Nâzım, hiç tükenmeyen umuduyla, sosyalizmin kazanacağına inancıyla ve sermaye sınıfına ve temsilcilerine dönük hiç azalmayan öfkesiyle, Angelopoulos’un kaçırdığı halkayı elinden hiç bırakmamış oldu.

Nâzım'ın yönteminin peşinde: Nâzım'a sinemadan bakmak

Gelenek’te, 14, 15 ve 16 Ocak tarihlerinde Nâzım Hikmet’in 120. doğum yılı vesilesiyle, komünist şairin siyasal yaşamı ve sanatına dair üç yazı yayınlayacağız. Bu üç yazı, 2015 yılında Yunanistan Komünist Partisi (YKP) Merkez Komitesi imzasıyla düzenlenen ve “Nâzım Hikmet: Karanlıklar Aydınlığa Çıksın Diye” başlığıyla gerçekleşen Nâzım Hikmet konulu bilimsel kültür-sanat konferansı etkinliklerinde yapılan üç ayrı konuşmanın metinleri.

YKP’nin 2012’den itibaren düzenlemekte olduğu bilimsel kültür-sanat konferansları dizisi, sırasıyla Yannis Ritsos, Kostas Varnalis ve Bertolt Brecht’e ayrılmıştı. Nâzım Hikmet’e ayrılan 2015 yılındaki program, Atina merkezli olarak Nisan ayında başlamış, Mayıs ve Haziran aylarında yapılan çeşitli etkinliklerle devam ederek, 13 ve 14 Haziran 2015 tarihlerinde yapılan iki günlük bir konferans ile tamamlanmıştı. Nâzım Hikmet odaklı etkinlik dizisine Türkiye Komünist Partisi de çeşitli düzeylerde katkılar sunmuş, etkinlikler boyunca, konuşmaların yanı sıra TKP’li sanatçıların performansları da sergilenmişti.

Yayınlayacağımız metinlerden ilki, konferans etkinliklerinin açılış etkinliği olarak 29 Nisan 2015’te düzenlenen “Nâzım’ın Küba Seyahati” filminin gösterimi öncesinde, filmin yönetmeni Çağrı Kınıkoğlu’nun yaptığı ve Nâzım’ın siyaset ve sanat ilişkisi kavrayışına ve yöntemine sinema ekseninde yaklaşan konuşması. İkinci ve üçüncü yazılarsa, etkinlik dizisinin kapanış oturumları olan 13 ve 14 Haziran 2015 tarihli oturumlarda yapılan sunumlar olacak. Bunlardan ilki Asaf Güven Aksel’in Nâzım’ın siyasal mücadelesi ile sanatsal yaratımı arasındaki ilişkiyi analiz ettiği konuşması, ikincisi de Aydemir Güler’in Nâzım’ın mücadelesine ve partili kimliğine odaklandığı konuşması.

Nâzım’ın yönteminin peşinde

Nâzım’a sinemadan bakmak

Çağrı Kınıkoğlu

Merhaba sevgili dostlar ve yoldaşlar,

Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin düzenlediği Nâzım Hikmet konulu bilimsel konferans etkinliklerinin ilk ayağı olan sinema başlığında bir sunum yapmak üzere davet edip, burada bizleri misafir ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Bu etkinliklerin verimli ve sonuç alıcı bir şekilde gerçekleşmesi ortak dileğimizdir.

İnsanlığın şu karanlık günlerini geride bırakıp aydınlık bir gelecek kurmak için, bu ve benzeri etkinliklere çok ihtiyacımız var. Bu tür etkinlikler, yalnızca geçmişi hatırlamak, anmak işlevi taşımaz. Hepimiz biliriz ki bu etkinlikler, bundan çok daha fazlasıdır: Yarınımızı kendi aklımız, yüreğimiz ve emeğimizle kurabileceğimize dönük inancımızı pekiştirir.

Bu nedenle, öncelikle, bu inancımızı ve umudumuzu çoğaltan, bize güç veren, bugün bizleri sanatın ve sosyalizm mücadelesinin ortak diliyle buluşturmaya devam eden Nâzım Hikmet’i, Yannis Ritsos’u, Neruda’yı, Brecht’i, Aragon’u, Guillen’i, Ayzenştayn’ı, Şolohov’u, Şostakoviç’i ve daha onlarcasını, yani tüm komünist sanatçıları selamlıyorum.

***

Değerli dostlar ve yoldaşlar,

Bu konuşmada Nâzım’ın yaşamında ve üretiminde kimi eserlere, tarihler ve olgulara yer vermektense, ağırlıklı olarak metodolojik bir çerçeve çizmeye, Nâzım ve sinema ilişkisini belirli bir kontekst içinde ele almaya çalışacağım.

Biraz önce izlediğimiz filmde, Kübalı edebiyatçı Lisandro Otero’nun Nâzım Hikmet’le yaptıkları bir konuşmayı aktarırken söylediklerini hatırlatarak başlamak istiyorum. Otero, Picasso’nun bir sosyalist gerçekçi olup olmadığı tartışmasında, Nâzım Hikmet’in “iyi sanat yapan herkes sosyalist gerçekçidir” dediğini vurgulamıştı.

Burada elbette sosyalist gerçekçilik üstüne bir tartışma yapmayacağız. Tarihsel olarak biraz daha farklı bir noktadayız. Önemli olan şu sorudadır: İyi sanat nedir?

Bugün, artık 21. Yüzyılın ilk on beş yılını geride bırakmaktayken, iyinin, güzelin, doğrunun göreli hale getirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Post-modernizm ve kültür endüstrisi, büyük anlatılar çağını kapattığı gibi, insanlığın birikimi olan değerleri de ortadan kaldırıyor. Engels’in vurguladığı “tek ve bölünemez bir ortak aile olarak insanlık” düşüncesinden ve ütopyasından giderek uzaklaşıyoruz. Zaten sınıflara bölünmüş toplumlarımızda cemaatler, tarikatlar, çıkar grupları giderek daha çok damga vuruyor yaşamlarımıza. Bu nedenle bugün iyiyi, doğruyu, güzeli, hiç de öyle soyut değerler olarak değil, tam tersine, sınıflı toplum gerçeğinden, sömürüden yola çıkarak yeniden tanımlamamız gerekiyor.

Nâzım’ın da dahil olduğu büyük komünist sanatçılar kuşağının mirasını değerlendirmeye bu nedenle de çok ihtiyacımız var.

Değerli dostlar,

“Nâzım Hikmet ve Sinema” başlığı ilginç bir başlık.

Biliyoruz ki Nâzım Hikmet öncelikle ve asıl olarak bir şair. Şiirleri, romanları, düzyazılarıyla önemli bir edebiyatçı. Sanatsal üretiminin geneline baktığımızda, ilk sırada edebiyatı görüyoruz. Bunun arkasından tiyatro alanı geliyor. Bu alanda da önemli eserler veriyor. Sinema ise Nâzım Hikmet’in sistemli çalışmalar yaptığı bir alan değil.

1930’larda, yeni kurulan Cumhuriyet’in artık oturmaya, kurumlaşmaya başladığı yıllarda politik kimliğiyle tanınmaya başlayan bir aydın Nâzım Hikmet. Ve komünistlerin çoğunlukla başına geldiği üzere, sermaye düzeni, bu politik kimliğe varlık alanı tanımak istemiyor. Kendi mesleğiyle, birikim sahibi olduğu alanda, yaşamını sürdürebilecek çalışma olanaklarını son derece kısıtlıyor. Nâzım Hikmet’in sinema alanıyla doğrudan ilişkilenmesi, film üretimine ayağını basması bu zeminde oluşuyor. Sanatın hem teknik hem de ideolojik anlamda ne olduğunu kavramış bir sanatçı olarak, bir emekçi olarak faaliyet gösteriyor sinema alanında. Basitçe, geçimini sağlayabilmek için. Seslendirme alanında ve senaryo yazımında görev üstleniyor.

Bu kadar değil elbette. Ama oraya geçmeden önce, başka bir alana sıçramak istiyorum. Nâzım Hikmet’in bir komünist sanatçı olarak kendisine biçtiği görev ile sinema arasındaki daha farklı bir ilişkiye, bir buluşmaya değinmek istiyorum.

***

Nâzım Hikmet 20. Yüzyılın hemen başında dünyaya geliyor. Bu dönem, yani 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başları, insanlık tarihi açısından çok önemli bir dönem. Lenin’in ifadesiyle, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçtiği dönem. Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, insanlığın “ya sosyalizm, ya barbarlık” aşamasına geldiği bir dönem. Sermaye sınıfının tüm dünyayı egemenliği altına aldığı, üretimin ölçeğinin olağanüstü şekilde büyüdüğü, başta işçi sınıfı olmak üzere milyonlarca insanın kentlere yığıldığı, toplumsal, iktisadi, politik, kültürel düzlemlerde muazzam çelişkilerin biriktiği bir dönem. İnsanlığın topyekûn krizde olduğu bir dönem. Toplumsal yaşamın diyalektiğinin berraklaştığı, görünür hale geldiği bir dönem.

Bu dönem, hepimiz biliyoruz, sanat alanında ekspresyonizm olarak yaşandı. İleri ile geri olanın, hızlı ile yavaş olanın, avangard ile geleneksel olanın, devrimci ile tutucu olanın, gelişkin ile dekadanın çatıştığı, bir arada var olduğu, zaman zaman iç içe geçtiği bir dönem. İşte sinema da, bildiğimiz gibi, bir anlatım formu olarak bu dönemde ortaya çıkıyor ve gelişmeye başlıyor. Arnold Hauser “Sanatın Toplumsal Tarihi” kitabındaki “Film Çağı” bölümünde bu dönemi ve tekniği analitik bir şekilde ele alır. Walter Benjamin de “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretildiği Çağda Sanat Yapıtı” makalesinde çarpıcı gözlemler ve çözümlemeler ortaya koyar bu döneme ilişkin.

Bu çakışma, yani dünyanın bir taraftan parçalandığı, bir taraftan başka bir düzlemde bütünleşmeye mecbur olduğu dönem ile sinemanın çakışması, bugünden baktığımızda görebiliyoruz ki, pek tesadüf değil. Nesnellik, biriktirdiği tüm çelişkilerle, yeni bir anlatımı davet ediyor tarih sahnesine ve sinema ortaya çıkıyor. Diğer tüm sanatların birikimini, gücünü arkasına alan yeni bir anlatım ile karşı karşıya kalıyoruz.

Sinema bu anlamda ve diğer sanatlardan farklı olarak, zaman, mekân ve hareket aracılığıyla yapılan bir sanat. Müziğin ses ve nota, resmin renk ve doku ile yapılması gibi, sinema da zaman ve mekân ile kurulabiliyor, yapılabiliyor. İnsanlığın, zamana ve mekâna müdahale edebilmesinin ifadesi haline geliyor. İlk kuşak Sovyet sinemacılarının bu alandaki üretimleri, sinemayı bir eğlence olmaktan çıkarıp çok güçlü ve çağdaş bir sanat haline getiriyor.

Değerli dinleyiciler,

Sizleri sinemanın “ontolojik” meseleleriyle sıkmaya niyetim yok. Hepimizin her an yüz yüze olduğumuz bir sanat formunu size bir kere daha anlatmak istemem. Ancak bunları vurgulamam gerekliydi. Çünkü Nâzım Hikmet’in sanatını kavramak için bu zemine ihtiyaç var.

Nâzım Hikmet’in sanatına genel hatlarıyla baktığımızda, karşımıza, çok zengin, çok renkli, çok dinamik bir eserler bütünü ve ifade biçimi çıkıyor. Ne mutlu bize, konuşmanın başında andığım tüm komünist sanatçılarda benzer bir durumla karşılaşıyoruz: Nâzım, Ritsos, Mayakovskiy, Ayzenştayn, Brecht, Aragon, hepsi, bu anlamda kendi çağlarının damgasını taşıyorlar. Çağları son derece dinamik, son derece karmaşık, sonsuz bir barbarlık ve sonsuz olanak ve umut yüklü. Bu büyük komünist sanatçılar, bu dinamizmden yorulmak bir yana, bunun üstüne gidiyorlar. Aynı sinemanın tüm sanatları kucaklaması gibi, bu sanatçıların da tamamı tiyatro ile, şiir ile, edebiyat ile, resim ile, müzik ile, karikatür ile, mimari ile, kendi halklarının kültürü ile, tüm insanlık ile çok yakından ilgililer. Bunun ötesinde doğa bilimleriyle, sosyal bilimlerle ve elbette hem politik hem de felsefi anlamda Marksizm’le doğrudan ilişkililer. Kendi çağlarının sorularını sormak, yanıt üretmek, bunları açıkça anlaşılır hale getirmek için, insanlığın o güne değin biriktirdiği tüm deneyim ve tekniği kucaklayarak, yeni, gerçekten yeni bir sanata imza atıyorlar. “Gerçekten yeni” diye özellikle vurguladım çünkü bugün hepimiz görüyoruz ki, post-modernizm ve kültür endüstrisi, bugün aynı Irak’ta, Suriye’de gördüğümüz şekilde barbarlığın insanlık birikimini yağmalaması gibi, kültürel-sanatsal birikimi yağmalıyor ve bunu “yeni” olarak sunuyor.

Bizimkilerin yaptığı bu değildi. Bizimkilerin yaptığı “barbarlık değil, sosyalizm” demekti.

***

Sinema, işte yukarıda tarif etmeye çalıştığım çerçevede, toplumsal yaşamın diyalektiğini çok zengin ve aktif bir şekilde sergileme anlamında, büyük olanaklar sundu. Bireyi ve toplumu, belirli bir an’ı ve süreci, güncelliği ve tarihi, parçayı ve bütünü, öznelliği ve nesnelliği, karşılıklı ilişkileri ve çatışmalarının tüm zenginliğini içerecek şekilde ortaya koyabilen bir anlatım biçimi oldu.

İşte Nâzım Hikmet ve sinema ilişkisi, benim açımdan, kendi çağının ihtiyaç duyduğu bu karmaşıklığı anlatmakta ortaya koydukları çözüm açısından ilginç bir çakışma barındırıyor. Nâzım Hikmet’in devrimin Rusyası’na gittiğinde, 1921 yılında Ekim Devrimi’nin sinemacılarından Pudovkin’in “Açlık… Açlık… Açlık…” filmini izleyip çok etkilendiğini, bu etkiyle “Açların Gözbebekleri” şiirini yazdığını biliyoruz. Bu etki sadece teknik bir etki değil. Çağdaş bir tekniğin, çağdaş bir sanat ve çağdaş bir ütopyanın, sosyalizm düşüncesinin ve pratiğinin buluşmasıdır bu ve çok önemlidir. Görüntüdeki karmaşayı sadeleştirip, yalınlaştırıp, onun arkasındaki gerçek dinamikleri açığa çıkarmada sinemanın eşsiz bir konumu var.

Bu buluşmanın, çakışmanın karşılığını Nâzım Hikmet’in şiirinde somut olarak görmek mümkündür. Konuları açısından, ifade biçimleri açısından, temaları açısından neredeyse “bu dünyada ne olmuşsa, ne olmaktaysa ve ne olacaksa, benim ilgi alanımdadır,” der Nâzım Hikmet adeta. “Resim mi, opera mı, halk türküsü mü, mimari mi, felsefe mi; toplumla buluşabilmem, meselemi anlatabilmem için ne gerekiyorsa, benim kullanımımdadır,” der sanki. Sanatı hem zamanda hem de mekânda yayılır ve çok dinamiktir.

Bunun ötesinde, onun şiiri, son derece sinematografik bir şiirdir. Nâzım Hikmet okurken, bir insanın sıklıkla neredeyse film izlediği duygusuna kapılmaması imkânsızdır. Bir filmdeki gibi: Nâzım Hikmet’in şiiri yakın plan kullanır, genel plan kullanır, kamera hareketleri yapar neredeyse; Nâzım Hikmet’in şiirleri birer montaj harikasıdır, genelden özele, güncellikten tarihe, son derece politik bir meseleden son derece kişisel bir meseleye, ve tersine, cesaretle sıçrar durur. Nasıl ki sinemada bir plan veya bir sahne, filmin bütünüyle anlam kazanabilirse, nasıl ki bir kamera hareketi filmin bütününün hareketiyle anlam kazanırsa, Nâzım Hikmet’in bir dizesi, bir imgesi, Nâzım’ın anlatmak istediğiyle, Nâzım’ın politik, ideolojik doğrultusu içinde anlam kazanır. Bu bütünlükle kopmaz bir şekilde bağlıdır.

***

Değerli dostlar, yoldaşlar,

Kısaca bugüne değineceğim, Türkiye’den kimi örnekler vereceğim. Bitirmeden önce vurgulamak istediğim birkaç konu daha var.

İçinizde takip edenler olmalı, Türkiye’de sinema, 1990’larla birlikte bir sıçrama yaşadı. 1990’lar, bizim Yeşilçam dediğimiz, melodrama dayalı, sinematografiye ve estetik düşünceye önem vermeyen, politik meselelerden uzak duran popülist, ortalamacı sinemadan kopuşu ifade etti. Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenler, bir dönem için kendi memleketlerinin insanına hassasiyetle yaklaşan, onun dertlerini dert edinen, onun maruz kaldıklarına isyan eden bir sinema yapmaya başladılar. Ancak bu çıkış kısa ömürlü oldu. Çünkü ilginç bir şekilde, Türkiye ve dünyanın gidişatı, sanatçıları politize olmaya davet ederken, bu sanatçıların büyük bir kısmı tarihin bu çağrısına kulak vermediler, sanatlarına gömüldüler. Sermaye düzeninin dünya çapında, festivaller, fonlar, sponsorluk mekanizmaları ile kurduğu tuzaklara, sinema yapabilmek adına, göz yumdular. Sanat sineması diye bir şey çıktı, “insanlığın evrensel meselelerini anlatmak” derdi, kendi çağlarının meselelerinin önüne geçti. Öyle anlaşılıyor ki, “insan iyi midir, kötü mü?” türü sorular sormakla uğraşıyor bu “sanat sineması”. Oysa tüm o büyük komünist sanatçıların bu soruya verdikleri bir yanıt, daha doğrusu, karşılık olarak sordukları bir soru vardır: “Hangi insan?”

Sizler, Nâzım Hikmet’in veya Yannis Ritsos’un veya Bertolt Brecht’in “sanat şiiri” veya “sanat tiyatrosu” diye bir şey yazmış olabileceklerini düşünebiliyor musunuz?

Nâzım Hikmet’i önemli kılan noktalardan biri de buradadır: Çağının gerektirdiği anlatım biçimlerini, çağının gerektirdiği ifade zenginliğini, çağının temel politik meselelerinden ayrı tutmadı Nâzım Hikmet. Bu nedenle de onun sanat alanında ortaya koyduğu eserlerin çığır açıcı niteliği ve ömrü ile 1990’lardan itibaren Türkiye sinemasındaki gelişmenin niteliğini ve ömrünü karşılaştırdığımızda, ilkinin, yani Nâzım’ın yaklaşımının daha doğru ve geçerli olduğu çıkıyor ortaya. Nâzım’ın eserlerinde “evrensel insan” yoktur. Bu anlamda “kozmopolit” değildir. Nâzım’da kendi çağının insanı, belirli bir coğrafyada, belirli bir tarihsel kesitte, belirli sınıflara mensup, çıkarları çatışan insanlık vardır. Başkaldıran, isyan eden, yenilen, zulme uğrayan, örgütlenen, örgütlenmediği için yalnızlaşan, çaresizleşen, korkan, kaçan, ihanet eden ya da meydan okuyan somut insan. Bu somut insanı ve mücadelesini evrenselleştiren, tüm dünyadaki insanlığın ortak meseleleri olan emperyalizm ve kapitalizmdir, tüm insanlığı kuşatan gericiliğin karanlığıdır, bunlara karşı verilen aydınlık bir dünya, sosyalizm mücadelesidir.

***

Son değinmek istediğim konuya gelmiş oldum böylece:

Başlarda, Nâzım’ın sinemadaki varoluşunun sadece geçim meselesi olmadığından bahsetmiştim.

1930’lardan 1963’teki ölümüne kadar, tüm sanatlarla olduğu gibi sinema ile de ilgilenen, kafa yoran, bu konuda yazılar da yazan Nâzım’ın önem verdiği meselelerden biri burada da ortaya çıkıyor: Sinema neyi anlatacak? Bu soruyu soruyor Nâzım çünkü kendi ülkesinde gördüğü örnekler, (aslında bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız,) ya sermaye düzeninin yol açtığı sorunları sermaye düzeniyle ilişkilendirmeden, duygusal, komik ve acıklı boyutlarıyla ortaya koyan filmler, melodramlardır. Ya da dünyaya, hayata ve kendi memleketine emperyalizmin gözleriyle bakan filmlerdir. İlgilenenleriniz mutlaka vardır: Özellikle 1960’larda “Üçüncü Sinema” olarak adlandırılan sinema ekolü, omurgasına anti-emperyalizmi yerleştirmiştir. Nâzım daha önce yaptı anlamında söylemiyorum, kimin önce yaptığı bir yerden sonra önemsiz ama şunu vurgulamalıyım ki Nâzım Hikmet, daha 1930’larda, o hepimizin bir yerlerde rastladığı Afrika yerlilerine, Kızılderililere, Latin Amerika yerlilerine medeniyet götürdüğünü iddia eden beyaz adamın yani emperyalizmin kahramanlaştırıldığı filmlere dönük ağır eleştiriler yapıyordu. Bir yazısında şöyle diyordu örneğin, İstanbul’da gösterime giren bir filmden bahsederken: “İstilacı bir emperyalizme karşı memleketini müdafaa eden bir millet, adi eşkıyalar, çapulcular haline sokulmuş. Emperyalizmin uşakları kahraman olmuşlar. Film öyle kurgulanmış ki, seyirci zorla istilacılarla beraber oluyor ve onların zaferini alkışlamaya mecbur ediliyor. Türkiye’nin en büyük hususiyetlerinden bir tanesi de vaktiyle bir anti-emperyalist kavgaya girişmiş olmasıdır. Böyle bir kavganın hatıraları hala taptazeyken emperyalist istilanın acılarını çekmiş bir şehirde nasıl olur da emperyalizmin methiyesini yapan böyle bir kepazelik gösterilir? (…) Bu kepazelik bir daha tekrar etmemeli. Türkiye seyircileri, aşk, kıskançlık dalaveresi ile sinema yıldızlarının baldır ve bacaklarıyla emperyalizmi alkışlamaya teşvik edilmemelidir.”

Nâzım’ın bu sözleri, bize bir dizi şey söylüyor elbette. Ben şuraya dikkat çekeceğim: Nâzım Hikmet, daima sanatın ne anlattığı ve nasıl anlattığı konusuyla ilgilidir. Bu ilgisi çerçevesinde, hemen kolları sıvayıp üretmeye soyunur. Türkiye’de sinemanın kendi topraklarının kültüründen beslenmesi, sınıf çelişkilerinin üstünü örten bir içerik ve anlatımdan uzaklaşarak, anti-emperyalist, emekçi halk karakteri taşıyan bir sinema haline gelmesi için çeşitli tasarılar geliştirir. Bu doğrultuda üretilmiş olan Kızılırmak-Karakoyun filmini bu etkinlikler kapsamında programa alındığını biliyorum. Orada da görülebilir ki, Türkiye’de sinemanın teknik ve estetik anlamdaki geri düzeyine rağmen, o koşullarda, söylediğim çerçevede daha ileri bir damar yaratmaya çaba gösterir Nâzım; mükemmeliyetçiliğe düşmeden.

Yaşadığı topraklar düşünüldüğünde, Nâzım ve sinema ilişkisi çerçevesinde bir ilginç konu da, Çarlık ve Osmanlı imparatorluğu karşılaştırmasında bulunuyor. Çöken iki imparatorluğun ardından hemen hemen aynı dönemde kurulan iki iktidarın sinemayı hangi noktadan hangi noktaya taşıdığı, kışkırtıcı bir araştırma konusudur. Ancak çok uzatmamak için, bu konuya burada girmeyeceğim. Sadece not düşmüş olayım.

***

Devam edelim: Nâzım Hikmet’in politik nedenlerle Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldığı 1951’den sonra yerleştiği Sovyetler Birliği’nde ürettiği kimi senaryoları da filme çekilir. Bunlardan birkaçı yine bu etkinlik programında bulunuyor. Bu konuyu da birkaç cümleyle geçmek istiyorum. Bu senaryoların bir kısmı yine güncel politik meselelere ilişkindir, kimileri de kendi yaşam ve mücadele öyküsünden kesitler ortaya koyar; nostalji amacıyla değil, yine politik-ideolojik karakteri olan “hatırlamalar”dır bunlar. Bu üretimlerinde de tek boyutlu değildir Nâzım’ın yaklaşımı: Sadece uzun metrajlı, oyunculu film anlamaz sinemadan, çizgi film senaryoları bile yazar. Yeri gelmişken söyleyeyim, bizim henüz izlemediğimiz bir film de var bu programda. Bu nedenle yoldaşlara, bu filmi ortaya çıkardıkları için burada bir kez daha özellikle teşekkür etmek istiyorum.

***

Artık yavaş yavaş bu konuşmayı noktalamak iyi olacak. Umarım Nâzım Hikmet ve sinema ilişkisine dair kurmaya çalıştığım eksen sizler açısından kimi tartışma noktaları oluşturmuştur. Bu eksenin dışında, yine ilginç olabilecek kimi değerlendirmeler yapılabilir, farklı yaklaşımlar da geliştirilebilir elbette ve geliştirilmelidir de. Örneğin, size belki farklı bir düşünce gibi gelebilir ama şahsen Theo Angelopoulos’un filmografisindeki kimi eserlerinde yapmaya çalıştığı şey ile Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları” ve benzeri şiirlerinde yaptığı şey arasında kimi paralellikler buluyorum. (Kişisel olarak da önemsediğim bir sinemacının ülkesinde, sinema odaklı bir konuşmada bu konuya hiç girmeseydim, onu yetiştiren Yunan halkına ve mücadelesine haksızlık etmiş olurdum…) Paralellikler derken, Angelopoulos’un -inancını bütünüyle yitirdiği- 1980’lerle birlikte yaptığı filmlerdeki giderek koyulaşan melankolisini kastetmiyorum elbette. Kastettiğim Angelopoulos’un tüm filmleri değil, ama bizim “Tarih Üçlemesi” diye bildiğimiz filmlerden özellikle ikisi, “Kumpanya” (O Thiasos) ve “Avcılar” (Oi Kynigoi) filmleri.

Nâzım Hikmet, en önemli eserlerinden biri olan “Memleketimden İnsan Manzaraları” tasarısı hakkında, yetişmesinde Nâzım’ın önemli emeği olan bir başka romancı Kemal Tahir’e Bursa Cezaevi’nden yazdığı bir mektupta şöyle diyor:

“Şimdi yapmak istediğim şeyi ve planını anlatayım. 1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin somut ifadesi okuyucuya ana hattında belirli bir devirdeki, çeşitli sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin belirli bir tarihi devirdeki sosyal durumunu anlatsın. Tabi donmuş bir halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla. 3) İstiyorum ki, ikinci planda, Türkiye toplumunu çevreleyen dünya durumu -belirli bir devredeki- anlaşılsın. 4) İstiyorum ki -nereden gelinip, nerede olunduğu, nereye gidildiği sorusuna- sahanın içinde azami imkanlarla cevap verilsin. Bu dört nokta ana meselemdir.”

Angelopoulos’un Kumpanya ve Avcılar’da kurduğu yapıyı, Nâzım’ın az önceki sözlerinde ifade ettiklerine çok yakın buluyorum. Angelopoulos söz konusu olduğunda öncelikle akla gelen hep mitoloji referansı olur ama bende daha çok bu söylediğim çağrışımı yapıyor, özellikle bahsettiğim filmleriyle. Ülkesini tarihiyle, güncelliğiyle, olanca zenginliğiyle ele almaya yönelen filmler bu iki filmi. Elbette, önemli farklar var iki sanatçı arasında; tempo ve dinamizm açısından, teknik açılardan… Bildiğimiz gibi, Nâzım, kaleme aldığı uzun destanlar dışında, kısa, vurucu, hatta marş niteliği taşıyan çok fazla sayıda şiire de imza atıyor. O anlamda pek çok formu kapsayan bir üretimi var Nâzım’ın. En önemli fark da, umut ve umutsuzluk düzleminde ortaya çıkıyor: Nâzım, hiç tükenmeyen umuduyla, sosyalizmin kazanacağına inancıyla ve sermaye sınıfına ve temsilcilerine dönük hiç azalmayan öfkesiyle, sanırım Angelopoulos’un kaçırdığı halkayı elinden hiç bırakmamış oldu.

Artık bitiriyorum.

Sizlere, beni dinleme sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ediyorum.

Başta genç akıllarına ve yüreklerine çok ihtiyaç duyduğumuz sanatçı adaylarına ve sanatçılarımıza olmak üzere, hepimize kolay gelsin. Çok çalışmamız, çok üretmemiz, çok mücadele etmemiz gerek. Nâzım’ın ve diğer sanatçıların mirası, yük olmak için değil, çağımızın sorularını sormakta önümüzü açmak için bizleri bekliyor. Bu birikimi sırtlayınca hafifleyeceğimize eminim.

Sanatın ve mücadelemizin ortak dilinde buluşmamıza vesile olduğu için Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne bir kez daha teşekkür ediyorum.

Eşit, özgür, kardeşçe yaşanan, sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek özlemiyle hepinizi selamlıyorum.