Kadınlar pandemi döneminde konumlarını onlarca yıl geriye götüren koşullara razı olmayacak. Kaybettikleri haklarını geri almakla ve eski “normal”lerine dönmekle yetinmeyip tüm dünyayı kazanacak.

Pandemi ve kadınlar

Gelenek sayfalarında COVİD-19 pandemisi bilim insanlarından hukukuna, ekonomisinden komünist hareketine kadar pek çok açıdan ele alındı. Kadınlar açısından ise peyderpey farklı yayınlarda ele alınan pandemi aklımızın ve bedenimizin her hücresine kazındı. Yine de pandeminin 2020’de kalmadığı, 2021 yılına da damgasını vuracağını düşünürsek bu konuya Gelenek sayfalarında da yer vermek tarihe not düşmek açısından yararlı olacaktır. Bu nedenle öncelikle o çok iyi özümsediğimiz pandeminin kadınlar üzerindeki etkilerini verilerle ele alarak başlayacağım bu yazıya.

Veriler ne söylüyor?

Bir yandan pandeminin hem sosyal hem de ekonomik olarak kötü giden her şeyin sorumlusu olduğu algısını, diğer yandan dünyanın artık felaketlerden kurtulamayacağı kötümserliğini güçlendiren pandemi kadınlar açısından verilerle değerlendirildiğinde ilk bakışta çelişkili şeyler söylüyor gibi görünüyor.

Gerçekten de salgına bağlı vaka ve ölüm sayılarını takip etmekten usanıp göz ucuyla aşılanan kişi sayısını takip etmeye başladığımız şu günlerde artık biliyoruz ki salgında vaka sayısı açısından cinsiyetler arasında kabaca bir eşitlik söz konusu. Ancak bu eşitlik COVİD-19 nedeniyle hastaneye ve yoğun bakım ünitesine yatırılan ve ölen kadın sayısının daha düşük olması ile kadınlar lehine bozuluyor. COVİD-19 bildirimlerinde cinsiyet dağılımı yapan ülkelerin verileri kullanılarak güncellenen Global Health 50/50 raporu, her 10 kadına karşılık 8 erkeğe test yapıldığını, 10 erkeğin hasta olduğunu, 11 erkeğin hastaneye, 20 erkeğin yoğun bakım ünitesine yatırıldığını, 13 erkeğin ise öldüğünü saptıyor.1 Verilerdeki asimetri bununla da sınırlı değil. Toplumsal temasın daha fazla olduğu iş kollarında (marketler, yemek sektörü, müşteri karşılama vb.) daha çok kadınlar çalışıyor olmasına, en riskli sektör olan sağlık hizmetinde işgücünün %70’ini kadınların oluşturmasına ve yaşlı nüfusun içerisinde kadınların sayısının daha fazla olmasına rağmen hastalık açısından kadınlar lehine olan durum değişmiyor. Bu durumu kadınların bağışıklıklarının daha güçlü olması, hayatta kalma dirençlerinin fazlalığı, kadınlarda iki adet bulunan X kromozomunun ve hormonların gücü gibi biyolojik faktörlere bağlayanlar da, kadınların daha titiz olması, erkeklerin daha çok risk alması gibi davranış ve yaşam tarzı tercihlerine de bağlayanlar oldu. Elbette sadece birer hipotez olan bu iddiaların kanıtlanması için kapsamlı çalışmalara gereksinim var. Ama bunlardan önce COVİD-19 ve benzeri pek çok enfeksiyon hastalığı için biyolojik parametrelerin değil, sosyal ve sınıfsal parametrelerin belirleyiciliği olduğunun defalarca çalışmalarla kanıtlandığını başa yazmak gerekiyor.

Gerçekten de COVİD-19 hastalığının şiddetini arttıran kronik hastalıklar yoksul emekçi halkta, göçmenlerde, evsizlerde vb. daha çok görülüyor. Nitekim bazı bilim insanları ve yazarlar bu nedenle salgını pandemi değil, sindemi olarak tanımlamak gerektiği üzerinde duruyor. Sindemi kavramı sinerji ve pandemi kavramlarının bir araya gelmesiyle oluşturulmuş ve iki hastalığın birbiri ile etkileşmesi ile ikisinin toplamından daha büyük bir zararın ortaya çıktığı anlamına geliyor. COVİD-19 gibi salgınlar söz konusu olduğunda salgının mutlaka toplumsal eşitsizliklerle birlikte ele alınması gerektiğine, derinleşen eşitsizliklerin ve yoksulluğun COVİD-19’un çok daha ağır seyretmesine neden olduğuna işaret ediliyor. Bu da salgının tek başına biyomedikal çözümlerle geride bırakılamayacağı anlamına geliyor.

Özetle, yukarıdaki bulgulara rağmen pandeminin kadınları erkeklerden daha az etkilediği sonucunu çıkarmamız mümkün olamıyor. Zira sadece onlarca uluslararası kurum raporu değil, her gün işimizde, mahallemizde, markette, alışverişte tanık olduklarımız ve kendi deneyimlerimiz pandeminin kadınların sağlığından fazlasını, hayatlarının tamamını çeşitli açılardan olumsuz etkilediğini gösteriyor.

İşsizlik ve yoksulluk

Yazıya ekonomik parametrelerle devam edelim. Dünya Çalışma Örgütü (ILO), 2020 itibarıyla 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır küresel krizin içinde bulunduğumuza işaret ediyor. Ocak 2021 COVİD-19 izleme raporunda2 sadece işsizlik rakamlarının pandeminin işgücü piyasası üzerindeki etkisini yeterince iyi yansıtmadığını, bu nedenle kayıp çalışma sürelerine bakılması gerektiğini söylüyor. Bu rapora göre 2020’de önceki yıla göre %8,8 oranında (225 milyon işlik) çalışma süresi kaybı oldu. Bu oranın 2009 kriz dönemindeki kayıptan bile dört kat fazla olduğu belirtiliyor. Çalışma süresindeki bu kaybın yarısı doğrudan istihdam kaybına, diğer yarısı ise pandemi kısıtları ile istihdamda çalışma sürelerinin azalmasına bağlanıyor.

Söz konusu ILO raporunda dikkat çeken bir diğer şey ise erkeklerin istihdam kaybının %3,9 olmasına karşılık kadınların istihdam kaybının %5 olması. Öncelikle, kadın istihdam kaybındaki bu yüksekliğe eğitim, sağlık ve bakım hizmetleri gibi işgücü %70’leri aşan oranlarda kadınlardan oluşan sektörlerin salgında temel ve stratejik sektörler haline gelmesine ve bu sektörlerde iş kaybı yaşanmamış olmasına rağmen ulaşıldığının altını çizelim. Dolayısıyla geriye bunu kadın emek gücünün yoğun olduğu diğer sektörler olan konaklama, yeme-içme, perakende ve toptan satış iş kollarında kapatma ve kısıtlamalarla yaşanan ciddi daralma ile açıklamak kalıyor. Ancak burada gözden kaçmaması gereken önemli bir nokta daha var. ILO’nun tahminlerine göre dünyada 740 milyondan fazla kadın enformel sektörde çalışıyor. Çoğunlukla bir işyeri dışında, belirsiz bir süre için, iş güvencesi ve sosyal güvenlik hakkı olmadan, düşük ücretlerle çalışılan enformel sektörde kadın işçilerin sayısının daha fazla olduğu ve pandemide enformel işlerin büyük oranda ortadan kalktığı düşünülüyor.

Türkiye verilerine baktığımızda ise, toplam istihdamın son bir yılda %3,9 azaldığını, bu oranın kadınlarda %6,5 ve erkeklerde %2,7 olduğunu görüyoruz. Kasım 2019’da erkeklerde %15,6 olan geniş tanımlı işsizlik* Kasım 2020’de % 24’e, kadınlarda ise %28,5’den %37,7’ye yükseldi. Kısaca veriler Türkiye’de de kadın işgücünün erkeklere göre COVİD-19’dan daha olumsuz etkilendiğini gösteriyor.3 OECD dünyadaki işsizliğin 1930’ların Büyük Buhran dönemindeki seviyelere çıkabileceğini belirtirken McKinsey’in bir araştırmasına göre kadınların işlerini kaybetme konusunda erkeklere göre 1,8 kat daha savunmasızlar.4 Üstelik tüm bu kötü tablo içinde bir diğer tehlikenin uzun vadede kadınların işi bırakma ve işgücü piyasasından kopma risklerinin çok daha fazla olduğunu unutmamak gerek.

İşsizliğin önemli bir sonucu elbette yoksulluk. Bir gün bile çalışmamanın pek çok emekçi için açlık anlamına da geldiği günümüzde söz konusu yoksulluk olduğunda, kadınlar ve erkekler arasındaki farkın derinleşiyor olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. En düşük ücretli 40 işte çalışanların üçte ikisinin kadın olduğu, ücretlerin pandemi bahanesiyle iyice düşürüldüğü, enformel işlerin büyük oranda kaybolduğu ve temel tüketim maddelerinin oldukça pahalandığı da hesaba katıldığında kadınların yoksulluğunun vardığı boyutları kavramak kolaylaşıyor. Birleşmiş Milletler (BM) Kadın Birimi, geride bıraktığımız yılda 47 milyon kadın ve kız çocuğunun yoksulluk sınırına sürüklendiğini ve dünyada aşırı yoksulluk içinde yaşayan kadın ve kız çocuklarının sayısı 435 milyona çıktığını tahmin ediyor.5

Türkiye’de ise geçtiğimiz günlerde sonuçları yayınlanan bir saha araştırması, salgın öncesinde ekonomik durumunu yoksul ya da çok yoksul olarak tanımlayan kadınların %10 olan oranının salgın sonrası %33’e çıktığını saptadı. Bu salgın başladığından beri her üç kadından birinin kendini yoksul ya da çok yoksul olarak gördüğü anlamına geliyor. Araştırmaya katılan kadınların %34’ü hanelerinde en az 1 kişinin işten çıkarıldığını, ücretsiz izne çıkarıldığını ya da işinin durduğunu ifade etti. Salgın sonrasında ekonomik sorunlar yaşadığını belirten kadınların oranı %73 iken, bu kadınların %41’inin ekonomik sorunlarının üstesinden borçlanarak gelmeye çalıştığı, %47’sinin ise çözümsüz kaldığı ortaya çıktı.6

Şimdi, uluslararası örgütlerin ve sivil toplum örgütlerinin raporlarının bu diplomatik ve akademik terminolojisinden uzaklaşarak bundan birkaç ay önce gerçekleşen ABD seçimleri öncesi Trump’ın çok sevdiği kadın seçmenlerine vaadinin “Kocalarınızın işe dönmesini sağlayacağım!” olduğunu hatırlayalım.7 Tarihinde ilk kez 2019 yılında, kadın istihdamının erkekleri geride bıraktığı ABD’de bundan sadece birkaç ay sonra kadın işsizliği hızla artmaya başladı. Eylül 2020’de 216 bin erkeğe kıyasla 865 bin kadının işgücünden ayrıldığı ABD’de, pandeminin başından beri işini kaybedenler arasında kadınların oranının %54 olduğu da hesaba katıldığında, kadın seçmenlerin Biden’a yönlenmesinde renkli başkan yardımcısı adayı Kamala Harris kadar Trump’ın bu cinsiyetçi söylemleri de olsa gerek. Ancak ABD’nin ilk kadın ve renkli başkan yardımcısı olarak Ocak ayında yemin eden Kamala Harris’in kadın seçmeninin işsizliğine ve yoksulluğuna çare olacağının, bakım krizine bir çözüm üreteceğinin emareleri bile görünmüyor.

Bakım ve ev işleri

Kadınların istihdam kaybındaki bu yüksek oranları, sadece pandemide ayakta kalamayan veya yetersiz finanse edilen iş kollarında çalışan kadınların işlerini kaybetmesi ile ya da enformel işlerin ortadan kaybolması ile açıklamak yetersiz kalacaktır. Çünkü kadın işsizliğinde bunlar kadar önemli bir diğer etken kadınların bu dönemde kendilerini işlerinden ayrılmaya zorlayan koşullardı. Okulların ve kreşlerin kapanması ile bir kriz haline gelen çocuk bakımı, işyerlerinde kreş hizmetinden ve bu alanda bir kamusal destekten mahrum olan emekçi kadınların işlerini terk etmek zorunda kalmalarına yol açtı.

Sosyalizmin çözülmesi ile kapitalist ülkelerde devletin kamusal hizmetlerden hızla geri çekilmesi, kamu kreşleri ve bakım evlerinin hızla kapatılması ve piyasalaştırılması emekçileri büyük oranda çocukları için bakıcılık hizmeti satın almak durumunda bıraktı. Bu hizmeti satın alacak kadar hane geliri olmayan ailelerde özellikle kadınlar ve sayıları giderek artan yalnız anneler ise yıllardır çocuk bakımı için yarı zamanlı ve evden çalışma rejimlerine mahkum oluyor. Dolayısıyla hane gelirine zaten daha az katkısı olan, ücretleri düşük olan bu kadınlar, pandemi döneminde çocukların artık okulda değil evden eğitim almaya başlaması ile bakıcı gideri için çalışmaktansa düşük ücretli işlerinden ayrılmayı ya da tam zamanlı işlerden yarı zamanlı işlere geçmeyi tercih etmek durumunda kaldılar. Çocuklarının bakım sorununa bir çözüm bulmadan işe geri dönmeyi düşünmeleri bile söz konusu olmayan bu kadınlar için işten ayrılmanın bu anlamda bir tercih değil bir zorlama olduğu ise yeterince açık görünüyor.

Pandemi ile birlikte çocuklara ilişkin kadınların üzerine yüklenen tek şeyin çocukların evdeki bakımı ve güvenliği olmadığını ise hızla anladık. Kapitalizmin hem nitelikli iş gücü gereksinimini karşılamak hem de ebeveynlerin uzun çalışma saatlerini garantilemek için birkaç asır önce emekçi çocuklarına vermeye başladığı eğitim hizmeti kamusal bir mesele olmaktan çıkarılıp bireysel bir soruna dönüştürüldü. 2020 yılında tahminen 1,52 milyon çocuk okula gidemedi.8 Bu dönemde çeşitli nedenlerle okuldan tamamen kopan çocukları dışarıda bıraksak bile geriye kalan çocukların eğitim sorumluluğu büyük oranda ebeveynlerin üzerine yüklendi. Pandemi öncesi ebeveynlerin çocukların eğitimi için ayırdığı saatler ikiye katlandı. Anneler ise çocukların eğitimi için babalara göre haftada 15 saat daha fazla zaman ayırmaya başladı.9

Pek çok araştırma verisi pandeminin etkisi ile ortaya çıkan ekstra ev işlerinin “temel üstlenicileri”nin de kadınlar olduğunu gösteriyor. Bunda maalesef şaşırtıcı bir yan yok. Evden çalışmanın yaygınlaşması, çocukların ve aile bireylerinin evde geçirdikleri sürenin artması ile evde daha çok yemek yapılmasına ve evin hijyeni için daha çok vakit harcanmasına olan gereksinim arttı. Buna hastalanan bireylerin bakımı ve artan geçim sıkıntısı nedeniyle ucuz alışveriş için, evde kışlık yiyecek, konserve ve kuru gıda hazırlanması için harcanan saatler eklendiğinde kadınların pandemi öncesine göre 31 saat daha fazla ev işi yapıyor olduğu saptandı.10 TÜİK (2015) Zaman Kullanım Anketi sonuçlarına göre hanehalkı ve aile bakımına ayrılan süre erkeklerde ortalama günde 51 dakika iken kadınlarda 4 saat 17 dakika idi. Dolayısıyla söz konusu saatlerin pandemi ile ulaştığı büyüklüğü düşündüğümüzde ev işlerinin kadınlar için tam anlamıyla bir ikinci vardiya haline geldiği görülüyor.

Çocuk bakımı ve ev iş yükündeki bu artışı tartışırken özellikle “beyaz yakalılar” için geçerli olan bir başka parametre daha var. COVİD-19 salgını öncesi ev işleri için yardımcı hizmeti alanların oranı salgın başladıktan sonra %12,5’tan %2’ye düştü.11 Bunun temel nedenlerin biri sağlık endişesi ile izolasyon önlemi alan hanelerin riskten kaçınmak için ev işçisi istihdamına son vermeleri idi. Dünyadaki %75’i kayıt dışı ve sosyal güvenceden yoksun çalışan ve %80’ini kadınların oluşturduğu toplam 67 milyon ev işçisinin önemli bir kısmı çalışma hakkından mahrum kalarak açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Çoğu göçmen olan yatılı ev işçileri ise yine salgın bahanesiyle evlere hapsedildi, dışarı çıkmaları yasaklanarak en temel insani hakları çiğnendi. Bir başka yazının konusu olabilecek kadar önemli ve karmaşık olan ev işçilerinin bu hak gaspı ve zorlu yaşam koşullarına bu yazıda değinilmeyecek. Bu noktada, salgınla birlikte hastalık riskini azaltmak ya da hane giderlerini kısmak amacıyla artık ev işçisi istihdam edemeyen “beyaz yakalı” kadınların sınırlı da olsa bir kısmının artan ev işi ve bakım yükü altında emekçi kimliğini fark edişi önemli olabilir. Yine bu nedenle uzun yıllardır toplumsal mücadele konusu olmaktan çıkarılmış ve özel alan ilan edilmiş olan ev ve aile hayatının yeniden bir mücadelenin parçası haline gelebilme potansiyeli taşıyıp taşımadığı da ayrıca değerlendirmeye değer görünüyor.

Kadına yönelik şiddet

Buraya kadar bir anlamda kadınların çalışma hakkına, insan haklarına, çocukların eğitim hakkına ve kamusal bakım hizmetine dikkat çekmiş olduk. Kadına yönelik şiddet başlığı ise tüm dünyada artık doğrudan kadınların yaşam hakkı ile ele alınmayı gerektirecek kadar önemli ve büyük bir sorun haline gelmiş durumda. Gerçekten de kadınların son yıllardaki mücadelesinin en önemli gündemlerinden biri olan kadına yönelik şiddet giderek daha çok kadın cinayeti ile karşımıza çıkıyor. Ayrıca basına intihar, yüksekten düşme, kaza olarak yansıyan bazı şüpheli kadın ölümlerinin gerçekte birer kadın cinayeti olduğu ortaya çıkmaya başladı. Son yıllarda şüpheli kadın ölümlerindeki artış bu açıdan oldukça dikkat çekiyor.

Kadın cinayetleri % 80-90 oranlarında evlerde işleniyor. Evler kadınların en çok şiddete uğradığı mekanlar. Pandemi ile birlikte evde geçirilen sürenin ve kadınların şiddet uygulayıcıları ile geçirdikleri vaktin artması, hane içinde salgınla ilişkili sağlık ve güvenlik endişelerinin ve giderek artan geçim sıkıntılarının evdeki gerilimleri tırmandırması ile kadına yönelik şiddetin salgında önemli oranlarda arttığı saptandı. Üstelik kadınların sosyal destek ve sağlık yardımına ulaşmasında her zamankinden daha fazla zorlukla karşılaşıyor olmaları kadına yönelik şiddete karmaşık bir boyut kattı.

Yapılan araştırmalar ve yayınlanan uluslararası örgüt raporları, pandemi döneminde kadına yönelik şiddetin sadece Türkiye, Hindistan, Meksika gibi “batılı ve kuzeyli” olmayan kapitalist ülkelerde değil, Fransa, Almanya, Kanada, Birleşik Krallık gibi kapitalizmin pırıltılı ülkelerinde de arttığını gösterdi. Son bir yılda 15-49 yaş arası 243 milyon kadın eşinin ya da partnerinin cinsel ve/veya fiziksel şiddetine maruz kaldı. Sağlık, güvenlik, geçim derdi olanlarda ve dar yaşam alanlarında sıkışık yaşayanlarda şiddet gören kadın sayısı daha fazlaydı. Fransa’da sadece bir haftalık kapanma döneminde bile kadınların acil sığınma taleplerinde %30 artış gerçekleşti. Birleşik Krallık’ta Ulusal Şiddet Yardım Hattı web sitesi kısıtlamalarda %50 daha fazla ziyaret edildi. Avustralya'da siber taciz ve zorbalıkta %50 oranında artış saptandı. Kanada, Almanya, ABD’de sığınma evlerine başvuru arttı.12 Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre ise salgın öncesi bir yıl içinde kadınların %97’si en az bir çeşit şiddet türüne maruz kalırken, salgın sonrası bu orana sadece iki buçuk aylık bir süreçte ulaşıldı.13 İçişleri Bakanlığı’nın tersi beyanlarına rağmen bazı sivil toplum kuruluşları kadına yönelik şiddette 2020 pandemi yılında %27.8 oranında bir artış olduğunu ve acil servislere ev içi şiddet sonrası başvurularında üç kat artış gerçekleştiğini raporladı.14

Bir adım ileri, kaç adım geri?

COVİD-19 salgınının kadınlara etkisi yukarıdaki başlıklardan ibaret değil, pandemi istatistikleri de öyle. Örneğin kadınların üreme sağlığının pandemi döneminden olumsuz olarak etkilendiğini, bazı ülkelerde kadınların aile planlaması ve doğum kontrol hizmetine ulaşmakta sıkıntılar yaşadığı, gebelik takiplerinin aksadığını, cinsel yolla bulaşan hastalıkların ve yenidoğan bebek ölümlerinin her pandemi döneminde olduğu gibi bu pandemi döneminde de arttığını söyleyebiliriz. Pandemide en az 7 milyon istenmeyen gebelik yaşandığını ve kadınların kürtaj hakkının her zamankinden daha kolay gasp edildiğini de.15

Mutlaka değinilmesi gereken bir diğer konu ise özellikle kız çocuklarının okuldan kopuşu. Pandemide 463 milyon çocuk uzaktan eğitime erişim sağlayamadı. Bu sayının Türkiye’de 6 milyona yakın olduğu düşünülüyor. Kız çocuklarının eğitimini erkek çocuklarınki kadar önemsenmediği ailelerde kaynak tahsisinde erkek çocuklara öncelik veriliyor, dolayısıyla dijital cihazlardan kızlar daha az yararlanıyor. Bunun yanında pandemi döneminde artan ev işleri ve bakım yükü nedeniyle kız çocuklarının geleneksel kadın rollerine daha hızlı büründüğü, küçük kardeşin, yaşlı ve hastaların bakımında ve ev işlerinde sorumluluklar aldığı biliniyor. Bazı bölgelerde ise geçim sıkıntısı bahanesiyle kızlar çocuk yaşta evliliğe zorlanıyor, bu aynı zamanda çocuk yaşta gebelik ve annelik demek. Tüm bunlar özellikle ergenlikteki kız çocuklarının bir bölümünün bir daha okula asla dönemeyeceği anlamına geliyor. Gerçek tablo ise net olarak ancak önümüzdeki yıl ortaya çıkacaktır.

Kadınların istihdamındaki gerilemeden evde artan bakım ve iş yüküne, kadına yönelik şiddetin artışından kız çocuklarının okuldan kopuşuna tüm bu olumsuz veriler sonucunda ABD’de bazı ekonomistler nesnelliği “ilk kadın gerilemesi” olarak değerlendirdiler. BM ise kadınların son 25 yılda elde ettikleri kazanımları bir yıl içinde yitirebileceklerine dikkat çekti. Ekstra ev işi yükü ile, eğitime erişim ve iş bulma olanaklarının azalmasıyla kadınların 1950’lerdeki toplumsal konumlarına geri dönmesi riskine işaret edildi.16

Düzenin kadınların kazanımlarına saldırısı pandemi ile birlikte başlamadı elbette. Bunu en iyi kendi ülkemizden biliyoruz. AKP iktidarının cumhuriyetin kazanımları olan karma eğitime, medeni hukuka, kamusal alandaki laik uygulamalara, kısaca toplumsal yaşantının her alanına olan gerici saldırısı kadınları uzunca bir süredir boğuyor. Bu gericilik furyası ise ne sadece Türkiye’ye, ne de islam ülkelerine has bir durum değil. 70’li yılların birikim krizini neoliberal dönemde kamunun tasfiyesi ve piyasalaşma ile kısmen geride bırakmış olan kapitalizm 2008 krizini ise bir türlü aşamıyor. Tam da bu yüzden “demokrasi ve sosyal hakları” ile ünlü ileri kapitalist ülkeler dahil tüm dünyada gerici ve baskıcı uygulamalar artıyor. Emekçi halkın olası ayaklanışına karşı iktidarlar gericiliği bir uyuşturucu gibi kullanılırken, yönetim erkini güçlendirmenin bir aracı olarak otoriterleşme eğilimleri artıyor. Siyasetteki kuralsızlık, kapitalist devletlerin en azından krizi yönetebilmesini kolaylaştırırken pandemi sermaye sınıfının fırsatçılığının bahanesi haline geliyor. Ücretler düşürülüyor, çalışma süreleri muğlaklaşıyor, grevler yasaklanıyor. Emekçi sınıfların borçlarını ödeme yükümlülükleri devam ederken patronlara teşvikler, vergi afları, krediler sağlanıyor. Tekelleşme hızlanırken servet el değiştiriyor, büyük patronlar emekçi sınıfların kaybettiğinden daha fazlasını kârlarına ekliyor. Dünyanın en zengin on patronu servetlerini 540 milyar dolar artırırken kadınlar ve Z kuşağı (1990’lı ve 2000’li yılların başında doğanlar) pandeminin en çok yoksullaşan kesimi oluyor.17 Diğer yandan kadın mücadelesinin büyük bir emekle politize etmeyi başardığı kadına yönelik şiddet, salgın nedeniyle kadınla birlikte yeniden evin içine itilmeye çalışılıyor.

Gerçekten de bunlar kadınların emek emek elde ettikleri kazanımlara topyekün bir saldırı olduğunun ve buna karşı bir dayanışma ve direnç öremeyen kadınların hayatlarının iyice zorlaşacağının göstergeleri. Ancak komünist hareket için kriz dönemlerini ve sınıflar arasında derinleşen uçurum yeni örgütlenme olanakları açısından önemlidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, pandeminin kadına yönelik şiddetin ve baskının, kadının katmerli sömürüsünün ve cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin kaynaklarını, kapitalizmle olan ilişkisini ve sınıfsal bağını her zamankinden daha görünür kıldığını söylemek mümkün. Kısaca bu kapsamlı saldırı ve hızlı gerileme, kadının kurtuluşu mücadelesinin anti-kapitalizmle buluşması ve mücadelenin daha da keskinleşmesi için olanaklar barındırıyor olabilir. Buraya ileride yeniden geleceğiz. Ama önce “dezavantajlı gruplar” arasında kategorize edilen kadınların derinleşen eşitsizliklerin mağdurları olduğu saptamasının düzen tarafından nasıl ele alındığına bakalım.

Suçlu bulundu: Pandemi

BM, UNDP, ILO gibi uluslararası örgütlerden sivil toplum kuruluşlarına, Dünya Bankası’ndan TÜSİAD gibi patron örgütlerine kadar herkesin gündemine aldığı pandeminin kadınlar üzerindeki etkisine dair yapılan araştırmaların, sadece sonuçları ile birer saptamadan ibaret kalması herhalde kapitalizmin ayıbı olurdu. Bu yüzden olsa gerek, bazı rapor ve araştırma sonuçları patron örgütleriyle birlikte yaldızlı toplantılarla kamuoyu ile paylaşıldı. Kadınlar aleyhine derinleşen eşitsizliklere karşı iş dünyasında alınabilecek önlemlerden bahsedildi, devletlerin yeni politikalar geliştirmesi ve eylem planları yapması önerildi. İş dünyasına şirket çalışanlarının ihtiyaçları için eşitlikçi ve dönüştürücü müdahaleler planlaması, eşitlik endeksini** yaygın olarak kullanması ve STK’larla işbirliği yapılması önerildi. Devletlere ise her zamanki gibi demokratik değerlerini güçlendirmeleri tavsiye edilirken, bakım izni ve esnek çalışma uygulamalarının teşvik paketlerine girmesi, iş ve aile yaşamını uyumlulaştırılması için özellikle çocuk bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması salık verildi. Amaç kendi ifadeleri ile krize dayanıklı sürdürülebilir yönetim modellerinin benimsenmesiydi.18

Yukarıdaki temenni ve önerilerin, salt kadınların üzerindeki baskı ve yükü hafifletmek amacı taşıyan bir iyi niyetten ibaret olduğunu düşünmek en iyi ihtimalle naiflik ama kesinlikle apolitizmdir. Verilerle olmasa da önerilerle dile getirilen şey aslında eşitsizliklerin törpülenebilir olduğu, kapitalizmin daha adil ve eşit olabilmesi için katılımcı, kapsayıcı ve eşitlikçi uygulamaların hayata geçirilmesinin yeterli olduğu fikridir. Böylece yapılmak istenen giderek yoksullaşan ve ağır çalışma koşulları altında gerçek bir yaşam mücadelesi vermekte olan emekçi sınıfların ve kaybedecekleri bir şey kalmayan kadınların politize olması ve düzen değişikliği talebiyle buluşmasının önlenmesidir. Sermaye sınıfı “dezavantajlı grupların” mağduriyetlerinin ve eşitsizliklerin derinleşmesinin mazeretini bulmuş, suçlu ilan edilmiştir: Pandemi. Çözümse bellidir: Daha iyi bir kapitalizm.

Kadınların istihdamının azalması, yoksullaşmaları, hemen tüm kadınların şiddetin en az bir çeşidine maruz kalıyor olmaları, artan ev işleri ve bakım yükü ile bedensel ve zihinsel olarak sağlıklarının bozulması, onlarca yıldır elde ettikleri kazanımları bir çırpıda yitirmelerinin suçlusu pandemi gibi sunulmuştur. Bu anlayışa göre pandemi geride kalana kadar sabredilmeli ve toplumsal bir sorumlulukla hareket edilmelidir. Üstelik pandemi insanlığın yaptığı hataları görmesini sağlamış, bir büyük dönüşüm için kapıyı aralamıştır. İnsanlığın daha iyi bir dünyada yaşayabilmesi ve bir sonraki krizi rahatça göğüsleyebilmesi için işbirliği ve uzlaşı ile reformlar yapılmalıdır. Düzenin kanaat önderlerinin yaydığı bu algı ile, yıllardır Avrupa solunun yaptığı gibi neoliberal dönem kapitalizmden ayrıştırılmakta, neoliberal politikaların sonlanması ile kapitalizmin vahşiliğinin kalmayacağı ve insanlığın yeniden refaha ve feraha erebileceği yanılgısı oluşturulmaktadır. Ancak;

“Bir dönemin sonu”, “kapitalizmin başka bir biçimde sınıfların uzlaşması ekseninde yeniden kurulması”, “yeşil dünya düzeni”, “temel gelir sistemi”, “emek gelirlerinin desteklenmesi stratejisi” gibi tezler sermaye sınıfları arasında herhangi bir yankı uyandırdıkları için değil, esas olarak işçi sınıfının devrimci yönelişlere girmesi olasılığına karşı erken önlem olarak gündeme getirilmişlerdir.19

Dolayısıyla çalışanlarının büyük emeğiyle toplanan ve derlenen verilerle hazırlanan söz konusu uluslararası kurum ve STK raporları büyük resmin anlaşılmasını kimi zaman kolaylaştırıyor olsalar da, tutum ve politika önerilerinin, eşitsizliklerin asıl nedenlerine işaret edilmeden ele alınması ve çözümün gerçek nedenleri ortadan kaldırmaktansa düzen içi iyileştirmeler olarak formüle edilmesi sermaye sınıfının elinde bir silaha dönüşebilmektedir.

Kimi zaman patronların ve siyasetçilerin ağzından, kimi zamansa kapitalizmin kanaat önderlerinin kaleminden çıkan, kadınların hayatında kısmi iyileşme sağlayacağı için olumlu ve zararsız olarak algılanabilen öneri ve talepler tam da bu dönemde pandemiyi ve düzeni siyaset dışı bir sorumluluk anlayışı ile kavramamız için kullanılmaktadır. Sermaye iktidarının temsilcilerinin giderek daha çok dillendirmeye başladığı ev ve aile hayatının uyumlulaştırılması için düzenlemeler yapılması, bakım hizmetinin devlet tarafından sübvanse edilmesi, şirketlerin daha çok kadın yöneticisinin olması gibi çağrılar aslında kadınların mücadelesini bulandıran tuzaklar barındırmaktadır. Bu önerilerle sermayenin istediği açık ki kadını evden kurtarmak, üzerindeki ev işi ve bakım yükünü azaltmak, cinsiyetler arası eşitsizlikleri sonlandırmak değildir.

Kapitalizm aslında yedek işgücü ordusunun ucuz emek gücü kaynağı olan kadın emeğini piyasaya çekmek ister. Ama bir taraftan bakım sorumluluğunun ailede ve özellikle de kadında kalması ekonomik ve ideolojik olarak işine gelir. Ancak bu durum birikim krizini etkileyen, tüketimi azaltan bir noktaya geldiğinde, bugün pandemi döneminde olduğu gibi, ev ve iş hayatının uyumlu hale getirilmesi önerisiyle esnek çalışma politikasının geliştirilmesini, iş saatlerinin belirsizleştirilmesini, kadın emekçilerin gerektiğinde hızla işe geri dönebilmeleri için bakım emeğinin devlet tarafından sübvanse edilmesini ve bunun için kamu kaynaklarının patronlar lehine kullanılmasını ister. Bunları söylerken kadınların iş hayatında kararlılık ve hedefe odaklanma ile hayallerine kavuşabileceği yanılsamasını yaratmayı da ihmal etmez.

Normalleşmeyeceğiz!

Pandeminin damgasını vurduğu 2020 yılı, siyasal iktidarların baskı ve yasakları attırdığı bir yıl olmasına karşın emekçi sınıfların biriken öfkesi bazı noktalarda direniş ve hatta kitlesel eylemliliklere dönüştü. ABD’de siyahların ayaklanması, Hindistan’da tarihin en büyük işçi-köylü grevi, Polonya ve Arjantin’de kürtaj yasağı karşıtı eylemler bunlardan en görkemli olanlarıydı. Bunların yanı sıra ABD’nin dev e-ticaret ve bilişim şirketi Amazon’da tüm dünyada yaygınlaşan işçi eylemleri, İtalya’da sağlıkçı grevleri, Yunanistan’da turizm işçileri eylemleri gerçekleşti. Bu kitlesel eylemlerin hepsinde kadınlar toplumun en dinamik ve hareketli kesimi olarak mücadelenin en önlerinde yer aldı.

Türkiye için de benzer bir durum söz konusu. Maden işçileri eylemleri ve belediye işçilerinin grevleri dışında pandemi döneminin en kitlesel ve etkili eylemleri kadın mücadelesinin ürünüydü. 15 Nisan 2020’de COVİD-19 önlemleri kapsamında infaz paketi ile kadına yönelik şiddet mahkumlarının tahliye edilerek kadınların can güvenliğinin tehlikeye atılması, AKP’nin bitmeyen TCK 103. Madde*** değişikliği ısrarı, kadınların nafaka haklarının sınırlandırılması çabası ve nihayet İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışın gündeme getirilmesi ile binlerce kadın yaz aylarında protestolar için sokaklardaydı.

Gerçekten de son yıllarda yükselen kadınların mücadelesi, tıpkı geçtiğimiz yüzyılın başlarında olduğu gibi giderek daha fazla toplumsal adalet ve eşitlik talebinin sesi haline geliyor. Kürtaj yasakları, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri protestoları en çok kitleselleşen kadın eylemleri olurken kadınlar üzerlerindeki baskı ve şiddetin gericilik ve sömürü ile ilişkisini önceki yıllara göre daha sık dillendiriyor. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde eşit işe eşit ücret grevleri örgütleniyor, Latin Amerika ülkelerindeki kitlesel 8 Mart’lara kadın cinayetleri yanında kadınların ekonomik ve sosyal talepleri damga vuruyor. Böylece antikapitalist karakteri giderek güçlenen kadın mücadelesinin düzen içine hapsolma riski azalıyor. Tüm bunlar feministlerin domine ettiği kadın mücadelesinin, kimlik mücadelesi karakterini tamamen yitirdiği ve düzenin bu alanı artık liberalize etmekten vazgeçtiği anlamına elbette gelmiyor. Ancak pandemi ile birlikte kadınların boyun eğmeyişlerinin, adalet ve hak arayışlarının sınıf mücadelesi ile yollarının kesişmesi olasılığının güçlendiğini söylemek mümkün görünüyor.

Pandemi en temel sektörlerde çalışanların önemli bir kısmının kadınlardan oluştuğunu ve kadınların ne denli hayati işlerde çalıştığını görünür kıldı. 2020’de yaşanan önemli istihdam kaybına rağmen, kadınların ücretli ve ücretsiz çalışma saatlerinin toplamı erkeklerinkini saatlerce aştı.20 Kadınların işyerlerinde iş yüklerinin, evde ev işi ve bakım yüklerinin pandemi ile iyice artması, kadının emeğinin ve toplumsal üretimde kapladığı yerin aslında sanıldığının aksine ne denli çok olduğunun anlaşılmasını kolaylaştırdı. Bunların üstüne kapitalizmin “evim, evim, güzel evim” diye allayıp pulladığı hanelerin, şiddetin ve sömürünün de mekanları olduğu bir kez daha aşikâr hale gelince, salgın yasaklarına ve sosyal medyaya sıkıştırılma çabalarına rağmen kadınların mücadelesi sokaklardan uzak kalmadı.

Kaybedecek bir şeyi kalmayan emekçilerin boyun eğmeme olasılığından bile korkan kapitalizm, bu dönemde çaresizliğini işçi sınıfına saldırarak telafi etmeye çalışıyor. Düzenin siyasal temsilcilerine uygulanmayan yasaklar, sıra emekçilere geldiğinde sert bir şekilde uygulanıyor. Grev hakkına, toplanma ve gösteri yapma hakkına salgın bahanesiyle kısıtlar getiriliyor. Siyaset kitlelerden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Ancak salgında yurttaşlarına eğitim, sağlık, ısınma ve barınma gibi en temel hizmetleri bile sağlayamayan kapitalist devletlerin ve liderlerinin ikiyüzlülüğü iyice anlaşıldı. Her fırsatta “normalleşme” arzusunu dile getiren dünya liderlerine inanan kalmadı. Sermaye düzeninin bu saldırılarına karşı emekçi halk kendi dayanışmasını örgütlemeye başladı.

Ekonomik sorunların, geçim sıkıntısının, şiddet ve baskının, ev işleri, çocuk ve hasta bakımının cenderesinde her açıdan sıkışmış kadınların birbirlerine uzattıkları dayanışma eli bazen bir kadının hayatını kurtarıyor, bazen çocuklarının karnını doyuruyor. Kadın cinayetlerinin faillerinin cezalandırılması için örgütlenen kamuoyu baskısı gericiliği ve kapitalizmin adaletsizliğini teşhir ediyor.

Bugün artık kadınların mücadelesi 8 Mart’lara, 25 Kasım’lara sığmıyor. Dünyanın dört bir yanında yılın her günü, kısıtlara ve yasaklara rağmen kadınların sesleri yükseliyor. Açık ki kadınlar pandemi döneminde konumlarını onlarca yıl geriye götüren bu koşullara razı olmayacak. Kaybettikleri haklarını geri almakla ve eski “normal”lerine dönmekle yetinmeyip tüm dünyayı kazanacak.

Sosyalizm kadınların ellerinde yükselecek!