'Tüm bu anlatılanlar eşliğinde pandemi sürecinde hangi kanaldan yapılırsa yapılsın alınan bütün tedbirlerin ortak özelliği sermaye sınıfının çıkarlarına halel gelmemesi olarak göze çarpıyor. Bu uğurda işçi sınıfının yaşam hakkı ile insanlık tarihinin temel kazanımları pervasız bir saldırı altında'

Pandemi hukuku: Kurallarla kuralsızlaşma

2019 Aralık’ında Çin’de ortaya çıkan ve kısa sürede küresel ölçekte bir salgına dönüşen Covid-19, salgına rastlanan tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de devletin çeşitli önlemler almasını zorunlu kıldı. Salgının kontrol altına alınması ile kişisel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması dengesine bakıldığında Türkiye’nin epey sorunlu bir fotoğraf verdiğini baştan söylemeliyiz. Dünya kapitalizmini bu değerlendirmeden azade tutamayacağımızı da…

Bir kamu sağlığı sorunu olan pandemi ile mücadelede kimi tedbirlerin alınması gerektiğini tartışmak bile gereksiz. Fakat burada sürecin adeta istismar edilerek hukuk eliyle insanlığı ve işçi sınıfını tarih boyunca elde ettiği kazanımlardan mahrum bırakmak eğilimi incelenmeye muhtaç.

Dünya ölçeğinde bulaşma hızı, yaygınlık ve vaka sayısı bakımından etkisi büyük olan pandemi nedeniyle alınan tedbirlerin hukuki alt yapısı bu anlamda önem kazanıyor ve kısaca bu arka plana göz atmak gerekiyor.

Uluslararası Hukukun Kaynakları:

Covid-19 insanlığın yaşadığı ilk pandemi değil. Dolayısıyla uluslararası hukuk bakımından bu dönemlerde devletlerin alması gereken önlemlerin geçmişten gelen bir hukuksal alt yapısı var.

Türkiye’nin üyesi bulunduğu Dünya Sağlık Örgütü’nün 2005 tarihli Uluslararası Sağlık Tüzüğü1 ile yine Türkiye’nin tarafı bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi2 iki temel uluslararası kaynaktır demek yanlış olmaz.

Uluslararası Sağlık Tüzüğü amacını ‘Belirlenmiş giriş noktalarında halk sağlığı temel kapasitelerini oluşturup sürdürerek hastalıkların uluslararası yayılmasını önlemek, bu hastalıklara karşı korunmak, yayılmalarını kontrol etmek ve halk sağlığı açısından gerekli yanıtı vermek’ şeklinde ifade ederek taraf devletlere bu doğrultuda kimi yükümlülükler getirirken, AİHS ise özetle temel insan hak ve özgürlüklerinin korunması konusunda taraf devletlerin yükümlülüklerini ve sınırlarını bildiriyor.

AİHS’in olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma başlıklı 15. Maddesi ise konumuz açısından kilit bir düzenleme içeriyor ve taraf devletlerin hükümetlerine, istisnai koşullarda, Sözleşme kapsamındaki belirli hak ve özgürlükleri koruma yükümlülüklerini geçici, kısıtlı ve denetimli bir şekilde askıya alma imkânı tanıyor.

Türkiye 2016 Temmuz’unda yaşanan darbe girişimini takiben sözleşmenin bu maddesine başvurmuş tarihteki 8 ülkeden biriydi.

Pandemi nedeniyle sözleşme ile korumakla yükümlü olduğu kimi hak ve özgürlükleri askıya almak üzere başvuruda bulunan 9 ülke arasında ise değil Türkiye. Fakat fiili duruma bakıldığında gerek uluslararası hukukun gerekse ulusal mevzuatın gerektirdiği prosedür tümüyle hiçe sayılıyor. Madde sadece belirli hak ve özgürlükleri koruma yükümlülüğünün askıya alınabileceğini ifade ediyor ve açık ki kimi haklara ve yasaklara aykırı düzenleme yapılması imkansız. Bunlardan biri de kölelik ve zorla çalıştırma yasağı. Aşağıda daha ayrıntılı inceleyeceğimiz ve hepimizin gözlemcisi yahut mağduru olarak deneyim ettiğimiz gibi Türkiye şu anda iyiden iyiye bir çalışma kampına dönmüş halde. Dolayısıyla AKP hükümeti sözcüleri diğer Avrupa ülkeleri gibi 15. Maddeye başvurmadıkları ile övünse de genelgeler kanalıyla tüm hak ve özgürlükler askıya alınmış vaziyette.

AKP Önlemleri: 

Yeterlilikleri, ne denli geriletildikleri ayrı bir tartışma olmakla birlikte insanlık tarihindeki ilerlemenin ve sınıf mücadelelerinin sonucu olarak şekillenen temel kazanımlar hukuksal düzenlemelerin içeriğiyle olduğu kadar düzenlemenin yapım süreciyle de ilgilidir.

İşte bu temel kazanımlar olarak nitelendirdiğimiz temel hak ve özgürlükler gerek uluslararası mevzuat gerekse ulusal hukuk sistemi çerçevesinde ancak ve ancak kanunla sınırlandırılabilir.

Kanunilik ilkesi, iktidarın gökten yere inmesi ve yasama faaliyetinin seçilmişler eliyle gerçekleştirilmesi ile yakından ilgilidir.

Engels, feodalizmden kapitalizme geçişi ‘Hukukçular Sosyalizmi’nde3 bu açıdan şöyle ifade ediyor:

“Dogmanın, tanrısal hukukun yerini, insan hukuku, kilisenin yerini devlet alıyordu. Kilise onlara onayını veriyor diye eskiden kilise ve dogma tarafından yaratılmış gibi kabul edilen ekonomik ve toplumsal ilişkiler, şimdi hukuk üzerine kurulmuş ve devlet tarafından yaratılmış olarak kabul ediliyordu.”

Gelişmeler sonucu (kapitalizmin yapısal çelişkileri, sınıf hareketinin gerilemesi, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi vb.) burjuvazi kendini, burjuva devrimleriyle ortaya çıkan ilerlemenin kurallarına ve kurullarına sığamaz bir noktaya taşıyor…

Üretim ve mülkiyet ilişkilerince belirlenen hukuk düzeni kurumları ve normları ile sermaye sınıfı açısından birer ayak bağı haline gelebiliyor. Dünyada kapitalist devletlerde ortaya çıkan otoriterleşme eğilimi bu sürecin yeni olmadığını gösterse ve 18 yıllık AKP iktidarı sermaye sınıfı açısından ayak bağı haline gelmiş hukuku çoktandır tasfiye etse de içinden geçtiğimiz özel günler bu konuda malumun ilamı niteliğinde. Eski bir örnek olsa da Cargill ile ilgili İdare Mahkemesi’nce verilen yürütmeyi durdurma kararı karşısında Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘ yargı kararını buldozer gibi ezeceğiz’ sözleri ve takip eden süreçte Cargill’in yürütmesi durdurulan faaliyetlerine devam etmesi son derece açıklayıcı bir örnek.

Covid-19 düzenlemeleri toplumsal yaşam ve çalışma yaşamı açısından radikal önlemler getiriyor ve tüm bunlar Türkiye’de kanunla değil genelgeler eliyle yapılıyor. Uluslararası emredici hukuk kuralları ve Temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlandırılabileceğine hükmeden TC Anayasası’nın 13. Maddesine rağmen!

Hal böyleyken gerek Cumhurbaşkanlığı gerekse ilgili bakanlık genelgeleriyle yapılmaya çalışılan düzenlemeler bütünlükten uzak, eklektik, birbiriyle çelişen ve uygulama açısından ciddi boşlukları olan; bu boşluklarınsa uygulayıcının insafına terkedildiği kaotik bir tablo meydana getiriyor; AKP rejiminin ruhunu yansıtıyor. Genelgelerle alınan önlemlerde göze çarpan yegane ortak özellikse sermayenin ihtiyaçlarıyla uyumluluğu. Örneğin 20/03/2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı genelgesi ‘her türlü bilimsel, kültürel, sanatsal ve benzeri organizasyonları’ Nisan ayı sonuna kadar ertelerken bu muğlaklığa sermaye sınıfı açısından istisna getiriyor ve 08/04/2020 tarihli genelge ile ‘dış ticaret organizasyonlarının Ticaret Bakanlığı koordinasyonunda gerçekleşebileceği’ düzenleniyor.

Düzenlemeler ve sınırlamalardaki muğlaklık Anayasanın güvence altına aldığı hukuk güvenliği kavramının ‘belirlilik’ ilkesine de aykırıdır. Anayasa Mahkemesinin bu konuyla ilgili kararına (7.4.2016  tarihli, Esas No:2015/94,  Karar No:2016/27)  göre;

‘Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Bu ilkeye göre kanun düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir.’4

Seyahat yasağı kapsamında avukatlara bile mesleki faaliyetleri nedeniyle seyahat edip edemeyeceklerini tartıştıran bir düzenlemenin ‘belirli’ olduğunu kimse iddia edemez. Fakat buradaki tek sorun ilkesel değil. Şehir çıkışındaki kontrol noktasında görevli polis memurunun ‘keyfi’nin nasıl olduğuna terk edilen uygulama… Yine AKP ruhu.

Özetle sözü edilen muğlaklık, durumun aciliyetinden yahut düzenlemeyi yapanların hukuk bilmezliğinden kaynaklanmıyor. Pandeminin toplumda yarattığı korku, otoriterleşmeye payanda ediliyor ve genelgelerdeki belirsizlik istisnasız olarak sermaye lehine genişletiliyor.

Meclisin açık olması, çalışması ve yasama faaliyetini gerçekleştirmesi pandemi günlerinde alıncak önlemlerin etkili, yerinde ve adil olmasının tek ve yeterli koşulu elbette değildir. Hatta Meclis Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile birlikte pratik fonksiyonunu epeydir yitirmiştir fakat bir tarihsel ilerlemenin ürünü anlamına gelen kurumun tasfiyesinin ilan edildiği görülmelidir.

Meclis Başkanı’nın 11 Mayıs itibariyle AVM’ler açılırken Meclisin neden açılmadığı sorusuna verdiği cevap bile bizi konuyla ilgili ek bir yorum yapmak zahmetinden kurtaracak ölçüde açık:

Hiç AVM ile TBMM mukayese edilebilir mi? Komik buldum bu söylemi. Ayrıca TBMM kapanmış değil ki, milletvekili arkadaşlarımız salgının en yüksek olduğu dönemde bile çok yoğun bir çalışma içine girdi. Sonrasında da çalışmalarına ara verdi. Şu dönem acil bir şey de yok. Eğer gündemde önemli ve acil bir durum varsa, hemen çağrı ile toplanabilecek durumda. Yanlış bir yaklaşım…’5

AKP iktidarı döneminde sürekli ve sistematik olarak; çeşitli dönemeçlerdeyse radikalleşerek süren hukuksuzlaşmanın ve kuralsızlaşmanın toplumsal adalet duygusunda yarattığı tahribat pandemi günlerindeki hukuksal anomaliyi normalleştirmemeli. Zira bundan sonraki tablo, ‘pandemi hukuku’nun yarattığı toplumsal ruh hali kalıcılaştığı oranda, sermaye sınıfının talepleri ve icracısı konumundaki hükümetin adımlarının temel zemini olabilecek.

Üstelik çeşitli açılardan hak kaybına uğrayan yurttaşların hak arama özgürlüğü de ellerinden alınmış vaziyette. Pandemi tedbirleri kapsamında yargılamalarla ilgili süreler, Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile 15 Haziran 2020’ye kadar ertelendi. Özetle yargı çalışmıyor. İşçi sınıfının yaşam hakkı dahil tüm haklarını ayaklar altına alan düzenlemeleri aşağıda ayrıntıları ile inceleyeceğiz ancak bu bölüm sonu için bir soru soralım: Evden çalışma kapsamında yasal mesai saatlerini aşan çalışma yapan ve patronun talimatı ile bilgisayar ekranından ‘gözetlenen’ bir plaza emekçisi mesai ücreti ile ilgili yahut kişisel hayatın gizliliği kapsamındaki haklarını nasıl kullanacak? Cevap açık; kullanamayacak.

Mahkemelerin zaten adil kararlar vermediği konusunda hem yaygın bir duygu hem de gerçekçi bir tespit olduğu doğru. Ancak AKP rejiminin evvelinde yarattığı adaletsizlikler yumağı ve hak gaspları yeni hak gasplarının gerekçesi olarak kabul edilirse ufuksuz, umutsuz ve korku dolu bir toplum yaratma maksadı hasıl olmuş olur. Aksine bu tablodan çıkacak sonuç ufku geniş, gözünü mevcut düzenin ötesine dikmiş örgütlü bir hak arayışının zaruretidir.

İşçi Sınıfının Durumu:

Çalışma yaşamını belirleyen düzenlemeler yer yer kanun değişiklikleri ve büyük ölçüde genelgelerle gerçekleşti.

Pandemi günlerinde neredeyse her bakanlığın ilgili müdürlüğünce konuyla ilgili genelge düzenlenirken her birine değinmenin imkânı yok ve faydası sınırlı.  Bu nedenle çalışma yaşamına ilişkin düzenlemeleri, sokağa çıkma yasağının işçi sınıfı açısından ne anlama geldiği ve patronlar lehine nasıl esnetildiği ile İşsizlik Sigortası Kanunu il İş Kanunu’nda değişiklik yapan 7244 Sayılı Kanun ile gündeme gelen kısa çalışma ödeneği ve işten çıkarma yasağı başlıkları üzerinden ele alacağız.

31 il için geçerli olan ve tüm yurttaşları kapsayan sokağa çıkma yasağı 10/04/2020 tarihli İçişleri Bakanlığı genelgesi ile düzenlendi.6 “Sokağa Çıkma Yasağı” konulu İçişleri Bakanlığı Genelgesi ile düzenlenen bu tedbir hem alınması hem de açıklanması açısından öylesine gecikmişti ki İçişleri Bakanı’nın istifası ile sonuçlandı. Fakat temelde başka bir sorun daha vardı: Türkiye’de sermaye sınıfı açısından hayati havzaları ve nüfusu temsil eden illerde tüm yurttaşlar için sokağa çıkmak yasaklanırken emek sömürüsü nasıl sürecekti?

Bu ilk genelgede yasaktan istisna tutulan işyerleri 8 bend ile sınırlandırılmıştı. Temel gıda ve sağlık malzemeleri üretimi, insan ve hayvan sağlığı hizmetleri ile zorunlu kamu hizmetleri istisna kapsamına alınırken finans, metal, inşaat, madencilik, turizm gibi iş kolları bu istisnalara dahil edilmemişti. Sermaye sınıfı açısından kabulü, elbette mümkün değildi.

İlk genelgeden bir hafta sonra ve salgının etkisi sürmekte iken 17-19 Nisan tarihleri arasında uygulanacak olan sokağa çıkma yasağı kapsamında yayımlanan ikinci genelgede yasaktan istisna tutulan işyerlerinin sayısı 15’e çıktı. Örneğin ilk genelgede yer almayan inşaat sektörü aşağıdaki bend ile istisna kapsamına sokuldu:

‘Çalışanları inşaat alanında bulunan şantiyede konaklayarak yapımı devam eden büyük inşaatlar (Bu madde kapsamında inşaat ve konaklama aynı şantiye alanı içinde ise izin verilir, başka bir yerden çalışanların gelmesine ve şantiyede kalanların başka bir yere gitmelerine izin verilmez. Çalışma sadece inşaat alanı ile sınırlıdır.)’ 7

Kocaman bir şantiye haline gelen ülkede her gün iş cinayetlerinin yaşandığı inşaat sektörü hızla istisna kapsamına alınırken bir yandan da patronlara işçilerin ‘hürriyetlerini tahdit’ etme imkânı tanındı. İşçilerin çalışma alanından ayrılmaları fiilen yasaklandı. Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma (hürriyeti tahdit), Türk Ceza Kanunu 109. Maddesinde tanımlı bir suçtur.

22-26 Nisan tarihlerindeki yasağı düzenleyen bir sonraki genelge ile yukarıda bahsettiğimiz bende madencilik sektörü de dahil edildi.8 Dahası bu uygulama başka sektörlere de hızla yayıldı.

Genelgelerin seyri ile sokağa çıkma yasağından istisna tutulan işyerleri giderek artarken sömürü için bir hafta dahi bekleyemeyen patronlar için yasağı delmenin yolu da yarı yolda şöyle bulundu: İlk sokağa çıkma yasağı genelgesinin istisna kapsamı oldukça dar tutulmuştu. İkinci hafta sonu yasağında patronlar istisnaları kaymakamlık ve valiliklerden aldıkları “özel izinler” ile deldiler. Bu özel izinlerde, genelgede yer almayan “ihracat önceliği” ifadesi yer aldı. Böylece ihracat yaptığını ileri süren tüm patronlar ikinci haftasonunu kapsayan sokağa çıkma yasağında işletmeleri açtı ve işçileri çalışmaya zorladı. 22-26 Nisan tarihlerindeki yasağı düzenleyen üçüncü genelgede ise artık fiilin yasak delmenin gerekçesi edilmiş bu ifade yer aldı ve artık özel izin başvurusuna da gerek kalmadan neredeyse tüm işletmeler çalıştı. Sokağa çıkma yasağını düzenleyen genelgeler işçi sınıfı için ‘çalışmamayı’ yasakladı.

Kargo çalışanları ise en baştan itibaren yasak kapsamına alınmadı ve çok ağır sömürü koşulları altında çalışan kargo işçileri hiçbir önlem alınmadan çalıştırılmaya devam edildi. İşyerlerinde alınacak önlemlere ilişkin düzenlemeler yok değil. Fakat önlem alınmayan işyerlerinde işçinin iş görmekten kaçınma hakkına sahip olup olmadığı; bu hakka sahip olduğu iddia edilebilirse hakkını nerde arayacağı muğlak. Patronlar içinse çare hep var: kapı orda!

Kısa da olsa değinilmeden geçilemeyecek alan sağlık. Bu alan çok katmanlı ve her bir katmanı ele almak, bu yazı için, olanaksız. Bu alanda süren bir tartışma ise konumuzla yakından ilgili.

Şöyle ki pandemiye rastlanan hemen hemen bütün ülkelerde sağlık çalışanlarının Covid-19’a yakalanması iş kazası ve meslek hastalığı kapsamında değerlendiriliyor ve Dünya Sağlık Örgütü hazırladığı rehberde ‘Sağlık kuruluşundaki bir maruziyet sonrası Covid-19 enfeksiyonu geçiren bir sağlık çalışanının zararının tazmini, rehabilitasyonu ve tedavisinin sağlanmasının sağlık çalışanının haklarından olduğunu, böyle bir durumun mesleki maruz kalma sayılacağı ve sonucundaki hastalığın da meslek hastalığı olarak değerlendirileceği’ ifade ediliyor.9

Bu haliyle tartışılacak bir şey yok gibi görünse de enfekte olan sağlık çalışanlarının artması ve ölümlerle birlikte konu Türkiye’de de tartışılmaya başlan bu konuya Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanlığı Emeklilik Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 7 Mayıs 2020 tarih ve 2020/12 sayılı genelgesi10 ile nokta konuldu. Söz konusu genelge ile Covid-19’un iş kazası ve meslek hastalığı sayılamayacağı ve iş göremezliğe neden olan hastalık kapsamında değerlendirileceği bildirildi.

6331 Sayılı İş Sağlığı Ve Güvenliği Kanunu’ndaki tanıma göre ‘İş kazası: İşyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hâle getiren olayı; Meslek hastalığı: Mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çıkan hastalığı’ ifade eder ve kişiye, şayet ölüm gerçekleşmişse yakınlarına çeşitli haklar sağlar. Buradaki sorun bir tanımlama sorununun çok ötesinde. Yayımlanan genelge ile hastalığın yahut ölümün gerçekleşmesine bağlı olarak ortaya çıkan tazmin zorunluluğundan sağlık patronları ve devlet bir çırpıda kurtulmuş oluyor.

Sağlık sektöründeki maruziyet riskinin yüksek ve görünür olması nedeniyle bu genelgeyi öncelikle sağlık çalışanları nezdinde ele almışsak da bu bizi yanılgıya götürmemeli zira genelge sadece sağlık emekçilerini değil tüm işçileri kapsıyor. SGK genelgesi, sadece sağlık kuruluşlarında değil tüm işletmelerde, Covid-19’a yakalanan işçilerin bu durumunun iş kazası veya meslek hastalığı kategorisinde ele alınmayacağını belirtiyor.

Üstelik yukarıda belirttiğimiz gibi 6331 sayılı kanunun tanımı açıkken genelgenin mevcut düzenleme ile alenen çeliştiği ve bu nedenle ‘geçerliliği’ son derece tartışmalı.

Özetle, sokağa çıkma yasaklarını kapsayan haftalık İçişleri Bakanlığı genelgelerinin seyri gittikçe daha fazla sektördeki çalışmayı sokağa çıkma yasağından istisna tutarken ve bu genelgeler bile aradaki bir haftalık süreçte patronların talepleri ile fiilen delinirken gerekçe pandeminin etkisinin azalması, hayati tehlikenin ortadan kalkması değil patron temsilcileri ile hükümet ve valilikler arasında yapılan görüşmelerdi. Her sektörde işçi sınıfının yaşam hakkı kar hırsına kurban edildi ve işçi sınıfı gerçek kölelik şartlarında ve kelimenin gerçek anlamıyla ölümüne çalışmak zorunda bırakıldı: Modern çalışma kampı…

Kısa Çalışma Ödeneği ve İşten Çıkarma Yasağı:

Çalışma yaşamına ilişkin yapılan düzenlemeler arasında en çok konuşulan ve iktidarın süreci pek başarılı yönettiği konusunda övgüye mazhar olan iki düzenleme 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’na ve 4857 sayılı İş Kanunu’na 7244 sayılı kanun ile eklenen geçici maddelerle gündeme geldi.

4447 Sayılı Kanun’a 7226 sayılı kanunun 8. Maddesi ile eklenen geçici 25. Madde ile kısa çalışma ödeneğine başvuru ve hak kazanma konusunda belirlenen şartlar tadil edildi. ‘Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabilir.’ Şeklindeki düzenlemeden yararlanmanın ‘son 3 yılda 600 gün prim ödeme ve son 120 gün bir işverene iş akdi ile bağlı olarak çalışma’ olarak tarif edilen koşulları 450 gün ve 60 gün olarak değiştirildi.

Basının servis ettiği de işin sadece bu kısmıydı. Devlet, çalışanlara ücret ödemeye devam edecekti. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildi.Bir defa, yapılacak ödemeler İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Yani yine işçilerden kesilen primlerle oluşturulan bütçeden…Dahası ödenekten yararlanılan süre boyunca işçinin sigorta primi ödenmiyor ve yapılan ödemeler ileride işsizlik maaşına elverişli bir durum ortaya çıktığında ödenecek maaştan mahsup ediliyor. Yaygın kanının aksine başvuruyu yapan da işçi değil, patron. Aylık kazancı takribi % 40 azalan işçinin ise bu uygulama karşısında başvurabileceği hiçbir hukuksal yol yok. Haklı nedenle iş akdinin feshi dahil.

Özetle işçiden yapılan kesintilerle oluşturulan bütçeden işçiye borç veriliyor. Üstelik gerçekten kısa çalışma yapılıp yapılmadığı hiç denetlenmeksizin… Özellikle evden çalışmanın mümkün olduğu sektörlerde çalışma süreleri kısalmak şöyle dursun artmış ve ağırlaşmışken mevcut düzenlemenin tek kazananı cebinden para çıkmayan ve maliyetleri büyük oranda azalmış patronlar oluyor.7244 sayılı kanun ile 4857 sayılı İş Kanunu’na eklenen geçici 10. Madde ile kanunun yayım tarihi olan 17/04/2020 tarihinden itibaren patronların 3 ay süreyle iş akdini fesih hakkını ortadan kaldırmasıyla gündem oldu. İlk etapta bu düzenleme de işçi lehine gibi görünse de çok uzağa gitmeden ya da yorum dahi yapmadan düzenlemenin tamamını okumak yeterli. Zira kanun maddesi şöyle devam ediyor: ‘Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç aylık süreyi geçmemek üzere işveren işçiyi tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabilecektir. Bu madde kapsamında ücretsiz izne ayrılmak, işçiye haklı nedene dayanarak sözleşmeyi fesih hakkı vermeyecektir.’ Normal şartlar altında ücretsiz izin uygulaması işçinin isteği ile mümkünken ve aksi işçi lehine haklı nedenle fesih hakkı doğururken mevcut düzenleme ile bu hak ortadan kaldırılmış oldu. Dahası genel düzenleme işçinin ücretsiz izin sürecinde sürekli olarak bir başka işyerinde çalışmaya başlamasını sadakat borcuna aykırı davranış olarak yorumlamaya oldukça müsait ki bu işçinin iş akdinin patron tarafından haklı nedenle ve tazminatsız feshine olanak tanıyan bir zemin teşkil ediyor.

Tüm bu anlatılanlar eşliğinde pandemi sürecinde hangi kanaldan yapılırsa yapılsın alınan bütün tedbirlerin ortak özelliği sermaye sınıfının çıkarlarına halel gelmemesi olarak göze çarpıyor. Bu uğurda işçi sınıfının yaşam hakkı ile insanlık tarihinin temel kazanımları pervasız bir saldırı altında. Öte taraftan en temel hukuk kurallarına aykırı usuller ve işlemler AKP iktidarının esas ruhunu yansıtmanın ötesinde kuralsızlaşmayı ve otoriterleşmeyi pekiştiriyor. İşte bu nedenle görmek, değerlendirmek, aydınlatmak, karşı çıkmak ve mücadele etmek yaşamsal bir önem taşıyor. En ufak bir kazanımın dahi düzen değişikliği talep eden ufku geniş bir mücadele programıyla sağlanabileceğini bilerek…