğrudan dile getirebildiği bir sistem ortaya çıktı. 

Ancak yeşil sosyalizmin idari alana ilişkin belirsizlikleri, boşlukları devlet yapılanmasına, yönetsel mekanizmalara (özellikle de ekonominin yönetimine) yansıdı; burada da ciddi düzeyde belirsizlikler, boşluklar ortaya çıktı. Bu durum, dışsal koşulların bozulmasıyla birlikte, beraberinde büyük sorunlar getirdi. Örneğin, petrole dayalı olan ekonominin, bu nedenle istikrarsızlıklara açık olması karşısında gerekli olan planlama çalışmaları ihmal edildi.8

Bu tür boşluklar, devlet yapılanmasının revize edilmesiyle sonuçlandı. Mart 1979’da Devrimci Otorite’nin kurulması, bu tür adımlardan biridir. Zaman içerisinde, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Libya siyasetinin önemli bir özelliği belirginleşti ve Kaddafi iktidarının sonuna kadar varlığını korudu: Bir tarafta, halk kongreleri ve halk komiteleri sistemine dayanan formel bir hükümet yapısı bulunurken, diğer tarafta Kaddafi çevresinde enformel bir iktidar ve otorite yapısı ortaya çıktı. Bu yapılar “Kaddafi’nin Yoldaşları Birliği”, “Halkın Toplumsal Önderlik Komiteleri” gibi yapılardı. İlki Kaddafi’ye yakın kişilerden, ikincisi önemli kişiler ya da aşiret liderlerinden oluşuyordu.9 Aile ve aşiret yakınlıkları Kaddafi iktidarının çevresini giderek daha fazla şekillendirdi. 

Ekonomi sorununun çözümü – Sosyalizm

Yeşil Kitap’ın ikinci bölümü bu başlığı taşıyor. Kaddafi, ekonomi sorununu işçinin bakış açısından ele alarak tanımlamaya başlıyor. Grev hakkı dahil kazanılan hakları olumlu kabul ediyor ama bütün kazanımlara karşın, sorunun işçiler için yalnızca daha az şiddetli hale geldiğini, çözülmediğini söylüyor. Ve bu iddia, reel sosyalizm için de geçerli. Zira mülkiyet kamuda olsa bile, işçiler ücretli çalışan konumunda. Buna göre, işveren birey de olsa, devlet de olsa onun altında ücretli çalışan, onun kölesidir. 

Bu noktada reel sosyalizmle ilgili çarpık bir başka değerlendirme var: Kamusal ekonomik düzende işçiye sadece ücret ve başka sosyal faydalar verilir ve bu, zenginlerin, özel şirketlerin sahiplerinin işçilere yaptığı “yardımlardan” farklı değildir.  Özel mülkiyete zıt olarak kamu mülkiyetinde, gelirin, işçiler dahil topluma geri döndüğü argümanı geçerlidir.  Ama bu, bir sınıf, bir parti, mezhep, aile, aşiret, birey ya da herhangi bir başka temsil yetkisinin otoritesinin değil; halk komiteleri sisteminin, yani halkın otoritesi altında olduğunda doğrudur.  Nihai çözüm, ücret sistemini ilga etmek, doğal hukuka dönmektir. 

Doğal hukuk da, yukarıda tanımlandığı gibi, dine dayanmaktadır. 

Kaddafi, ekonomik sorunun özünü tanımlarken Marksizm’i de eleştirmektedir. Ona göre, “daha önceki tarihsel teoriler ekonomik sorunu, ya sadece üretim faktörlerinin mülkiyeti açısından ya da yalnızca üretim için ücretler açısından ele almıştır.” Asıl mesele üretimdir. Dünyadaki ekonomik sistemlerin en önemli özelliği, üretim ister toplum için ister bir özel kuruluş için yapılıyor olsun, işçinin, ürettiği üzerinde herhangi bir hak sahibi olmasını engelleyen ücret sistemidir. 

Kaddafi’nin üretim faktörleri olarak tanımladığı şeyler, sanayide makine, hammadde ve işçi; tarımda ise arazi, çiftçi ve tarım sürecinde kullanılan araçtır. 

Yeşil Kitap’a göre insanın insanı sömürmeye başlamasından önce, doğal hukuk geçerliyken, doğal sosyalizm vardı. Sömürü toplumunun oluşmasından itibaren doğal hukuktan uzaklaşıldı ve insan topluluklarında çarpıklaşma ve çürüme ortaya çıktı. Nihai çözüm, ücret sistemini ilga etmek, insanı zincirlerinden kurtarmak ve sınıfların, hükümet biçimlerinin ve insan yapısı yasaların ortaya çıkmasından önce ilişkileri tanımlayan doğal hukuka dönmektir. Doğal kurallar, insanlar arası ilişkilerde tek referanstır. Doğal hukuk, üretim faktörleri arasındaki eşitliğe dayanan doğal sosyalizme yol açar. Burada, üretim faktörlerinin üretimdeki payının eşit olması gerekir. Böylece, bütün üretim süreçlerinin tabi olduğu bir sosyalist sistem kurulacaktır. 

Bir bölümü bugün anlaşılması zor gelen bu ifadeler; mülkiyet ilişkilerinin, sınıflararası ilişkilerin, sınıf çelişkilerinin, sınıflı toplumların ortaya çıkmasından bu yana gelişen sınıf çatışmalarının,

Marksizm’in tanımladığı kavramların hiçbirinin yanından geçmemektedir. 

Kaddafi’ye göre sosyalist sistemde kişinin geliri ücret ya da yardım olmamalıdır. Zira sosyalist sistemde ücretli çalışan yoktur, sadece ortaklar vardır. Gelir, özel mülkiyetin bir biçimidir. Bunu nasıl kullanacağına kişi kendisi karar verir; ya gereksinimlerini karşılayabilir ya da, faktörlerinden biri olduğu üretimde pay olarak kullanabilir. Kişinin payı, üretim karşılığı herhangi bir başka kişiye ücret verilmesinde kullanılmayacaktır. 

Bu yaklaşım da ütopik sosyalizm esintileri taşımaktadır ve 19. yüzyılda yanlışlığı Marksizm tarafından ortaya konmuştur. 

Kitapta tanımlanan yaklaşım, 1977 yılından itibaren önce küçük işletmelerde ve özel çiftliklerde, daha sonra daha büyük sanayilerde (bankalar ve petrol sanayisi hariç) uygulanmaya başladı. İşletme sahiplerine bir tür tazminat ödendi ve işçilerle birlikte, ama eşit oranda mülkiyette pay sahibi olmalarına olanak tanındı. Böylece üst ve orta sınıfların özel mülkiyetine darbe vuruldu. İşletmeler, seçilmiş işçilerden oluşan Temel Üretim Komiteleri tarafından işletilmeye başlandı. Yönetimleri Halk Komiteleri’ndeydi. 

Ticaret sektörü çok büyük ölçüde daraltıldı. Özel perakende ticareti devlete ait süpermarketlerin açılmasıyla birlikte ortadan kalktı. 1980’e kadar bütün topraklar kamulaştırıldı. Küçük çiftçiler, tarım yapmak için devlete ait topraklardan ihtiyaçları kadarını kiralayabiliyorlardı. 1 Eylül 1980’de yaptığı bir konuşmada Kaddafi, ülkedeki girişimcileri “parazit” olarak nitelendirdi ve özel işletmeler, büyük ölçüde Devrimci Komitelerin aracılığıyla ya kamulaştırıldı ya da kapandı. 

Yeşil Kitap’ın vurgu yaptığı konulardan biri de konut meselesi. Kitapta herkesin, oturduğu konutun sahibi olması gerekliliği vurgulanıyor. Bu da 1978 yılında bir yasayla uygulamaya kondu ve herkes, oturmakta olduğu konutun sahibi haline geldi. Boş konutlara el kondu ve bunlar ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı. 

Öte yandan, Kaddafi’nin Marksizm’in kapitalizme ilişkin analizlerinden hiç etkilenmediğini söylemek de haksızlık olacaktır. Artık değer ve sömürü kavramlarını her ne kadar kendi ifadeleri ile tanımlasa da bunlar, Marksist analizle paralellik göstermektedir. Öte yandan, yeşil sosyalizmde bir işçi (ya da onun literatüründe üreten), yalnızca kendisi için üretmektedir. Bireysel servette farklılık, ancak bir kamu hizmeti yürütenler için geçerlidir. Toplum bunlar için, servetten, verdiği hizmete eşit bir payı ayıracaktır. 

Burada çözüm olarak ikili bir mülkiyet biçimi tanımlanmaktadır: İnsanın, başkalarını kullanmadan kendi ihtiyacını karşılamak için özel mülkiyeti, ve üretenlerin, üretimde ortak olduğu sosyalist mülkiyet. Kişinin kendi gereksinimlerinin mülkiyetine sahip olması, onu madden ve ruhen özgür kılacak, ve bu da onu mutlu edecektir. Sosyalist toplumun amacı da budur. 

Kitaba göre nihai aşama, kârın ve paranın yok olacağı aşamadır. Bu aşamaya, toplumun tam anlamıyla üretken bir topluma dönüşmesi ve üretimin, toplum üyelerinin maddi gereksinimlerinin karşılandığı aşamaya ulaşmasıyla varılacaktır. Bu nihai aşamada kâr otomatikman yok olacak ve paraya gereksinim kalmayacaktır. Öte yandan, mevcut durumda kâr, iktisadi faaliyetin itici gücüdür. Sosyalist üretim, kârı artırma çabası ile paragrafın başında tanımlanan düzeye geldiğinde, kâr yok olacaktır. 

Burada Kaddafi’nin Marksizm’le uyumlu yaklaşımlarının belki de en netini görebiliyoruz. Yukarıdaki paragraf, Engels’in Komünizmin İlkeleri isimli metninde komünizme ilişkin yaptığı şu tanımla benzeşiyor: “Nihayetinde, bütün sermaye, bütün üretim, bütün mübadele ulusun elinde toplandığında, özel mülkiyet kendiliğinden yok olacaktır; para gereksiz hale gelecektir; üretim o denli genişleyecektir ve insan o denli değişecektir ki toplum, geriye kalmış olabilecek eski iktisadi alışkanlıklarını bir kenara atacaktır.”10

Ulusçuluk zemini

Yeşil Kitap’ın üçüncü bölümünde Kaddafi, teorisinin toplumsal zeminini açıklıyor. Bir ulus oluşumu üzerinden milliyetçi bir toplumsal zemin betimleniyor. Ulusal mücadele, toplumsal mücadele ile eşitleniyor; ve bunun tarihin hareketini sağladığı vurgulanıyor. Milliyetçilik, toplumun birliğini sağlayan tutkal olarak tanımlanıyor. Ve bir adım daha atılarak, birliğinin pekişmesi için, bir ulusun bir dininin olması gerektiğinin altı çiziliyor. 

Kaddafi, aile, aşiret ve ulus arasında bir dizge kuruyor ve birliğin sağlanmasında bu üç düzlemi öne çıkarıyor. Ailenin ve aşiretin toplum için önemli kurumlar olduğunu belirtiyor. Ancak ulusun, hem ailenin hem de aşiretin üstünde bir kurum olduğuna vurgu yapıyor. 

Kaddafi burada hiç kuşkusuz, aşiretlerin egemen olduğu arkaik bir toplumsal yapıdan, bir ulus oluşturma çabasını ortaya koyuyor. Bir yandan, ülkenin siyasal yapısını toplumsal yapısı ile uyumlu hale getirmeye; diğer yandan aşiretin belirleyici olduğu yapıyı evrilterek ulus oluşumunu hızlandırmaya çalışıyor.11

1969’dan sonra, Libya’da kadınların özgürlük alanı çok büyük ölçüde genişledi. Geri bir toplumda ezilmekte olan kadınlar, eğitim hakkı başta olmak üzere bütün haklarına sahip oldular. Kaddafi, aşiretlerin oluşturduğu, toplumsal açıdan geri bir toplumu ileriye çekmeye çalışırken kadınlara da bu alan açıldı. Buna karşın Yeşil Kitap’ta geri bir doğulu bakış açısını da görmek mümkün. Kitap, kadın ile erkeğin biyolojik farklılıklarından ötürü tam anlamıyla eşit olamayacağını, kadının yaşamdaki rolünün ve işlevinin de bu nedenle farklı olduğunu belirtiyor. Örneğin, aile yapısının insan doğasına uygun olduğunu ve bu nedenle kreş uygulamasının çocuk için yanlış olduğunu vurguluyor. Kadının Doğu’da bir meta olarak görüldüğünü belirtip, Batı’da ise kadınlığının tanınmadığını iddia ederek, kadının doğal rolünü engelleyen koşulları ortadan kaldıracak bir dünya devriminin gerektiğini söylüyor. Böylelikle, reel sosyalizmin kadının özgürleşmesi için on yıllar boyunca attığı adımları da bir kalemde siliyor. 

Kitabın son bölümlerinden birinde eğitim meselesi ele alınıyor. Kaddafi burada, bütün dünyada egemen olduğunu söylediği, bir tedrisata dayalı zorunlu eğitimin diktatoryal olduğunu, insanların özgürlüğünü kısıtladığını iddia ediyor. Bundan kurtulmak için bir kültürel devrim gerektiğini ve her insanın istediği gibi eğitim almasını sağlayacak şekilde geniş bir okul sisteminin kurulması gerekliliğini dile getiriyor. Din eğitimini engelleyen toplumların da gerici toplumlar olduğunu, cehalete eğilim gösterdiklerini ve özgürlüğe düşman olduklarını iddia ediyor. Dini eğitimi tekelleştiren toplumların da aynı özellikte olduğunu vurguluyor. Materyalist bilgiyi “tabu” olarak kabul ettiğini iddia ettiği toplumları da aynı kefeye koyuyor; ve böylece yine reel sosyalizmi hedef alıyor. 

Bu görüşler bir yana, Kaddafi döneminde Libya’da parasız sağlık hizmetinin yanında parasız eğitim hizmeti de devlet tarafından verildi. Önceki dönemde eğitim açısından çok geri olan toplumun önemli bir bölümü eğitim hakkından yararlandı. 1969’da yüzde 10 düzeyinde olan okuryazarlık oranı yüzde 75’e kadar çıktı. 

Rüzgârın dönüşü

Libya yönetimi, Filistin direnişi başta olmak üzere Ortadoğu ve Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerini yoğun biçimde destekledi; topraklarını bu hareketlerin üyelerine ve yöneticilerine açtı.

Buna dayanarak ABD, Libya’yı 1978’den itibaren hedef tahtasına oturtmaya başladı. Libya’nın terörist faaliyetlere dahil olduğu iddiası ilk kez bu dönemde ortaya atıldı.12

1980’li yıllarda Libya, terörizmi desteklediği iddiasıyla, ABD ve diğer Batılı ülkelerin hedefinde daha fazla yer aldı. Berlin’deki ABD’li askerlerin gittiği bir gece kulübünde patlayan bombanın sorumluluğunu Libya’ya yükleyen ABD yönetimi (bunun doğru olmadığı kısa sürede ortaya çıktı), 14 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’yi bombalayarak onlarca sivilin ölümüne neden oldu. 

1970’te petrol geliri, ülkenin toplam gelirinin yüzde 99’unu oluşturuyordu. Ve ülkenin tek ihraç kalemi petroldü.13 1970’li yıllarda sanayi ve tarıma büyük yatırım yapıldı, ülke ekonomisindeki ağırlıkları artırıldı. Ancak yine de Kaddafi dönemi boyunca ülke ekonomisi büyük ölçüde petrole bağımlı kaldı; tarım ve sanayinin ekonomideki payı çok düşük düzeyleri aşamadı. Petrolün toplam gelir içindeki payı 1970’lerin sonlarında yüzde 99,9’a yükseldi.14 

Reel sosyalist sistemin dağılması, emperyalizmin basıncı, özellikle Arap dünyasına yönelik sonuçsuz dış politika adımları, Libya’nın uluslararası düzlemde izole olmasını beraberinde getirdi. Ekonomik yaptırımlar ve petrol fiyatlarının düşmesi ülkeyi ekonomik açıdan da çok zor durumda bıraktı. 

Bu dönemde, özellikle 1986’daki iktisadi ve siyasi reformlarla birlikte ülke piyasalaşmaya açıldı ve 1970’li yıllarda ortaya konan devletçi, halkçı ilkelerden uzaklaşılmaya başlandı. Özel sektör yeniden büyüdü. Yabancı sermaye yatırımlarına alan açıldı. Çokuluslu petrol tekelleri Libya’ya geri döndü. 2000’lerin başlarından itibaren Batı ülkeleriyle ilişkiler gelişti. 

Türkiye kökenli sermaye de 1980’li yıllardan itibaren Libya’da belirgin bir varlık gösterdi. Bu, günümüzde de devam ediyor. 

Aynı süreçte cemahiriye sisteminin ilerici özellikleri de aşınmaya başladı. Halk iktidarı sistemi bozuldukça halk depolitize oldu. Bunda elbette, her ne kadar reel sosyalizme uzak bir sosyalizm biçimi tanımlanmaya çalışılmış olsa da, Sovyetler Birliği ve reel sosyalist sistemin yıkılmasının ve sosyalizmin ağırlığının azalmasının büyük bir payı var. 

Kaddafi’nin Batılı ülkelerle ilişkileri giderek geliştirmesi, kendisinin ve ülkesinin emperyalizm tarafından “haydut devlet” olarak etiketlenmesini engelledi, ama iktidarının zayıflamasını engellemeye yetmedi. Yine de Kaddafi’nin liderliğindeki Libya, emperyalizmin arzu ettiği Ortadoğu’ya uymuyordu. Başka aşiretlerin ve gerici odakların konumu güçlendi. Ve Arap Baharı olarak adlandırılan gerici dalga 2011’de Libya’yı da vurdu. Kaddafi trajik biçimde katledildi ve böylece Libya için uzun bir dönem kapandı. 

Libya’da Kaddafi döneminde her ne kadar bilimsel sosyalizme çok uzak bir ideoloji ve siyasal pratik ortaya konmuşsa da, sosyalizme bir şekilde eğilim gösterilmesini, 20. yüzyılın ilerici rüzgârları ile açıklamak gerekiyor. Sovyetler Birliği ve onun temsil ettiği sosyalizm, ulusal kurtuluş hareketlerini, antiemperyalist hareketleri desteklemesi nedeniyle özellikle bu tür ülkelerde sempati kazanmıştı. Öte yandan bu ülkelerin çoğunda bağımsız bir işçi sınıfı siyasetine alan açılması güç olmuş, Libya’da ise doğuşuna hiç izin verilmemişti.15

Bugünden bakıldığında Libya’daki yeşil sosyalizm deneyimi; halkın her aşamada kongreler, komiteler aracılığıyla örgütlenmiş olması, kamucu ekonominin hayata geçirilmesi, geri bir toplumda kadınlara özgürlük alanının açılması, halkın parasız eğitim ve sağlık hizmeti alabilmesi, emperyalizme karşı en azından uzun bir süreyle dik durulması gibi özellikleri sayesinde olumlu anılmayı hak ediyor. 

Öte yandan, Kaddafi’nin tutarsız kişiliği ve bunun ülkenin gerek iç gerekse dış politikasına yansıması, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren emperyalizmle uzlaşma girişimleri, Kaddafi Libyası’nın geleceğe aktarılabilecek olumlu bir örnek olmasını engelliyor. Ama buna en fazla neden olan şeyin “yeşil sosyalizm” olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Kimi olumlu yanlarına karşın; bütün tutarsızlıkları, geri özellikleri ve bilimsel sosyalizme aykırı yaklaşımları nedeniyle yeşil sosyalizm tarihin tozlu sayfalarında kalmayı hak ediyor. Bu ve benzeri örneklerin, farklı sosyalizm arayışlarının bilimsel sosyalizmden uzaklaşmaya neden olması kaçınılmaz ve bu nedenle başarısız olmaya mahkûmlar. Uzun sözün kısası, sosyalizmin yeşilinin ya da başka bir renklisinin olması mümkün değil.

  • 1. Cemahiriye sözcüğü “kitlelerin devleti” anlamına geliyor. Ali Abdullatif Ahmida, The Making of Modern Libya, SUNY Press, 2009, Albany, s. 154
  • 2. Francis A. Boyle, Destroying Libya and World Order: The Three-Decade U.S. Campaign to Terminate the Qaddafi Revolution, Clarity Press, 2013, Atlanta, s. 13
  • 3. E. Zeynep Suda Güler, Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, Yazılama Yayınevi, 2011, İstanbul, s. 92
  • 4. Ali Abdullatif Ahmida, The Making of Modern Libya, SUNY Press, 2009, Albany, s. 157
  • 5. Malumud Ata Alla, Arab Struggle for Economic Independence, Progress Publishers, 1974, Moskova, s. 160
  • 6. Doğal olarak Sovyetler Birliği için, bu dönemde emperyalizmin ekseninden uzaklaşan her ülkenin bir önemi vardı. Bu ülkelerin çok azında sosyalist devrim gerçekleşirken bir bölümü kendilerine özgü sosyalizm biçimleri benimsediler; bir bölümü ise sosyalizmden uzak durdular. Sovyetler Birliği bu ülkelerle işbirliği geliştirerek, emperyalizm karşısında oluşan ekseni güçlü tutmaya çalıştı. Öte yandan, Sovyet dış politikası başka ülkelerde sosyalist devrimlerin gerçekleşmesine öncelik vermemeyi, dünya çapında ideolojik öndelik yapmamayı tercih etti; hatta giderek bu düşünceden uzaklaştı. Değerli olmakla ve önemli ölçüde destek bulmakla birlikte, ideolojik zemini zayıf olan bir “barış” olgusu öne çıktı. Bu durum, sözü edilen ülkelerin çoğunda, ilerici iktidarların güçlenememesine, ya emperyalizmin desteklediği iktidar değişikliklerinin gerçekleşmesine ya da zamanla bu ülkelerin piyasalaşmaya açılmasına zemin hazırladı. Emperyalizm karşıtı eksen ideolojik dağınıklıkla malul ve zayıf kaldı. Sovyetler Birliği’nin, çoğu geri olan bu ülkelerin ilerlemesine yaptığı katkı çok büyüktür. Ancak Sovyet dış politikası, inisiyatifin kapitalizme kaptırılmasını engelleyememiştir.
  • 7. Yeşil Kitap, ilk basımından itibaren Türkçe dahil çeşitli dillerde yayımlandı. Bu yazı hazırlanırken İngilizce versiyonundan yararlanıldı. Muammar Al Qathafi, The Green Book, People’s Committee, Libya
  • 8. Dirk Vandewalle, “Libya’s Revolution in Perspective”, Libya Since 1969: Qadhafi’s Revolution Revisited içinde, Ed: Dirk Vandewalle, 2008, New York ve Basingstoke, s. 24-25
  • 9. Dirk Vandewalle, A History of Modern Libya, Cambridge University Press, 2012, New York, s. 148-149
  • 10. Friedrich Engels, The Principles of Communism, Selected Works, Cilt 1, Progress Publishers, 1969, Moskova, s. 81-97
  • 11. Libya, gerek Osmanlı döneminde, gerekse 1911’den itibaren İtalyan sömürgesi olduğu dönemde aşiretlerin egemen olduğu bir toplumsal ve siyasal yapıya sahipti. 1951’de bağımsızlığını kazandıktan sonra da durum değişmedi. İngilizlere yakın olan Senusiler iktidara geldi ve İdris kral olarak atandı. 1969’daki iktidar değişikliğine kadar da bu durum devam etti. Ancak Kaddafi döneminde de aşiretlerin siyasetteki etkisi, milliyetçiliğin belirleyici hale gelmesi için çaba harcandıysa da devam etti. Kaddafi de Libya nüfusunu oluşturan Arap ve Tuareg aşiretlerini cemahiriye sistemi ile birarada tutmaya çaba harcadı. 2011’de Kaddafi iktidarının devrilmesinin ardından günümüze dek Libya’da yaşananlar, aşiretlerin etkisinin ne denli güçlü olduğunu ortaya koyuyor.
  • 12. ABD’nin bu konuda 2000’li yıllara kadar sürdürdüğü sistematik saldırı, ABD’li bir insan hakları savunucusu olan ve Libya’nın haklarını gerek uluslararası hukuk düzleminde gerekse ABD hukukunda savunan Francis A. Boyle tarafından, Destroying Libya and World Order isimli kitabında ayrıntıları ile anlatılıyor. Boyle’un da desteğiyle Libya yönetiminin 1992’de Uluslararası Adalet Divanı’nda ABD ve Britanya aleyhine, Libya’ya saldırmamaları için dava açmasının, ABD’nin bir askeri saldırısını engellemekte etkili olması ilginç bir ayrıntı. (Francis A. Boyle, a.g.e., s. 13)
  • 13. Dirk Vandewalle, “Libya’s Revolution in Perspective”, s. 13
  • 14. a.g.e., s. 22
  • 15. Erhan Nalçacı, Libya’da Yeniden Paylaşım Savaşı, soL Portal, 27.04.2019, (https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/libyada-yeniden-paylasi…)