'Proletaryanın dostlarının kimlerden oluşacağı, kimlerin devrimci dinamizme sahip olduğuna bağlı olduğu kadar ortak düşmanla aralarındaki sınırın netleştirilmesine de bağlıdır.'

Sınıf siyaseti ve sınıf ittifakları

“Eğer zamanın tohumlarını seçmek, hangi tanenin büyüyüp hangisinin büyümeyeceğini haber vermek gücündeyseniz, bana da bir şeyler söyleyin; bilin ki ben, ne lütuflarınızı dilenir, ne de nefretinizden korkarım.”1

“Bütün devrimlerin temel sorunu devlet iktidarı sorunudur” diyordu Lenin. Ve bu sorun kavranmadıkça devrimi yönlendirmekten söz etmek şöyle dursun, devrime aklı başında bir katılım dahi gösterilemezdi.2

Devrime katılım göstermek nasıl bir şey olabilirdi?

Devrim şöleninde kimin neyi savunduğunu anlamak sanıldığı kadar kolay değildi örneğin. Farklı sınıflar daha önce karşılaşılmayan bir hareketliliğin içerisine girmiş, tek tek insanların ve öbekler halinde kitlelerin hangi motivasyonlarla bu şölene ortak olduğunu ayırt etmek zorlaşmıştı. “Deney” yapacak zaman pek yoktu örneğin, zaman kısıtlı ve veriler değişkendi. Kimin ne kadar öfke veya heyecan duyduğunu, kimlerin ne kadar bıkkınlık veya kurtuluşun eşiğinde hissettiğini çözümlemek de zordu.

Elbette bu tek başına bir çözümleme sorunu olamazdı. Tuhaf zamanlar tuhaf duygular yaratmış, şefkat ve öç alma dürtüsü bazen aynı kişinin bedeninde varlık gösterebilir hale gelmişse bir ölçek daha yukarıdan bakmanın zamanı da gelmiş olmalıydı: Toplamda devrimin kitlesine, devrim hareketinin sürükleyiciliğine herkes bir şekilde ortak oluyordu. Bu ortaklık kendini sokaklarda, mahallelerde, fabrikalarda, sovyetlerde gösteriyordu. Ama bu “toplam” aslen ne istiyordu?

Ekmek, barış ve toprak…

Yıkıcı enerjinin dönüp dolaşıp üç talepte somutlandığını, Bolşeviklerin asıl marifetlerini bu üç talebi düzen değişikliği ve sosyalizmle buluşturmada gösterdiklerini sıklıkla söyleriz. Ama bu buluşturma işleminin “tam olarak” nasıl gerçekleştirildiğine “tam olarak” yanıt vermekte zorlanırız. Ne yaparsak yapalım bu işte hep belirsiz bir yan varlığını koruyor gibidir.

Belirsizliği “ayaklanma sanatı”nın sanat kısmına yükleyip geçmek bir çözüm gibi duruyor olabilir. Halbuki bu öyle bir belirsizliktir ki sadece devrimin siyasetinin ne olduğuna değil, “siyaset” denilen şeyin ne olduğuna da yanıt vermenin vazgeçilmez aracı olmuştur. Öyle ki belirsizlik yoksa siyaset de yoktur.

Nedir devrimci durumda koşullar? Devrimin partisi bu kocaman belirsizliğin içine yeniden doğan bir aktördür. Devrimciler belirsizlikten korkmak bir yana onu kavramak, daha doğrusu ona şekil verdikten sonra onu kavramak için yanıp tutuşan “fırsatçı” insanlardır. Devrimler, ortaya çıkan olağanüstü hareketlilikle sınıflar arasındaki dengenin değiştiği, farklı siyasi aktörler arasındaki mücadelenin en üst düzeye çıktığı dönemler olduğundan, “bir gün öyle bir gün böyle” etkisinin de en fazla hissedildiği zamanlar olur. Nitekim, devrimlerde hiçbir aktör hasmının tek bir hamlesiyle yok olmaz. Devrimci durum devam ettiği sürece, aktörler yeniden dirilme şansına sahiptir. Bu karmaşaya farklı taleplerin, simgelerin, sloganların ve karakterlerin yükselişi, alçalışı veya yön değiştirişi eşlik eder ya da bu sonuncular karmaşanın gerçek sebebini oluşturur.

Oysaki belirsizlik devrimlere özgü bir nitelik değildir. Zaten devrimleri yaratan şeyin kendisi belirsizliktir. Devrimler daha fazla belirsizliğe neden olur ya da belirsizliği radikal bir uğrağa taşır. Demek ki devrimci durumda ne serbestlik görüyorsak benzerinin belli açılardan devrimi önceleyen dönemlerde de gerçekleşmesi, başka bir ifade ile yapısal olması gerekir. Talepler devrimci durumlara özgü değildir. Devrimlerde karşımıza çıkan “talep sorunu”, taleplerde düğümlenen “ilişkilenme sorunu” devrimin öncesinde de faaliyet gösteren her siyasi aktörün temel “siyaset sorunu”nu teşkil eder. Siyaset, her siyasi aktörün (bu aktörler hangi amaçla hareket ederse etsin) taleplerle nasıl ilişkiye geçeceğine ve bu ilişkiyi kendi amaçları doğrultusunda nasıl yöneteceğine yanıt verme işlemidir.

Ne var ki siyaset işleminin amacı, her şeyi belirleyen temel kriterdir: Nasıl bütün devrimlerin temel sorunu devlet iktidarı sorunuysa, siyaset işleminin temel sorunu da dönüp dolaşıp devlet iktidarının nasıl ele geçirileceğinde ya da bunun hedeflenip hedeflenmediğinde düğümlenir. Devlet iktidarı belirsizliğin uzun dönem var olamayacağı tek yerdir. Çünkü her devlet iktidarı bir sınıf iktidarıdır ve hiçbir devlet iktidarı sınıfsal anlamda nötr olamaz ya da kalamaz.

Öte yandan devlet iktidarı bir sınıfın egemenliğinin çıplak biçimde ilan edildiği yer de olamaz. Hakimiyet ilişkisi tâbi olanla tâbi olunan arasında belli bir belirsizlik ilişkisinin varlığını gereksindirir. Kapitalizmde hiçbir hakimiyet ilişkisi salt emirle ya da sopayla kurulamaz. Aslında kapitalist düzenin asıl güç kaynağı da zayıf noktası da buradan kaynaklanır. Kapitalizm bir belirsizlik sayesinde ayakta kalır ve onu ömrünün sonuna götürecek olan şey de bu belirsizliğin kendisidir.

Demek ki nasıl her sınıf iktidarda kalabilmek için kendi çıkarlarını bütün toplumun çıkarları gibi sunmak zorundaysa, her siyasi aktör de temsil ettiği sınıfın çıkarlarını toplumsallaştırabilmenin, mevcut belirsizliği kendi amaç fonksiyonu için değerlendirebilmenin yollarını bulmalıdır.

Bu işlem farklı çıkarların ve bu çıkarlarla bazen uyumsuz bazense açıyla var olan farklı taleplerin ve sloganların birlikte var olduğu bir dünyada gerçekleşiyor. Barış, ekmek ya da toprak talebinin doğrudan ve değişmez bir biçimde işçi sınıfının çıkarına olduğunu gösteren ya da bunu garanti edebilecek hiçbir veri yoktur, olamaz da. Zaten bu garanti edilemezliğin kendisi, yani işte bu belirsizlik, siyasetin, toplumsallaşmanın ve farklı sınıflar üzerinde hakimiyet elde edebilmenin varlık koşullarını yaratıyor.

Bolşevikler bu üç talep olmadan işçi sınıfının tüm toplum adına hareket edemeyeceğini biliyor olmalıydılar. Ayrıca, bu üç talep üzerinde hakimiyet kurmadan iktidarı unutmaları gerektiğini de… Çıkarlar ve talepler arasındaki bu açıyı veri aldılar ve var güçleriyle buraya yüklendiler. Peki ellerinde nasıl bir araç, nasıl bir strateji vardı ki bu proje başarıya ulaşabildi?

Bolşevik projeyi neyin başarıya ulaştırdığını anlayabilmek için belirsizliğe daha farklı yanıtlar verenlerle belli bir hesaplaşma gerçekleştirmek zorundayız.

Siyaset Sınıfsalsa Sınıf Siyaseti Ne Anlama Gelir?

Belirsizliğe özel bir anlam yükledik, kapitalizmin işleyişinde özel bir yeri olduğunu belirttik ve buna siyasetin varlık koşuludur dedik.

Peki ne tür bir siyasetten bahsediyoruz?

Bir zamanlar sınıfların mücadelesi siyasetin doğrudan merkez eksenini oluşturuyordu. Bunda şaşılacak bir şey olamazdı. 19. yüzyıl iki yeni sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın doğuşunu, siyaset alanına girişini görmüştü. Devrimler, kalkışmalar, sendikal mücadeleler işçi sınıfının yoksulluk ve ezilmişliğe baş kaldırışının ürünleriydi. Mücadelenin talepleri ve sloganları da görece “doğrudan”dı. İşçi sınıfı daha doğduğu andan itibaren yoksuldu, kentliydi, kolektifti ve belirleyici unsurdu. Ve rahatlıkla ayırt edilebiliyordu… 20. yüzyılın ilk yarısı sınıfın sınıf partilerinde örgütlendiği ve siyasetin doğrudan parçası olduğu bir dönemdi. İşçi sınıfı partilerinin yükselişi, daha sonra komünizmin oyun değiştirici etkisi merkez ekseni ayakta tutuyordu.

20. yüzyılın ikinci yarısında bu durum değişmeye başladı. Komünist partiler sınıf siyasetinde tutuk kalırken, sınıfın toplumsal kompozisyonu değişmeye başlarken ve en sonunda da Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla sınıf siyasetinin “modası geçti”, yeni toplumsal hareketler yeni moda oldu. Sınıflar mücadelesinin siyasetten çıkması mümkün olamazdı çünkü siyasetin varlık sebebi buydu; fakat sınıflar mücadelesinin yarattığı çelişkilerin, girdiği farklı biçimlerin izini sürmenin yolları değişmekteydi. Sınıflar, eski gözle bakıp görülemediğinde yokmuş gibi davranmak kolaya geldi. Bunun teoriye yansımama ihtimali yoktu. Yeni dönemin teorisi sınıftan serbestliğin tüm olanaklarını değerlendirdi. Çelişki, mücadele, çıkar, talep, akla ne geliyorduysa artık sınıfı değil başka bir şeyi imliyor olmalıydı. Popülizm, bu doğrultuda, geleneksel sınıf siyaseti anlayışına getirilen en ciddi alternatif oldu.

Belirsizlik burada iki yönüyle belirleyiciydi. Birincisi, görünür planda sınıflar ortadan kalkmış ya da şekil veya nitelik değiştirmiş gibiydi, bu başlı başına bir belirsizlik kaynağıydı. Örneğin avrokomünizmin kendini tasfiyeyle sonuçlanan macerası bu belirsizliğe verilen yanlış yanıtlarla da ilgiliydi. Kendilerini o güne kadar örgütlendikleri geleneksel işçi sınıfı kesimlerinin ötesinde bir toplumsallıkla temas halinde bulan partiler buradaki olanaklarla kendilerinden geçtiler… Ama bunun altında kaldılar: Sonuçta ne işçi sınıfı partisi olabilen ne de popülizme yerleşebilen bir ölü doğana dönüştüler. Çünkü proleter çizginin nereden geçtiğini fark edebilecekleri, siyasetin karşılarına çıkardığı bu gerçek sorunu yönetebilecekleri bir duruşa sahip değildiler. Olmadıkları için likide oldular, parçalandılar, eklemlendiler ve kendilerini sosyal demokraside yeniden keşfettiler.

İkincisi, siyaset yapmak için gerekli nedenlerin hepsi ve daha fazlası orta yerde duruyordu. Eşitlik ve özgürlük mücadelesi, sömürüye başkaldırı, emperyalizm ve daha pek çok kavga konusu elbette ki ortadan kalkmış değildi. Buna verilen ilk yanıt sınıfların varlığı ya da sınıfsal çıkarlar ile bu kavga başlıkları arasındaki açının kopuşa varacak kadar açıldığı yönünde oldu. Bu daha fazla “siyaset” anlamına geliyordu çünkü bu sefer kavga konuları kendi kitleselliklerini yaratacaktı ya da bu kitleler keşfedilecekti… Popülizmin temelinde yatan mantık kavgayı doğrudan reddetmek değildi. Aksine kavga konusunun, taleplerin yapısal kökenlerinden bağımsızlığını veri kabul etmek ve bu bağımsızlığı siyasetin temel varlık sebebi yapmaktı.

Bu ikili, yani sınıflar mücadelesinin ayağını bastığı yapısal köken (üretim ilişkileri) ile orta yerde duran talepler birbirlerinden nasıl bağımsız olabilirdi ki? Kapitalizmin çelişkileri olmadan bırakın emek meselesini tartışmayı, çevre sorunu hakkında bir iki kelime etmeniz bile mümkün olamazdı. Öte yandan bugün siyasette bir anda ortaya çıkan türlü karakteri, bunların yaratılma sürecini düşündüğünüzde, çevre ve hatta sömürü meselesinde en çok konuşanların bazı büyük kapitalistler olduğunu fark ettiğinizde bir duraklama yaşamanız kaçınılmazdır. Evet, siyasette bir inşa ve yapılandırma süreci vardır ve bugünün liderleri kullanım tarihleri dolduğunda raftan indirilmek üzere yaratılmış pazar ürünlerinden başka bir şey değildir. Halbuki bu şey neyse etki ediyor ve kendi “kitle”sini de yaratıyordur. Ortada baştan sona kurguyla anlatılması mümkün olmayan yapısal bir olanaklılık mevcuttur. Siyaset kuşkusuz bir yaratma gücü işidir. Bu sorunu gören ve bir arttıran popülist mantık, siyaseti teknik bir meseleye, salt bu yapılandırma sürecine indirgeyen son hamleyi de yapmıştır.

Oysaki sorun bu sefer de “çifte” bir hâl almamış mıdır? Birileri neden gerçekten de işçilerin hakkını savunmak gerekirken “işçilerin hakkını savunmalıyız” demektedir?

Tabii ki mesele tüm bu talep, simge, slogan ve karakterlerin hangi sınıfın hakimiyetine yaradığına karar vermekte bitmektedir. Fakat burada da bir belirsizlik mevcuttur. Zaten bu belirsizlik olmasa siyasetin varlık sebebi ortadan kalkar diyorduk. Dahası, belirsizlik olmasaydı, siyasette düşman, dost, rakip ayrımı da ortadan kalkar, sınıf siyasetini kirleten ya da düşman sınıfın proletaryaya sızma işini üstlenenler daha ortaya çıktığı anda yok olur veya sınıf siyasetinin temsilcileri tutuk kaldıkları anda siyasi ölümlerini ilan etmiş bulunurlardı.

Buradan çıkan “teknik” sonuç, siyasetin ve mücadelenin asla sadeleşmiş bir biçimde yürümediği, yürümeyeceği, tüm sınıfların ve tek tek üyelerinin baktıkları anda kavrayabilecekleri bir sabitliğin asla beklenmemesi gerektiğidir. Netleşmenin sağlandığı düşünülen her an, belirsizliğe yalnızca geçici bir süreliğine belirlenim verilmiş olan andır. Ama siyaset bir andan değil birbirlerine bağlı anlar dizisinden oluşur. Bu nedenle siyaset daimi bir şiddet işlemidir. Ve tam da bu nedenle sınıfların gözle ne kadar görünür olduğundan hep bir adım uzaktadır, belirsizliğin kendini kurduğu yerdedir. Bu durum işçi sınıfının sokakta tam bir sınıf görüntüsüyle kavga verdiği anda da, yokmuş ve yok olmuş gibi gözüktüğü anda da geçerlidir. Zaten böyle olmasaydı bir siyasi çizgi olarak sosyal demokrasiden bahsedemiyor olurduk ya da devrimci siyaseti terk edip gitmek durumunda kalırdık.

Popülizmin çıkardığı sonuç, bu teknik işlemin tek geçer kural olmasıyken ve bu kuralın kökenine ya da sonuçlarına eğilme kısmı el çabukluğuyla geçiştirilirken;3 sınıf siyasetinin çıkardığı sonuç, bu “teknik” işlemin yapısal kökenlerini ayırt etmek, belli sınırlar çizmek ve proleter çizginin hakimiyeti için kullanmaktır. Siyasette karşılaşılan hiçbir şey sabit ve net biçimde sınıflara izdüşüm yapmayacaktır. Aslında iyi ki de yapmayacaktır çünkü örneğin sınıflar arası ittifakın ya da daha somut örneğiyle Bolşeviklerin ünlü “işçi-köylü ittifakı”nın yaşam kazanması başka türlü nasıl mümkün olabilirdi ki? Öte yandan, sınıf siyaseti bu netliği durmaksızın aramanın, zorlamanın ismiydi.

Halbuki “yapısal kökenlerini ayırt etme” işlemi de “sınır çizme” ve belirsizliği “proleter çizginin hakimiyeti için kullanmak” da denkleme dökülmesi kolay işler değildir.

Sosyal demokrasinin doğum sancıları yaşadığı dönemi düşünelim. Bir işçi sınıfı partisi olan Alman Sosyaldemokrat Partisi 20. yüzyılın başında acaba bir sınıf siyaseti mi uygulamaktadır? Ya da uygulamamakta mıdır? Lenin’in Ne Yapmalı?’da RSDİP içerisindeki Ekonomist eğilimi bir siyaset türü ve oportünizm biçimi olarak mahkum ettiği satırları hatırlayalım. Sendikal mücadele sınıf siyasetinin neresinde duruyor olabilir? Sınıf siyasetindeki sınıf niteliği yalnızca toplumsal bir topluluğu veya ekonomik çıkarı mı imlemektedir? Sınıfla ilişki kurmak sınıf siyaseti için yeterli midir?

Bu sorulara kavramsal bir ayrıştırmayla yanıt verebilir ve sınıf siyaseti değil de örneğin “sosyalist siyaset” ya da “devrimci siyaset” diyebilirdik ama yine de tatmin edici bir yanıt üretmiş olmazdık. Çünkü tarih, sorunun “çifte” bir hâl aldığını her defasında gösterdiği örneklerle dolu. Yani tam da sınıf siyaseti yapıldığı düşünülen zamanda sınıf siyasetinin sınırlarının kendini başka bir çizgide yeniden kurmakta olduğu (ve dolayısıyla ya tutuk kalındığı ya da ihanet edildiği), yani bir sloganın tam da sınıfa özgü olduğunun düşünüldüğü dönemeçte işlerin tersine döndüğü örnekler… O halde belirsizliği ve belirsizliğe müdahaleyi (şiddet unsurunu) sınıf siyasetinin içerisine yerleştirmenin bir yolunu bulmalıyız.

Ama önce sınıflar mücadelesinin neden “merkezî” ya da popülizmin sevmediği bir tabirle “ayrıcalıklı” olduğuna, sonra da düşman sınıfla çarpışmanın hangi sınır hattında gerçekleştiğine açıklık kazandırmamız gerekiyor.

Sınıflar Mücadelesi Vardır, Peki Nerededir?

Her şey sınıfların nasıl tanımlanacağı sorunuyla başladı desek herhalde yanılmış olmayız. “Sınıflar ne ölçüde bir toplumsal grup teşkil eder”, “birinin sınıfsal kökeni ile sahip olduğu fikirler arasındaki açı ne ölçüde belirleyicidir”, ve giderek “maddi varlıklar, kazançlar, kültürel farklılıklar ne ölçüde sınıf yapıcı işlev üstlenir” soruları yanlış sorular elbette olamazdı. Çünkü pek çok örnekte (ve bugün) işçi sınıfı ile “tarihsel misyonu” arasında en iyi ihtimalle bir eşgüdümsüzlük var gibi gözüküyordu. Ve zaten Leninizm bu açıya verdiği yanıtlarla Leninizm olmuştu.

Bazı zamanlar söz konusu açı 180 dereceye varıyor, işçiler sağcı hatta faşist partilerin peşinde sürükleniyor, bazen savaşa, işçi kardeşlerini öldürmeye gidiyor ve bazen de açının bizatihi kendisi sınıfın toplumsal plandaki ayırt edilebilirliğini engelliyor, yani sınıfın kendisine dönerek kendi kendisini gizlemesine neden oluyordu. Sınıfın parçalılığı, mücadeledeki isteksizliği ve türlü “yokluk sorunu” aynı yere varıyordu.

Ama bunlar sınıfın yok olduğu anlamına gelmediği gibi sınıflar mücadelesinin yok olduğu anlamına da gelmiyor diyoruz. O halde önce buradaki ince noktayı ayırt etmeliyiz: Sınıflar mücadelesini toplumsal izdüşümü olmayacak biçimde ele alan, gözle görülür karakterlerin eylemlerine, tepkilerine, fikir ve duygu durumlarına bağlamayan bir teorik çabanın siyaseten verimli bir karşılığının olamayacağını belirtmeliyiz. Yani şu an karşılaştığımız pek çok toplumsal sorunu sınıflar mücadelesine ya da daha genel olarak kapitalizme bağlayıp geçmek, sınıfın bir şekilde var olduğunu ve kendine geleceğini düşünmek yeterli bir çözüm sunmuyor.

Ama bir başlangıç sunuyor.

Marx’ın büyük buluşu iki temel sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın, üretim sürecinde karşı karşıya geldiği momentte nasıl yeniden oluştuğunu göstermesiyle gerçekleşmişti. İşçinin emek gücü metasını sattığı ve kapitalizmin belirsizlik hücresine adımını attığı bu moment, sermayenin toplumsal hareketinin üretildiği temel kaynaktı. Bütün toplum devamlı olarak iki karşıt sınıfa doğru bölünüyor, bu işlem türlü karşıt etkilerle (ideolojik, kültürel, maddi kazanç vs.) bulaşıklık kazanıyor ve bazen üretime sıkıştırılamayacak momentlerdeki karşı karşıya gelişlerle pekişiyorsa da gelgitli hâl temel eğilimin varlığını ortadan kaldırmıyordu: İki temel sınıf yeniden ve yeniden ürüyordu.

Kapitalizmin sistematik ve döngüsel yapısında bu eğilimin bir sonucu olmalıydı. Kapitalizmde hiçbir eğilim (buna kâr oranlarının düşme eğilimi de dahil) kendini sistemin farklı halkalarındaki unsurlarına dokunmadan, onları da eğilimin bir yerine doğru çekiştirmeden gerçekleştiremezdi. Zaten dikkatli baktığımızda eğilim denilen şeyin ancak bir tür domino etkisiyle, dolayımlarla ilerleyen bir yapı sayesinde eğilim niteliği kazanabileceğini fark edilebilirdik.

İşte sınıfları yeniden ve yeniden oluştururken toplumsal hareketin de yeniden ve yeniden belli bir yöne doğru savrulmasını sağlayan bu eğilime proleterleşme diyoruz. Kapitalist toplumsal sistemin bir yerinde konumlanan herkes bu proleterleşme etkisinin direkt, dolayımlı ya da artçı sonuçlarıyla yüzleşiyor, motive oluyor, duygulanıyor ya da 180 derece dönüyor.

Burada maksat “sınıflar mücadelesi”nin yerine “proleterleşme”yi oturtmak değil. Amacımız, eğer sınıflar mücadelesi tarihin motoruysa ve farklı sınıfların, üzerlerine yapışan bütün kültürel, ideolojik, siyasi özellikleriyle büyük sahneyi var etmesiyse bu motora neyin güç verdiğinin farkına varmak, itkinin gerçekleştiği o kritik momenti yakalamak. Bu momentin proleterleşme olduğunu söylüyoruz. O halde proleterleşmeyi “proletere dönüşme” anına indirgeme hatasına da düşmemeliyiz. Bu aşamada bıraktığımızda sayısız bağlantıya sahip olan proleterleşme sürecini bütün zenginliğinden yoksun bırakmış oluruz. Zaten öteki türlüsü, zamanında 2. Enternasyonal Marksizminin düştüğü hataya, yani proleterleşmenin bir şekilde toplumsal hareketliliği net iki kampa ayıracağı ve nesnelliğin önümüzü açacağı bekleyişine kapı aralardı.

Ne kastediyoruz zengin bağlantılar, domino etkisi ya da dolayım derken? Proleterleşme, örneğin Suriyeli işçilerin Türkiye işçi sınıfının en yoksul bölmesinde yerini almasından, oradaki yoksullaşma/zenginleşme öyküsünden ibaret değil; aynı zamanda, bu öykünün sayısız ileri ve geri bağlantılarından oluşan daha büyük bir öyküyü ifade ediyor: Proleterleşme, binlerce göçmen işçiye ihtiyacı bulunan Türkiye kapitalizminin Türkiye’yi yönetenleri basınç altında bırakmasını; siyasi iktidarın Türkiye sermaye sınıfının iştahını tatmin edebilmek için gözünü sınır dışına dikmesini, buradan “Güçlü Türkiye” imajı çıkarmaya çalışmasını ve öte yandan yedek işgücü ordusunu büyütmesini ve bu sayede işçi sınıfını daha büyük bir yoksullaşmaya sürüklemesini ifade ediyor. Proleterleşme iki sınıfın karşıt olarak birbirine doğduğu anın kıtalar ve takvimler aştıktan sonra bu karşıtlığın yeniden üretildiği ana geri dönmesi demek.

Tüm bu silsilenin yarattığı sonuçlar açık değil mi? Göçmen sorunu, ırkçılık, milliyetçilik, insan hakları ve hatta kadın sorunu dahil sayısız başlık bu silsilenin doğrudan ya da dolaylı ürünleri değil mi? Bu silsilenin, benzer başka silsilelerle üstü üste binmesi, onları bazen güçlendirmesi bazen nötrlemesi ya da yönünü değiştirmesi, birbirlerinden ayrıştırılamaz hale getirmesi mekanizmanın ilk itki anını görmemize engel olmamalı. Zaten Marksizmin alametifarikası, bu karmaşık ilişkiler toplamını çözümlemek ve bazılarının önünü kesmek, bazılarınaysa güç vermek ve bir strateji doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak değil mi? O halde başlangıç noktasının iyi tayin edilmesi gerekiyor.

Sınıflar, kalbi proleterleşme anında atan bu büyük dolaşım sisteminin içerisinde oluşuyor, devamlı ve devamlı şekil değiştiriyor. Bu nedenle, sınıfların toplumsal varlığı bu varlık ne kadar parçalı ya da gözle görülemeyecek durumda olsa da tekil karakterlerin toplamının ötesini ifade ediyor. Sınıflar, başka bir deyişle, zaten ancak bu zengin siyasal ve ideolojik süreçlerin içerisinde görüntü kazanabiliyor.

Tam da burada bir sadeleşmeye veya odaklanmaya ihtiyaç duyuyoruz: Sınıfın oluşumuna etki eden bu değişken ve katmanlı süreç ancak başka bir sınıfla karşı karşıya gelmesinin ürünü olarak kavranıldığında tam olarak anlaşılabilir.

Sınıflar mücadelesi farklı sınıf ve katmanların karmaşık hareketidir ve toplumsal hareketin bütünü bu bakış açısı olmadan yerli yerine oturtulamaz diyoruz. Halbuki sınıfların toplumsal görünürlüğü ile gerçek çıkarları arasındaki açı bütün resmi karmaşıklaştıran problemin kaynağıdır da diyoruz. Bu açının sınıfsal bağlantıyı tamamen kopardığını, talepleri öne çıkardığını, siyaset denilen şeyin bu karmaşık sirkülasyon içerisinde taleplerde yoğunlaşan bir “kitle yaratma” işi olduğunu popülizm söylüyor.

Peki biz ne söylüyoruz?

Biz, ayağını maddi kökenine, yani proleterleşme momentine yaslamayan hiçbir teoriden ayakları yere basan bir siyaset çıkmayacağını söylüyoruz. Sınıfların mücadelesinin yarattığı siyaset arenasında ayakların yere basmaması düşmek anlamına gelmiyor yalnızca. Egemen sınıfın şamar oğlanı olmak anlamına da geliyor.

O halde bir sınır çekilmesi gerekiyor. Bu sınır iki temel sınıfın doğduğu ve ancak karşı karşıya gelerek doğduğu temel andan başlayan ve iki temel sınıfın bir türlü karşı karşıya gelemediği, karşı karşıya gelişin silikleştiği diğer anlar dizisine uzanan bir hat üzerinde ilerliyor. Buradan çıkan en basit sonuç, böyle bir sınır çizgisinin daha ilk anda delik deşik olacağı ise, diğer çarpıcı sonuç da kavgayı ancak bu sınırı referans alarak verebileceğimizdir. Demek ki iki temel sınıfın karşı karşıya gelişini aramayan, sınır netleştirme hamlesini temel almayan hiçbir “siyaset tekniği”, bütün o “siyaset yapıyor” görüntüsüne rağmen iki temel sınıftan birinin safına sürüklenmekten kurtulamayacaktır.

Peki kimin nereye sürüklendiğinin ayrımına nasıl karar veriyoruz? Dahası, iki temel sınıfın ötesinde, farklı sınıf ve katmanlar bu sınırın neresine denk düşüyor?

Sınıfın Hakimiyeti ve Sınıf İttifakları

Bolşeviklerin zafer anına geri dönüyoruz.

Ayaklanmanın zamanlamasına karar verilen an iki sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın hakimiyet arayışının kafa kafaya geldiği andır. Ama bu an aynı zamanda belirsizliğin maksimum olduğu momentin ta kendisidir. “Erken” ile “geç” olanın ayrımı devrimci siyasette şiddetin aslî unsurunun ne olacağına karar vermenin anahtarını sunmuştur. Bütün güç bu belirsizlik anını belirlemek, proletaryanın hakimiyet projesini zafere taşımak için kullanılmıştır. Devlet iktidarının içerisine düştüğü sınıfsal belirsizliğe son verilmiş ve avantaj burjuva projenin tüm kalıntılarını tek tek temizlemek için değerlendirilmiştir.

Peki bu noktaya nasıl gelinmiştir?

Rusya’yı devrime taşıyan süreç aslen iki projenin karşılıklı savaşının ürünüdür. Rusya’nın temel sorunu Çar’dan kurtulmak iken de, “barış mı savaş mı?” denklemine sonuç üretirken de bu iki proje savaş içerisindedir. Burjuva ve proleter projelerin aktörleri bu sorulardan kaçınmamış, bu sorular ile kendi hakimiyet planları arasındaki açıyı değerlendirmiş ve verilen yanıtlar da bu değerlendirmelerin ürünü olmuştur. Devrim, nesnel dinamiklerin ürünü olduğu kadar, Rusya’nın sorunlarına verilen yanıtların gelecekteki nihai hamleye zemin hazırladığı bir siyasal-ideolojik savaşın sonucu olarak da şekillenmiştir.

Bolşevikler, daha RSDİP kurulduğu andan itibaren proleter projeyi gerçekleştirmek üzere yola koyulmuştur. Ama proletaryaya bir projede yer veren tek siyasi çizgi Bolşevikler değildir. Rusya’da Legal Marksistler, Menşevikler ve hatta Ekonomistler proletaryayı bazen Rusya’nın demokratikleştirilmesi bazen işçi sınıfının haklar elde etmesi ve bazen de, daha somut biçimde, Rusya’nın Çarlık’tan kurtulması hedefinin ana unsuru olarak konumlandırmışlardır. Halbuki üçünde de proletarya sadece bir unsur olmuş, bağımsız bir projeyle donatılmamış, burjuvazide var olmayan enerjinin tamamlayıcısı olarak arkadan ittirici bir görevle işlevlendirilmiştir. Bu anlamda Bolşeviklerin projesini ayrıksı kılan şey, Bolşevik projenin düşman sınıfın projesiyle kavga vermek üzere şekillenmiş, düşman sınıfın aktörlüğünü yapanlarla mücadele içerisinde olgunlaşmış bir proje olmasıdır.

Bu farklılık, stratejiyi baştan aşağıya değiştiren, siyasetin nasıl yapılacağına radikal biçimde etki eden temel faktördür. Bu radikalliğin en çarpıcı sonucu 1917 Şubat’ını Ekim’ine bağlayan süreçte görülmemiş midir? Belirsizliğin kendini yeniden kurduğu her uğrakta proleter çizgi de kendini netleştirmenin yeni yollarını keşfetmek zorunda kalmıştır. Devrimin burjuva çizgiye hapis mi kalacağı yoksa sosyalist karakter mi kazanacağı sorusu çizginin nereden geçmekte olduğunu sürekli takip eden, proletaryayı sürüklenmekten alıkoyan bir yaklaşım sonucunda yanıta bağlanabilmiştir. Bolşeviklerin projesi elbette bir sosyalizm projesidir ama burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirmemiş olduğu koşullarda bile proletaryanın bu sınıf düşmanına nasıl üstün gelebileceğinin yanıtlarından oluşan bir iktidar projesidir.

O halde, nasıl “iktisadi düzeyde” işçi sınıfı ancak burjuvaziyle çıkar çatışmasından filizleniyorsa ve proleterleşme bu uğrağın yaratıcı momentiyse, işçi sınıfını toplumsal arenada yaratmanın, onu sınıf olarak inşa etmenin yolu da sınıfın karşıt sınıfını görebilmesinden geçmektedir. Can alıcı nokta, karşıt sınıfın bir şekilde görünmez hale gelmesi, taleplerin ve sloganların ise bu görünmezliğe hem son vermenin hem de onu katlamanın aracı olarak işlevlenebilmesindedir. Unutmayalım, popülizmi ve onun siyasi çizgisi diyebileceğimiz radikal demokrasiyi iddialı yapan şey siyasi-ideolojik kavganın bu “çifte” yönüdür. Ama aynı belirsizlik türlü popülist projeyi burjuvazinin “çifte”sine dönüştürmenin etkili bir aracı da kılmaktadır. Radikal demokrasi bir tür iktidardan kaçış projesi olduğu, iktidarı sınıfsal olarak adreslemediği, sınıfsal çizgiyi siyasetin temel ayracı yapmadığı ölçüde burjuva projenin bir enstrümanı ya da doğrudan kendisi olmuştur.

Sınıf siyaseti belirsizliği yok saydığı anda siyaset yapmaktan vazgeçmiş ya da daha önce ifade ettiğimiz şekliyle tutuk kalmış olurken, belirsizlikte istediği gibi top koşturabileceğini düşündüğünde de sınır ayrımlarının üzerinden atlama tehlikesine düşmüş ve aslında yine tutuk kalmış ve düşman sınıfın projesinin sızmasına kapı aralamış olur. Demek ki sınıf siyaseti şiddetin aslî unsurunun ne olduğu, şiddetin ne zaman, nasıl, nereye ve ne süreyle uygulanacağı sorusuna yanıt aradığı gibi şiddeti uygulayan ile şiddet uyguladığı unsurlar arasındaki dinamik ilişkiyi de yönetmek ve kontrol etmek durumundadır. Kapitalist düzen belirsizlikten beslenir ve belirsizlik onun zayıf karnıdır diyoruz. Ama kapitalist düzenin ve burjuva siyaset kurumunun herkese sınırsız belirleme hakkı sunmadığının da altını çizmemiz gerekiyor.

O halde, sınıf siyaseti belirsizlik momentini toplumsal-siyasal dönemeçlerin her birinde karşıt sınıfı netleştirmek, avantajı onun elinden almak, farklı sınıf ve katmanları düşman sınıfla kavgaya çekmek için kullanabildiği ölçüde proletaryanın hakimiyetini tesis eder, sosyalizmin iktidar projesinin önünü açar. Bolşeviklerin başarısı, siyaset anlayışlarının içerisine karşıt projenin aktörlerini de büyük bir kesinlikle yerleştirebilmelerinden geçer. Lenin’in her kritik dönemeçte bu kadar isabetli karar verebilmiş olmasının nedenini herhalde siyaseti iki sınıfın savaştığı ama aktörler üzerinden savaştığı bir zeminde kavrayabilme becerisinde aramalıyız.

Özetle siyaset, aktörler arası mücadelenin objektif bir anlam kazandığı, yani sınıflar mücadelesi ekseninde bir yere yerleştiği dinamik sürecin ismidir diyebiliriz. Öte yandan Bolşeviklerin projesi, sınıf hattının nereden geçtiğine her dönemeçte yeniden karar vermeden, bu sınır hattından kimlerin sızdığına ve bunlarla nasıl mücadele edileceğine her seferinde yeniden yanıt üretmeden işleyebilecek bir proje olamazdı. Talepler ve sloganlar yalnızca karşıt sınıfın projesine karşı değil, bu sızma girişimlerine karşı verilen mücadeleyle de şekilleniyor, “şiddete maruz bırakılıyordu”.

Rusya’da burjuvazinin göreli zayıflığı bazı açılardan avantaj yaratsa da bu avantaj sosyalizmin içinden çıkan ve sınırı delik deşik eden unsurlar yüzünden her defasında zarar görüyordu. Bolşeviklerin daha en başından beri Menşevikler ve Sosyalist Revolüsyonerler ile yürüttükleri sıkı mücadele, ancak sekterlikle açıklanamayacak bir uyanıklığın ürünü olabilirdi. İki sınıf arasındaki sınırlar fazla belirsiz hale geldiğinde, bir başka deyişle talepler ve sloganlar o ya da bu biçimde ama objektif olarak düşman sınıfın hakimiyet projesine hizmet eder konuma düştüğünde Bolşevikler de sınırları netleştirme, talepleri ve sloganları tahkim etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu tahkimat bazen formülasyon değiştirme, bazen zamanlamayla oynama, bazen geri çekme ve bazen de ileri sürme biçiminde gerçekleşmiş, ama bu taktik adımların hepsi ana stratejik doğrultunun, proleter projenin hakim kılınması perspektifinin ürünleri olmuştur.

Şurası açık ki Bolşevikler belirsizliği veri kabul ediyorlar ama bu belirsizliği kendi sınıf projelerinin hakimiyeti için belirlemeye çabalıyorlardı. Öte yandan bu belirleme işlemi havada uçuşan ve yere düşmeyen bir takım taleplerin hangi aktörün elinde kalacağı türünden bir fotoğrafı da yansıtmamalı. Farklı toplumsal kesimler ve daha net bir ifade ile farklı sınıflar bu taleplerin bir yerine dokunuyor, onlar sayesinde şekil alıyor ve iki sınıftan birinin projesine doğru çekilme olanağına kavuşuyordu.

Rusya’da köylülüğün, neden proleter projenin ana ittifak bileşeni olduğu çok açık gibi gelebilir: Rusya’nın devasa topraklarında devasa bir köylülük varken, bu köylülüğün ne olduğunu ve ne olabileceğini stratejinin bir yerine yerleştirmeden ne devrimden ne de hayatta kalabilmekten söz etmek mümkündü. Bu o kadar böyleydi ki Rusya’da devrimin kaderi bazı açılardan Avrupa’daki devrime bağlanıyordu. Köylülük Rusya’nın içine girdiği değişim sürecinde bir yandan parçalanma ve proleterleşme eğilimi gösteriyor ancak bir yandan da bütünlüğünü korurken kendi içinde bir savaşın gelecekteki meyvelerini hissettiriyordu. Ve köylülüğü bir ittifak bileşeni yapan nitelik tam da bu sonuncusuydu. Rus köylülüğü bir yandan büyük toprak sahipleriyle bir yandan da savaşın ve Çarlık yönetiminin yönetememesinin yıkıcı etkileriyle kavgaya girişirken bir dinamizm ortaya koyuyor, bu dinamizm burjuvazinin hakimiyet projesini yalnız bırakmanın, ona güç uygulamanın ve nihayet bu gücün iktidarı ele geçirmesinin olanaklarını yaratmış oluyordu.

Demek ki Rusya’da köylülük ne sadece toplumsal bir katman ve öbek olma konumu itibariyle ne de sadece toprak ve barış taleplerinin şekil vermesiyle bir sınıf haline geliyordu. Bunlara eklenen en önemli nitelik, köylülüğün büyük toprak sahiplerine karşı kavga azmi ve devrimci bir potansiyele sahip olduğunu göstermesiydi. Devrimin kaderini belirleyen talepler havada yer değiştirmiyor, toprağa kendi başına da düşmüyor ama Bolşeviklerin maharetiyle hizaya çekiliyordu. Yani sadece toprak ya da barış talebi değil, bu bütünün kendisi bir “sınıf yaratıyor” ve ittifak şekillendiriyordu.

Bolşeviklerin marifetlerini ve Lenin’in dehasını ortaya koyduğu yer, “ittifak” sözcüğünde başlayıp biten bir yan yana gelişin değil, son derece stratejik bir yaklaşımın, burjuvaziyi iktidar kavgasından kovma perspektifinin sınırları çizdiği yerdi. Köylülüğün toplumsal-maddi süreçlerdeki varlığı, verili “görünürlüğü” bir bilgiyse, somut durumun somut çözümlemesi sonucu anlaşılabilen dinamizmi de bu perspektifin olmazsa olmazıydı.

Demek ki siyasetin iki temel “teknik” kuralı, sınıf perspektifinden anlamlanıyordu. Düşmanı yalnız bırakma ve dost cephesini büyütme, iki sınıftan hangisinin hakimiyetinin tesis edileceğine göre içerik kazanıyordu. Dost cephesini büyüttüğünüzü düşünürken yanılabilir, yani belirlediğinizi varsayarken belirlenebilir ya da başkalarının belirsizliği fırsata çevirmesi karşısında tuzağa düşebilirdiniz.

Lenin’in “objektif olarak burjuvaziye hizmet” ediyor dediği her talep ve her karakter bunların sınıfsal ve sınıfsal olanın da toplumsal izdüşümleri incelenerek (ve sezilerek) yargıya tâbi tutuluyordu. Burada Bolşeviklerin Leninizmde somutlanan siyaset ve örgüt anlayışları, yıllara yayılan mücadele deneyimleri, geride bırakılan devrimci dönem, hepsi rol oynadı.

Türkiye’de Neyi Aramalıyız?

Bolşeviklerin başarısı için yukarıda dile getirdiğimiz kriterler bugün Türkiye için de geçerli. Halbuki bugünün Türkiye’sinde zamanının Rusya’sındaki gibi bir “köylülük sorunu”ndan bahsedemiyoruz. Bahsedebildiğimiz ise benzer bir “geriden gelme sorunu”na Türkiye’de de rastlıyor olmamızdır. Peki ne anlamalıyız bu geriden gelme sorunundan?

İdeal kapitalist gelişim hikayesini bir kenara bırakacak olursak, Rusya’da da Türkiye’de de karşımıza çıkan, oyuna sonradan dahil olma, hem bunun avantajlarıyla hem de sancılarıyla yüzleşmek zorunda kalma zorunluluğudur. Bu durum, örneğin Rusya’da Almanya’dakinden “daha az gelişmiş” bir işçi sınıfı yaratırken hem işçi sınıfını iki merkezde toplayan hem de Avrupa’daki benzerlerinden çok daha radikal bir burjuva entelijansiyanın varlığına neden olan dinamikleri beslemiştir. Geriden gelme, Rus kapitalizminin kaynak ihtiyacını İngiliz ve Fransız bankalarına muhtaç bırakırken Rusya’yı Avrupa için vazgeçilmez kılacak sistematik bağları da örmüştür. İşçi sınıfının önüne daha “zorlu” bir siyasal özgürlük sorunu çıkartırken burjuvazinin bu soruna vereceği yanıtlarına daha “kolay” meydan okuyabilmenin yollarını da yaratmıştır. Bolşevikler bu avantajların hiçbirini değerlendirmekten geri durmamışlardır.

Ama dediğimiz gibi, ideal kapitalist gelişim diye bir şey olamayacağı, proleterleşme ideal bir netlik asla sunmayacağı için neyin “daha az gelişmiş” neyin “zorlu” ve neyin “kolay” olduğu da her zaman göreli olacaktır. Aynısı Türkiye için de geçerlidir.

Türkiye Avrupa için ifade ettiği anlam itibariyle ne kolay gözden çıkarılabilir ne de etkileri izole edilebilir bir ülkedir. Türkiye ekonomisi hatırı sayılır bir büyüklüğe erişmiştir ama bu büyüklük her açıdan risklerle doludur. Türkiye parçalı ve örgütsüz bir işçi sınıfına sahip olmasına rağmen genç ve eğitimli bir nüfusa ev sahipliği yapmaktadır ve bu nedenle hem geriden gelmenin avantajını hem de dezavantajını yaşamaktadır. Ama avantaj ve dezavantaj hangi sınıfın projesinden baktığınıza göre değişir.

Sınıfın sendikal örgütlülüğü kendi başına bir “sınıf bilinci” göstergesi sunmadığı gibi, verili durgunluğu da gelecekte bir patlamanın oluşmayacağı anlamına gelmiyor. Ama zaten devrimci perspektif sadece kitlelerin verili dinamizmine odaklanarak yaratılamaz. Yönetenlerin ve daha somut olarak burjuvazinin projesinin ne olduğu ve ne olamayacağını değerlendirmek devrimci perspektifin olmazsa olmazıdır. Yani yukarıda Bolşevikler için söylediğimiz gibi, proleter alternatif ancak düşman sınıfın projesiyle kavga vermek yoluyla şekillenebilir. Ve bu sonuncusu sınıfı dinamik hale getirmenin yollarını da sunabilir. Devrimci hareket Türkiye’nin içine sıkıştırıldığı burjuva ittifaklar sisteminin boşluklarını değerlendirdikçe bağımsız proleter çizginin geniş kitlelere açılabilmesinin koşullarını da yaratabilecektir.

Türkiye giderek büyüyen riskler altında belirsizliğe kısa dönemli araların verilmeye çalışıldığı bir ülke haline dönüştükçe sınıfsal hareketlilikler de bundan elbette etkilenecektir. Bu serüven esas itibariyle Haziran Direnişi’nde başlamıştır.

Türkiye’yi Haziran Direnişi’ne götüren dinamikler ve Haziran Direnişi’nin verileri Türkiye’deki olası bir toplumsal hareketliliğin neye benzeyebileceği konusunda hâlâ en önemli bilgi kaynağını oluşturuyor. Önemli noktalardan biri Türkiye burjuvazisinin bugünkü projesinin Haziran Direnişi itibariyle şekillenmeye başlamasıysa diğeri de Türkiye’de proletaryanın dost kuvvetleri hangi mekanizmalarla sürükleyebileceğine dair Haziran Direnişi’nin en güncel ve kapsamlı örneği sunuyor olmasıdır.

Haziran Direnişi’ndeki enerjinin doğrudan sınıfsal bir görüntü verdiğini herhalde kimse düşünmüyordur. İşçi sınıfının geleneksel örgütlenmelerinin, en azından o güne dek bazı sınıfsal karşı karşıya geliş örnekleri göstermiş olmasına rağmen, Haziran Direnişi boyunca neredeyse hiçbir şey yapmamış olması da elbette bir veridir. Ama Haziran Direnişi’nin bir orta sınıf ayaklanması olmadığı da açıktır. O halde, Haziran Direnişi’nin ağırlıklı emekçi kitlesi bir şekilde karmaşık toplumsal ve sınıfsal kesimleri yan yana getirmiştir. Peki ama bu nasıl olmuştur?

Eğitimli, kalifiye, güvencesiz ya da başka bir şey ama emekçi toplamın emekçi olmalarından kaynaklı sınıfsal çıkarları ile Haziran Direnişi’nin talepleri arasında belli bir açının varlığı olmadan, enerjinin bu ölçekte toplumsallaşmasının da mümkün olmayacağını bilmemiz gerekir. Bu açı bir toplumsal hareket yaratabilmenin olmazsa olmazıydı. Peki bu açının somutlaştığı talepler her niyete yenebilir miydi? Ya da popülizmin veya radikal demokrasinin anladığı şekliyle “sınıflardan bağımsız” farklı talepleri eşit düzlemde birleştiren bir üst talep mümkün müydü? “Hükümet İstifa” sloganı ve Erdoğan’da cisimleşen öfke çevre, kimlik, özgürlük ve Haziran Direnişi’nde görülen sayısız “rengi” birleştiren ana unsur mu olmuştu?

Yazının başından itibaren bu soruya Haziran Direnişi’nin kitlesinde başlayıp bitecek bir sorgulamayla yanıt verilemeyeceğini söylemeye çalıştık. Çünkü sınıfın kendini toplumsal planda kurmasının tek yolu karşıt sınıfı görmesinden geçiyordu. Projesiyle, aktörleriyle ve hamleleriyle… İşçi sınıfı hem kendini hem de diğer sınıfları ancak karşıt sınıfla olan kavgası ölçüsünde kurabiliyor ve ittifaka dahil edebiliyordu. Ve burada belirleyici olan iki şeyden biri karşıt sınıfken diğeri de mücadele azminin seviyesiydi. “Hükümet İstifa” sloganının Türkiye burjuvazisini korkutmamasının nedeni de burada yatıyordu. Türkiye burjuvazisi korkmak bir yana mevcut hareketliliği Erdoğan’ı dizginleme ve hatta alternatifini yaratma işi için kanalize etmenin yoluna bakıyordu. Burjuvazinin projesi buydu.

Ama burjuvazi ortalıkta yoktu. Burjuvazi yalnız Divan Otel’in kapısını açarken değil, kendi projesini arka planda güçlendirirken ve devletin farklı bölmelerindeki organizasyonu takip ederken de kendi varlığını ustalıkla gizlediğini ispat etmiş oluyordu. Burjuvazi için asıl tehdit unsuru doğrudan kendisine yönelecek bir hamlenin ortaya çıkması olabilirdi. Bu bir işçi hareketliliğinin toplumsal gövdesi itibariyle meydana inmesi biçiminde gerçekleşebilirdi ya da direnişin manipüle edilmesinde sorun yaşanması, direncinin kırılamaması ve toplumsal hafızaya pozitif bir işaretle işlenmesi sonucunda da. Bu alternatiflerden ikincisi işledi. “Gezi”nin talepleri, simgeleri, slogan ve karakterleri burjuvazinin hakimiyet projesinin enstrümanına dönüşemedi. Düşman sınıfın hamlelerine engel koyan öznel ve nesnel etmenler Haziran Direnişi’nin emekçi karakteri ile talepleri arasındaki açıya sınır koyan bir basınç yaratmıştı. Bu sınır bir proleter projeye şekil vermedi ama geleceğe pozitif bir işaret bıraktı. Erdoğan da bu ikinci alternatifin işlemesi için elinden geleni yaptı…

Halbuki Haziran Direnişi’nin pozitif işaretinin fazla görünür olması burjuva siyaset kurumunu ve daha genel olarak burjuvazinin projesini tehdit ediyordu. Siyasetin seçim ve parlamentoya sıkışmaktan kurtarılması, sokağın ve kolektif hareketin varlığı, dayanışmanın ve direnişin güçlenmesi istenmiyordu. Laikliğin, yurtseverliğin ve özgürlüğün ise derhal sulandırılması gerekiyordu… Haziran Direnişi’den bugüne uzanan bütün manevralar Erdoğan’a alternatif bir projenin şekillendirilmesi için olduğu kadar işte bu pozitif işaretin yok edilmesi ve halkın büyük bir yoksunluğa ve çaresizliğe hapsedilmesi için de gerçekleştirildi. Bunu gerçekleştiren sınıfa sermaye sınıfı ve bu burjuva siyaset kurumuna da Cumhur ve Millet İttifakı kardeşliği ismini veriyoruz. Projenin ne olduğuysa ortada…

Öte yandan yoksunluğa bir de yoksulluk eklendi.

Radikal yoksulluk proleterleşmenin işçileşme boyutundan ibaret değildi. Evet, kentli küçük burjuvazinin bir bölümü üretim araçlarından yoksunlaştıkça işçi sınıfının saflarını doldurmaya başladı. Kapanan dükkanlar, işgücüne dahil olan aile fertleri, ağır borçluluk sarmalından çıkamayan esnaf.. Ama dahası vardı: Mülksüzleşme ve servet transferi dinamikleri harekete geçtikçe “Türkiye’nin geçici bolluğu”nun keyfini süren orta sınıflar da maddi gerçeklikle yüzleşmek durumunda kalmaya başladılar. Asgari ücret yaygınlaştıkça emekçileri katmanlara bölen “maaş etkisi” de güç kaybetmeye başladı. Bu kapsamlı süreç odak noktası “güvence” arayışı olan bir durgunluğa bağlanmış gibi gözüküyor.

Öte yandan, sürecin yansıması adaletsizliğin herkesi kesen bir motif olarak yükselmesidir. “Gezi”de burjuva sınıfını göremeyenler hatta burjuvazinin kendisi adına konuşma görevini üstlenenler bugün bazı sınırlara çarptılar. Radikal yoksullaşma sınıfsal ayrımları silikleştiren kültürel pratikleri aşındırmaktadır. Üstelik geçmişteki örgüt alerjisi, etkisini bugün önemli ölçüde kaybetmiş durumdadır da. Bu hem sayılar hem de proleter projenin kapsama alanına girme olanağı itibariyle bir sınıf ittifakı demektir. Normalde böyle sert bir düşüşün laiklik ve yurtseverlik gibi güç noktalarıyla buluşarak patlamaya evrilmesi beklenir. Ancak 8-9 sene boyunca gerçekleşenler sinirleriyle oynanan bir toplumun uzandığında bulabileceği ilk şeye sarılmasına neden oluyor: Güvence.

Halbuki ne Türkiye kapitalizminin olanakları ne de burjuvazinin farklı alternatifleri geniş emekçi kitleler için bu güvenceyi sunabilecek durumdadır. O halde proleterleşmenin bu sonucunu veri almak ve bu düzende kendine güvence bulamayan belli bir toplamı bir alternatifin toplumsal ayağı yapmak durumundayız. Burada alınan yol proleter projenin geleceğini de belirleyecektir. Ama bu projenin toplumsallaşması proleter rengin netleşmesine bağlı olduğu kadar diğer sınıfların bir ittifak ögesine dönüştürülmesine de bağlıdır. Buradaki mesafe de burjuvaziyle yüzleşmenin farklı açılardan olanaklarını da sunacaktır.

Elde edilecek mevziler geleceğin taleplerini başka projeye kaptırmamak için de gereklidir. Ama bunun için de düşman sınıfın kendisini gizlemesine izin vermeyecek bir netliğe ihtiyaç bulunmaktadır. Proletaryanın dostlarının kimlerden oluşacağı, kimlerin devrimci dinamizme sahip olduğuna bağlı olduğu kadar ortak düşmanla aralarındaki sınırın netleştirilmesine de bağlıdır.

  • 1. Bu sözler Shakespeare’in Macbeth’inde Banquo’nun ağzından çıkar. Banquo öldürülür ama hayaleti dolaşmaya devam eder. Banquo’nun tahtı ele geçirebilmesi için önce ölmesi gerekmiştir…
  • 2. Lenin, “İkili İktidar”, Devrime Doğru içinde, Yazılama Yay. Çeviren: Alper Birdal, 2018, s.189.
  • 3. Laclau bütün eserlerinde, ama özellikle de iki temel kitabı Hegemonya ve Sosyalist Strateji ile Popülist Akıl Üzerine’de, baştan sona ileri sürdüğü argümanlarla bu el çabukluğunu fiilen gerçekleştiriyor. Laclau’nun söylediği her şeyin yanlış olduğu gibi bir kanaat oluşmamalı ama popülizmin en önemli teorisyeninin söyleyebildiği tek şeyin “siyaset gereklidir”e varması büyük bir handikap. Üstelik Laclau’nun, popülist mantığının bu yanına işaret edenlere verdiği yanıtlar handikapı ikiye katlar nitelikte: bkz. Ernesto Laclau, On Populist Reason, Verso, 2018.