"Misak-ı Milli, dilimizin ucuna peşinden “sınırları” sözcüğünü getiren bir kalıp. Sınırları vurgusu olmadan bir Misak-ı Milli düşünülebilir mi?"

Misak-ı Milli’nin tarihi ve revizyon tartışmaları: İleri ile geri olanı ayrıştırmak

Birinci Dünya Savaşı’nın bir diğer adı da Birinci Paylaşım Savaşı’dır. Burada ifade edilen paylaşım, petrolün, Akdeniz’in, Süveyş’in, ticaret yollarının anahtarını elinde tutan Osmanlı’nın paylaşımıdır. … maalesef Misak-ı Milli sınırlarımızdan daha azına razı olmak zorunda kaldık. … Maalesef, kimi çevreler, Misak-ı Milli’yi tersinden okumuş, uzun süre Türkiye’nin ve Türk milletinin ufkunu, gönül sınırlarını bu çerçevenin içine hapsetmeye kalkmıştır… milletimizi 100 yılı bile bulmayan kısır bir tarihe mahkum etme yaklaşımını reddediyoruz. …. Gayet açıktır ki, Birinci Dünya Savaşı’nın ve onun devamı olan İkinci Dünya Savaşı’nın açtığı uzun parantez hala kapanmamıştır.1

Yeni Türkiye Dergisi’nin 2017’de yayınladığı 1400 sayfalık Misak-ı Milli özel sayısının ilk makalesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla bunlar yazılmış. Dikkat edilirse yazıda Misak-ı Milli’den hem taviz verildiği söyleniyor hem de Misak-ı Milli’nin yeniden yorumlanması savunuluyor. Bu sözlerin vardığı tek bir nokta var: Teritoryal revizyonizm ve irredentizm.2 Yani nasıl ki Hitler Almanyası, Kayzer Almanyası’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini tanımayıp sınırlarını yeniden genişletmeye kalktıysa Türkiye’nin de Misak-ı Milli’yi belirleyen Mondros Ateşkes Anlaşması’yla şekillenen sınırlarını tanımama hakkı olduğu ima ediliyor. Herhalde yüz yıl önce bunu birileri okusa “İttihatçılığın hortlaması” derdi. İttihatçılığın devrimci nosyonunu içerip aşan Cumhuriyet devrimciliğinden ricat edildiğinde geriye olsa olsa İttihatçılığın en pespaye imparatorluk hayalleri kalır çünkü. 

Tarihte devrimci ile tutucu olanı, ileri ve geri olanı ayıracak filtrelere ihtiyacımız var. Bu ikisinin iç içe geçebildiği dönemeçlerde Marksizm’in bize sağladığı filtreler iyi çalışmıyorsa hatlar birbirine karışabiliyor. O yüzden Misak-ı Milli’nin yüzüncü yılında bu belgenin çokça incelenmiş tarihsel bağlamına ve üzerine yürütülmüş tartışmalara tekrar bakmanın bugün Türkiye’de burjuva devriminin önemli bir dönemecini ve Türkiye’de egemen sınıfın karakterindeki değişimi anlamamızı sağlayacağını düşünüyoruz. 

Misak-ı Milli tartışması, devrim coğrafyası içine giren Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’ni, Cumhuriyet’in kuruluş temellerini ve bugün bu temellerin nasıl sorgulandığını anlamak açısından önemlidir. Bu tartışma, yalnızca Cumhuriyet’i tasfiye etmek üzere iktidara gelmiş bir gücün ulusal kurtuluş savaşının kritik bir belgesini manipülasyonu ile ilgili değildir. Aynı zamanda, emperyalist sistemin ahenkli hareket etmekte zorlandığı ve devrim cephesinin inisiyatif aldığı bir dönemin güç dengeleri ortadan kalktığında, burjuva devriminin eşit egemenlik hakkı ilkesinin kimler tarafından ayaklar altına alınabildiğini gösterir: Yeni Osmanlıcı muhafazakarlar, milliyetçiler ve liberaller, burjuva devriminin tarihsel kazanımlarını sorgulamakta ortaklaşmaktadır. 

Yüz yıl sonra egemen ideolojinin çeşitli kanatlarının Misak-ı Milli’yi yeniden tartışma ihtiyacı duyması dünya kapitalizminin bu tür ayak bağlarından kurtulma ihtiyacının bir yansımasıdır. Bu durumda belgenin tarihsel değerinin algılanması için Türkiye devrimine “devrimci” bir bakış ve Türkiye’yi yeniden bir devrim coğrafyasına dönüştürme arayışı gerekiyor.

O halde önce kısa bir yöntem hatırlatması….

Liberal Batı’nın ve Milliyetçi Üçüncü Dünyacılığın nazarından Misak-ı Milli

Misak-ı Milli, dilimizin ucuna peşinden “sınırları” sözcüğünü getiren bir kalıp. Sınırları vurgusu olmadan bir Misak-ı Milli düşünülebilir mi? Kimilerine göre Misak-ı Milli, Türkiye’deki burjuva devrimi sürecinin son aşaması olan Kemalist devrimin kopuşçu yönünü temsil ediyor. Burada “resmi tarihçiliğin” ötesinde iki yaklaşım var. Birincisi Türk devrim tarihini çalışan Batılıların tutumu: İngiliz tarihçileri Toynbee ve Kirkwood, Misak-ı Milli’yi İngiltere’nin Magna Carta’sı, Amerikan Devrimi’nin Haklar Bildirgesi’yle, kimileri de Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’yle karşılaştırıyorlar.3 Cumhuriyet’in kuruluşunun daha üçüncü yılında yapılan bu benzetmeleri Batılı burjuva devletler âlemine güçlü bir hoş geldin olarak okumak mümkün. Sınırlarını bilen fakat daha önemlisi sınıfsal ve siyasi rotası “Batı” olarak belirlemiş modern bir Türkiye’nin doğuşunu selamlama… Kurtuluş Savaşı sürecinde önderliğin İslam ve Şark karakterli pozlarının taktiksel olduğunu nihayet görüp rahatlamış bir Batı nazarından söz ediyoruz. Bu süreçte zaman zaman verilen Bolşeviklerle müttefik pozlarının yarattığı huzursuzluktan kurtulmuş olunmasını hiç düşünmeyelim bile.

Öte yandan Kemalist devrim, bir 20. Yüzyıl burjuva devrimidir. Avrupa’nın feodalizmden kapitalizme geçişinde ve Yeni Dünya’nın Eski Dünya’dan bağımsızlaşmasında egemen sınıf içi verilen mücadelelerin karakterinden farklıdır. Emperyalizm çağına girilmiştir, geç kapitalistleşen toplumlarda burjuva devrimci dönüşümler tam olarak gerçekleşmemiştir, burjuva devriminin tutucu özellikleri kendisini göstermektedir, üstelik potansiyel bir işçi sınıfı devriminin somut hali kuzey komşuda doğrudan gözlenmektedir. Yine bu çağa ait bir ulusal kurtuluş mücadelesine sunduğu olanaklar ve tehditlerle… Misak-ı Milli belgesini karakterize eden asgari tarihsel koşullar bunlardır. Fakat ötesi, bu tarihsel koşullar içerisinde devrim sürecinin merkezinde durmayı başaran Mustafa Kemal önderliğinin aldığı kimi zaman çok cesur ve ileri, kimi zaman da Misak-ı Milli’nin bugün Yeni Osmanlıcılığa kolayca bağlanmasına elveren geri tutumlardır. Kemalist devrim gerçekten çağının çelişkili renkliliğini taşımaktadır.

Yukarıda Misak-ı Milli belgesine temsil ettiği “sınırların” ötesinde bir kopuşçu anlam yüklendiğinden bahsettik. Aynı yaklaşımı taşıyan liberal Batılıların dışında, onlarla tamamen zıt ve Yeni Osmanlıcılığa kapı aralayan bir milliyetçilik de var. Bunun güncel sakil örneklerine geleceğiz ama bu yaklaşımın daha nitelikli ve tehlikeli bir versiyonunu Atilla İlhan’ın Üç Misak-ı Millisi üzerinden anlatalım. İlhan’a göre Misak-ı Milli toprakla, emekle ve eğitimle ilgili üç boyuta sahiptir. Misak-ı Milli’nin emeği merkeze alan ancak ulusal burjuvaziyle ittifak halinde bir iktisadi kalkınma ve aynı zamanda eğitime dayanan bir aydınlanma arayışı olduğunu ileri sürer İlhan. Devrim/karşı-devrim dinamikleri arasında Mustafa Kemal’in ileri ve geri hamlelerinin tutarlı bir kombinasyon oluşturduğunu düşünerek ulusal kurtuluş ile İslam aleminin kurtuluşu misyonlarını örtüştürür. Bunun sonucunda Misak-ı Milli’nin toprak sınırlarıyla ilgili üçüncü boyutunu şöyle yorumlar: Misak-ı Milli bir sınır değil “sınırsızlık” belgesidir. O yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin örneğin Kuzey Irak’a ve Kıbrıs’a yaptığı müdahaleler meşrudur.4 Değerli bir ozan olan İlhan’ın ömrü vefa etseydi Suriye’ye müdahaleleri de destekleyeceğini düşünmek acı veriyor. İlhan’ın bu değerlendirmeleri, Ekim Devrimi’nin yokluğunda ve sosyalist devrim ekseni dışında yeniden üretilmeye çalışılan bir Üçüncü Dünyacılığın gericilik ürettiğinin bir göstergesidir.

Peki, Marksistler açısından devlet sınırları nedir? İleride de değineceğiz, devletin tarihsel meşruiyet taşıyan sınırları devrimci dönüşüm süreçlerinin yayılma sınırları tarafından belirlenir. Bunun karşısında ise kabaca emperyalizmin, karşı-devrimin yayılma sınırları vardır. Devrimin galebe çaldığı bir konjonktürde Lenin’in “Ulusal Sorun Üzerine Söylev” başlıklı makalesinden alıntıyla konuya bir çerçeve kazandırıp geçelim:

Marx, ulusların eşitliğinin ve kendi kaderlerini tayin hakkının yalnızca sözde kalan ve çoğu kez ikiyüzlüce tanınmasına karşı, ulusal sorunun çözümünde de yığınların devrimci eylemini savunmuştur. 1914-1916 emperyalist savaşı, … Marx'ın çizgisini parlak bir biçimde doğrulamıştır.

"Kahrolsun sınırlar" sloganı altında sosyalist devrim "yöntemi" ne demektir? Bir devletin gerekli olduğu inancındayız ve devlet olunca sınırlar da olur. Devleti, doğal bir burjuva hükümet içerebilir, ama bize sovyetler gerek. Ama sovyetler de, sınırlar sorunuyla karşı karşıyadırlar. "Kahrolsun sınırlar" ne demektir? Bu, anarşinin başlangıcıdır... "Kahrolsun sınırlar" sloganı altında sosyalist devrim "yöntemi", kafaları karıştırmak için birebirdir. Sosyalist devrim için zaman olgunlaştığında, bu devrim gerçekleştiğinde, başka ülkelere yayılacaktır. Yayılmasına yardım edeceğiz elbet, ama nasıl, henüz bilmiyoruz.

Biz, sınırlar, halkın iradesiyle saptanmalıdır diyoruz. … Ancak sosyalist devrim bir yöntem olmaktan çıkıp bir gerçek olduktan sonradır ki, "kahrolsun sınırlar" sloganı doğru bir slogan olacaktır. Ancak o zaman "Yoldaşlar bize gelin" diyeceğiz.5

1917’de söylenen bu sözlerin 1920’de Anadolu’daki karşılığı, sosyalist devrim gerçekliğinden uzak ancak ondan güç alan bir halk iradesinin kendi meşru sınırlarını belirlerken nihai olarak yine devrim fikrinden güç almasıdır. Misak-ı Milli sınırlarının belirlendiği süreci Sovyet iktidarı gördükçe kavradı, ona müdahil oldu ve onu şekillendirenler arasına katıldı. Bu yönleriyle de Misak-ı Milli, içinde yaşadığımız coğrafyanın tarihsel belirlenimi bakımından miladi bir belgedir ve konu yalnızca toprak sınırlarına sıkıştırılamaz. Öte yandan da kadim bir İmparatorluk dağılırken ve bugün bizim “Türkiye” diye isimlendirdiğimiz coğrafya sömürgeciler tarafından işgal edilmeye çalışılırken “toprak” önemsiz olabilir mi? Tarihsel gelişimin ayrıntılarına girelim ve görelim.

Osmanlı’nın son dansı

Osmanlı devletinin Dünya Savaşı’na girdiği sıradaki durumu için birbirine zıt gözükebilen iki şey söylenebilir: Bir yandan yarı-sömürgeleştirilmiş bir feodal devlet, diğer yandan kendisine emperyalist hamiler seçerek yeni paylaşım mücadelesinde rol kapmaya çalışan bir yarı-kapitalistleşmiş devlet. Bu iki boyutun birlikteliği, belli düzeyde bir sosyal ve ekonomik modernizasyon, modern sınıflar mücadelesi nüvelerinin oluşumu ve bir burjuva devrim iddiası gerektiriyor. Öte yandan emperyalizm çağı aynı zamanda bir sosyalist devrimler çağıdır. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası sayesinde zincirin zayıf halkalarında işçi sınıfı öncülüğünde kopuşların yaşanması olasıdır. Gerek sömürgeleşme gerek emperyalist paylaşıma katılmanın yarattığı çelişkiler, devrimci müdahalelerle böylesi bir kopuşa her an evrilebilir.

Erdoğan’ın söylediği gibi Birinci Dünya Savaşı’nın bir yönü, İmparatorluk topraklarının Avrupalı sömürgeciler arasında paylaşılmasıdır. Ne var ki üst ligde emperyalist rekabet şiddetlenirken altlarda ulusçu akımlara bağlı olarak İmparatorluk dağılma emareleri göstermektedir. Bu süreçte, hem sınıfsal hem ideolojik açıdan Türk devrimciliğinin membaı olan Balkan coğrafyası kaybedilmiştir. Fakat Doğu coğrafyası için aynısı geçerli değildir. Bu coğrafyada, Erdoğan’ın söylediğinin aksine Osmanlı devleti sadece varlığını korumaya çalışmamaktadır; olanca “kifayetsiz muhterisliğiyle” modern paylaşım ligine katılarak etkisini artırma ve yayma çabası içindedir. Savaş arifesinde Enver Paşa ile Mustafa Kemal’i yan yana getiren Trablusgarp cephesi, İtalyan sömürgecilerine karşı Osmanlı’nın İslam’ı kullanarak Kuzey Afrika’daki uzantısını korurken bölgesel etkisini yayma girişimidir örneğin. 

Osmanlı devleti 19. yüzyılda modernleşirken, hâkim olduğu bölgelerde kaçınılmaz bir şekilde ulusçu akımlar güç kazanmaktadır. Bu eğilimin son etkisi altına giren yer Ortadoğu Arap coğrafyasıdır. Bu coğrafya Dünya Savaşı’na girilirken modernleşmeden en az nasibini alan ve Dünya Savaşı’nın gerilimini en fazla yaşayan bölgedir. Sadece Avrupalı sömürgeciliğin etkisiyle değil bu gerilim nedeniyle de cephe gerisi son derece kırılgan hale gelmiştir. Örneğin Misak-ı Milli sınırları içine ileride yerleştirilecek olan Halep savaş başında Osmanlı’nın kaçınılmaz mukadderatını yansıtmaktadır: 

Arkadaşlarına [kısa süreceği varsayılan savaş sonunda muzaffer olarak] İskenderiye üzerinden İstanbul’a deniz yoluyla geleceğinin sözünü veren Cemal Paşa yolculuğuna bir bataklık denizinde başlamıştı. Halep’teki demiryolu istasyonunda trenden askerlerin sırtında taşınarak çıkmak zorunda kalmıştı. Durum her yerde ümit kırıcıydı.6

Osmanlı devletinin Suriye’ye yaptığı “müstemleke” muamelesi Suriye’ye daha savaşın ilk yıllarında açlıktan ve hastalıktan on binlerce sivil ölümüne sebep olur, isyanlar çıkar. Yarattığı tepki, Osmanlı’nın savaşta Hilafeti istediği gibi etkili kullanamamasına sebep olmuştur. Üstelik İtilaf devletleri Arapları Osmanlı devletine karşı kışkırtmakta, kendi saflarında onlara bağımsızlık vaat etmektedir.  Osmanlı tebaası olan Arap halkları Batılı sömürgeciler ve Osmanlı boyunduruğu arasında sıkışmışlardır. 

Öte yandan Dünya Savaşı’nın yarattığı etki bakımından Arap coğrafyası türdeş bir manzara göstermemektedir. Osmanlı ekonomisinin yükünü taşıyan Suriye, Lübnan ve Filistin’de isyankâr gerilla grupları kurulmakta, İngiltere’nin elinde tuttuğu Mısır’da ise savaş döneminde İngiltere’yle ticaret sayesinde zenginleşmekte yaşanmaktadır. Bu suretle Osmanlı Arabistanı’ndan farklı olarak İngiliz devleti Mısır feodallerini kendisine bağlamayı başarmıştır. Buradaki ulusçu hareketler İngilizlerin kurduğu Arap Bürosu tarafından bastırılırken aynı yapı Filistin ve Suriye’de Osmanlı’ya karşı ulusçu tepkiyi yönlendirebilmektedir.7

Osmanlı’nın Arapların bir bölümünü İslam ortaklığıyla birlik içinde tutma çabası başarısız olunca, geriye bu coğrafyayı zorbalıkla elinde tutma çabası kalmıştır. Bunun sonucunda Suriye’den Libya’ya kadar geniş bir siyasi coğrafya, Osmanlı merkezli egemenlik iddiaları açısından geçişken hale gelmektedir. Nitekim gerek Mustafa Kemal ile Enver Paşa’yı buluşturan gerekse Cemal Paşa’nın dönüş yolculuğuna çıkmayı hayal ettiği Kuzey Afrika’nın dahi kimi iddialara göre Misak-ı Milli kapsamına alındığı ileride tartışma konusu olacaktır.

Olayların gelişimi Kasım 1917’de Ekim Devrimi’yle değişir. Sovyet iktidarı, Çarlık Rusyası’nın müttefiki olan İtilaf devletleriyle yaptığı anlaşmaları ifşa ederken, bunlardan biri olan Sykes-Picot Anlaşması İngilizlerin Araplara bağımsızlık vaatlerinin yalandan ibaret olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Osmanlı’ya karşı isyan halindeki Arap subaylar bunu öğrendiklerinde İngiltere’ye sırtlarını dönüp Cemal Paşa’yla Şam’da barış görüşmesi yaparlar. Ama Cemal Paşa’nın “Arap ulusal taleplerini redde varan saygısızlığı” görüşmeyi sonuçsuz bırakır; zaten çok geçtir, kısa süre sonra Osmanlı müttefikleriyle birlikte mağlup olacaktır.8

3 Aralık 1917’de çiçeği burnunda Sovyet iktidarı Rusya’nın ve Doğu’nun Müslüman emekçilerine boyunduruklarından kurtulma ve kendi kaderlerini ellerine alma çağrısı yapmaktadır. Bu çağrıyla Türkiye’nin parçalanma kararı da hükümsüz ilan edilir. Aynı dönemde ABD Başkanı Woodrow Wilson, yine Türkiye’nin Avrupa devletleri tarafından paylaşılması karşısında içindeki halklara (ırksal/etnik özelliklerine göre) özerklik verilmesini isteyecektir.9 Yani bir yandan Batı’nın sömürgecilerine ve Doğu’nun otokratlarına karşı ulusal hareketler Bolşevikler tarafından devrimci bir yön kazandırılmaya çalışılmakta, diğer yandan ABD Batı Avrupa sömürgecilerine alternatif olarak emperyalist sistemi yeni bir modus vivendi içine sokabilecek bir güç olarak kendisini göstermektedir.

Ulusun kendi kaderini tayin hakkı artık tarihsel bir meşruiyet kazanmıştır: Peki Türklerin bir yurdu var mıdır? 

Kendi kaderini tayin edecek halk aranıyor

Osmanlı İmparatorluğu’nun “Almanlar yenilince yenilmiş sayılması” kimilerine göre Doğu’daki askeri durum bakımından doğrudur. Ancak İmparatorluk siyasi olarak çoktan iflas etmiştir. Avrupalı sömürgeciler İmparatorluğun gayrımüslim azınlıklarına yaslanarak kapitülasyonlar ve Düyun-u Umumiye ile ekonomik ve siyasi nüfuzlarını pekiştirmişlerdir. Savaş arifesinde Almanya yanında saf tutarak İngiltere ve Fransa karşısındaki yüklerinden arınmış gibi görünen Osmanlı devleti, savaş sırasında Almanya’ya askeri bağımlılığı, savaş sonunda eski alacaklısı İtilaf devletlerine karşı teslimiyetle varlık zeminini yitirmiştir. Osmanlı aidiyetinden uzaklaşmış azınlıkların mülk sahibi kesimleri İmparatorluğun siyasi dağılmasından medet umarken Anadolu’nun Müslüman mülk sahibi sınıfları ellerindekini korumak için dinsel milliyetçiliğe sığınmaktadırlar. Hilafetle Arapların üzerindeki baskı artırılmış, Kürt aşiretleri kullanılarak Ermeni nüfus 1915’te Büyük Felaket denilen yıkıcı sürgüne maruz bırakılmış, Kuzey ve Batı Anadolu’da Türklerin ve Rumların iç içe yaşadığı kentlerde büyük bir boğazlaşmanın eşiğine gelinmiştir. 

İmparatorluk denilen olgunun feodal dönemden kalmış haliyle belli ölçüde sınırları belirsizdir. Kendi merkezi dışındaki unsurları kapsama ve kendine bağlama yoluyla genişleyebilme esnekliği vardır. Osmanlı’da Dar-ül İslam ve Dar-ül Harp anlayışı nedeniyle devlet genişlerken muhatap olduğu diğer devletleri eşiti kabul etmemektedir.10 Çünkü İmparatorluk tüm dünyada İslami egemenlik iddiasına sahiptir, geri kalanlara dönük cihat halinde olduğu varsayılır. Oysa emperyalizm çağında piyasa sistemine entegre olan siyasi birimlerin sermayenin hareket kurallarına uymaları gerekmektedir. Devletler hukukunun, karşılıklı egemenlik haklarının tanınması… O halde İmparatorluğun çözülüşü, dışarıdan sömürgeciliğin ve içeriden azınlıkların etkisine indirgenemeyecek bir tarihsel miatla ilgilidir. İmparatorluk merkezinin yerleştiği Anadolu coğrafyası, “yabancı” sermaye için ekonomik olduğu kadar siyasi bir değer taşımaktadır. “Yerli” mülk sahibi sınıflar bu değeri “müstakil” bir şekilde geliştirme arzusu içindedir. Nihai olarak radikal bir üstyapı değişimi kendisini dayatmaktadır.11 Mesele bu konuda kimin nasıl bir inisiyatif alacağıdır.

Yukarıda ABD’nin inisiyatif alan taraflardan biri olduğuna işaret etmiştik. ABD Başkanı Wilson’un 8 Ocak 1918’de ABD Kongresi’nde kendi kaderini tayin hakkını formüle eden ünlü 14 ilkesinden 12.’si Osmanlı ile ilgilidir:

Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.

Bunlar söylenirken Osmanlı başkentinde Almancı İttihatçılar kaçıp yerlerini İngilizci Hürriyet ve İtilafçılar almıştır. Mağlubiyeti kabul eden Saltanat idaresi ve Hürriyet ve İtilaf Partisi için Wilson ilkeleri, İmparatorluğun egemenlik alanlarını korumak için tek kurtuluş kapısıdır. 

Osmanlı devletinin bu çaresizliğini sonuna kadar kullanmak isteyen İtilaf devletleri, savaş sonrası Paris Barış Konferansı’na Sadrazam Damat Ferit Paşa ile Osmanlı’nın Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerini temsilcilerini çağırırlar. Konferansta kuyruğu dik tutmaya çalıştıkça galip devletlerin temsilcileri tarafından aşağılanan Ferit Paşa nihayet 23 Haziran 1919 tarihinde bir muhtıra sunar. Burada açıkça milletin kendi haklarını savunacak gücünün olmadığı söylenmekte, devletlerarası adaletin bunu telafi edeceğine dönük bir beklenti dile getirilmektedir. Devamında ise söylenenler şunlardır: 

Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımları üzerinde egemenlik haklarının sağlam bir şekilde temininin, Türklerin yaşadığı memleket kısımlarının milli birliğinin ve siyasi bağımsızlığının mutlak surette korunmasıyla mümkün olabileceği aşikârdır. Bundan dolayı tam bağımsızlık ve toprak bütünlüğü içinde bağımsız bir Türk vatanı kurulması gereklidir.12 

İlginç olan, bu ifadelerin devamında tarif edilen coğrafi sınırların daha sonra Misak-ı Milli belgesinde köşe taşları konan coğrafyayla hemen hemen aynı olmasıdır. Türk yurdunun nerede başlayıp nerede bittiği konusunda Damat Ferit ve Mustafa Kemal’i ortaklaştıran hangi kriterler olabilir? Bir iddiaya göre 1914 nüfus istatistikleri temel alınmaktadır. Ancak burada belirleyici olanın kapsayıcı bir “Türk” kategorisinin coğrafi yayılımından ziyade siyasi olarak egemenlik kurulabilecek ölçeğe dair bir öngörü olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle Damat Ferit Paşa’nın Muhtırası’nda da Hilafete dayanarak Araplar üzerinde söz sahipliği iddiası bulunulmamaktadır örneğin. Bu durumda teslimiyetçi İmparatorluk Hükümeti’nin 23 Haziran Muhtırası ile Cumhuriyet’i kuran iradenin temelini attığı Misak-ı Milli belgesi arasındaki kopuş nerededir?

Bunun için Misak-ı Milli’yi ortaya çıkartan gelişmelere bakmak gerekecek.

İktidar boşluğu

30 Kasım 1918’de Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra, resmen işgal altında olmayan İstanbul’a İtilaf devletlerinin çıkarma yapması üzerine işgale karşı direniş örgütlenmeleri başlamıştır. Öte yandan Anadolu’da Damat Ferit Paşa’nın 23 Haziran Muhtırasında mevcut olmadığını iddia ettiği “müdafaa-i hukuk” ve “kuvvayı müdafaa-i milliye” ismiyle örgütlenmeler yayılmaktadır. Retrospektif olarak bakıldığında bunlar, ileride merkezi bir örgütlenmeye dönüşmeyi bekleyen parçalar gibi görünebilir. Oysaki dağılmış bir İmparatorluk coğrafyası ve ümitsiz olduğu her halinden belli bir başkent karşısında bu yerel örgütlenmeler, kendilerini daha ziyade bölgesel ölçekli merkezler olarak görmektedir. Bir adım ötesinde ise kafalarında “ulusal” değil bu ölçeklerde kurtuluş haritaları canlandırdıklarını düşünebiliriz. 

Coğrafi dağılmanın temelinde siyasi bir dağılmanın bulunduğunu hiç unutmamak lazım… Geçerken bazı tartışmaları bu yüzden netleştirmek gerekiyor. Örneğin Misak-ı Milli’yi eski Osmanlıcılıktan Yeni Osmanlıcılığa bağlamaya niyet eden bir kaynak diyor ki;

...galiplere karşı konulmamasını tavsiye eden merkezin Anadolu insanına dayanarak bir şeyler yapmaya çalıştığın da görmek durumundayız. Nitekim (…) Mustafa Kemal Paşa gibi dönemin en büyük komutanının son derece geniş yetkilerle görevlendirilmesinin altı çizilmelidir. Nezarette hazırlanan, hükümette görüşülen ve onaylanan yetkilerin genişliğinin dikkat çekmemesi mümkün değildir.13

Mustafa Kemal, bu yazarımıza Nutuk’ta şöyle yanıt veriyor: 

Bu geniş salahiyetin [yetkilerin], beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu'ya gönderenler tarafından, bana nasıl verildiği garibinize gidebilir! Derhal ifade etmeliyim ki, bana bu salahiyeti onlar bilerek ve anlayarak vermediler. (…) O tarihte Erkan-ı Harbiye-i Umumiye'de bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezen zevat ile görüştüm. Müfettişlik vazifesini buldular ve salahiyetle alakalı talimatı da ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa bu talimatı okuduktan sonra imzada tereddüt etmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda mührünü basmıştır.14

Mustafa Kemal’in izlediği taktik, müfettişlik yetkilerini kullanarak yerel örgütlenmeleri birleştirmektir. Bunu yaparken durumu artık ilerleyen derecelerde “sezen” ve kendisine engel olmaya çalışan İstanbul’u oyalamaktadır. Yalnız daha işin başında, kâh İstanbul’a bağlılıkları kâh yerelcilikleri nedeniyle, kendiliğinden yerel örgütlenmeler ile onun İstanbul’dan bağımsız ve ulusal ölçekli örgütlenme kurgusu arasında uyuşmazlıklar vardır. Sivas’ta planladığı ulusal kongreyi Erzurum’daki bölgesel kongre nedeniyle ötelemek zorunda kalır. Erzurum’da, Mustafa Kemal’in devlet yetkileriyle devlet merkezine kafa tutan konumu ile yerel kaygıların farklılığı kendisini gösterir. Kongrenin delegelerinin yarıya yakını tüccar ve büyük toprak sahibi olup esas hassasiyet noktaları Ermenilerin İtilaf devletlerinin desteğiyle bölgeye tekrar gelip mülklerine el koyması -aslında 1915 tehcirinde büyük ölçüde kendilerinin el koyduğu mülklerini geri almasıdır.15 Neticede Mustafa Kemal’in çabasıyla Kongre Misak-ı Milli’nin temelini oluşturacak olan Mondros Ateşkes Anlaşması tarihindeki sınırları bir savunma hattı olarak beyan eder. 

İmparatorluğun siyasi durumuyla ilgili tepkilerin farklılığı, kendiliğinden örgütlenmelerin siyasi-toplumsal karakteriyle ilgilidir. Doğuda daha organize durumda olan ordu sayesinde yine bölgesel-ulusal bir gündem ele alınabilirken Batıda daha dar ölçekli çete-eşraf örgütlenmeleri baskındır. Buna bağlı olarak Kongrelerde bir eşitsiz gelişim yaşandığından söz edilebilir: Mustafa Kemal’in örgütlediği Sivas Kongresi ulusal bir gündem taşımakla birlikte bölgesel ölçekli olan Erzurum’un delegasyonuna göre daha zayıf kalmıştır. Sivas’a Mondros’un sınırlarında kalan Kuzey Mezopotamya ve Acaristan’dan temsilciler gelirken16 Batı Anadolu’dan Alaşehir delege göndermemiştir örneğin. Bunda, bazı yerlerde Avrupalı işgalcilerle mücadele öne çıkarken başka yerlerde yerel gayrımüslimlerle mücadelenin öne çıkmasının payı vardır.17 Dolayısıyla fiili kuşatma altındaki iktidar merkezi İstanbul’dan Osmanlı tebaası içinde çatışmaların yaşandığı Anadolu’nun küçük kentlerine kadar çeşitli yerleşimlerde iktidar boşluklarını direniş örgütlenmeleri doldurmakta, fakat direnişin içeriğine ve ölçeğine farklı anlamlar yüklenmektedir. 

Sovyetler: Dayanışma ve güç dengesi

1919 itibariyle Anadolu her yönden İtilaf devletleri ve işbirlikçileri tarafından kuşatılmış görünmektedir… Her yönden mi? Elbette hayır. Kuzeyde Sovyetler Birliği bir nefes borusudur. Kongreler öncesi milleti teyakkuza çağıran ilk genelgenin yayınlandığı Amasya’da Mustafa Kemal ile Sovyet temsilcileri arasında temaslar başlamıştır. Henüz “resmi” sayılabilecek bir ilişki yokken dahi, Sovyet iktidarının İtilaf devletlerinin anlaşmalarını ifşa etmesinin işgalcilerin kuşatmasında yarılmalar yarattığına değinmiştik. Devamında Doğu halklarının isyana çağırılması ve Bolşevizm rüzgarının Doğu’dan Anadolu’ya doğru İslamcı akımları da etkisi altına alarak yayılması, iktidar arayışlarında Doğuyu merkezi bir konuma yerleştirir. Kafkaslarda Sovyet örgütlenmesinden ilham alan Şûra hükümetleri kurulduğunu görürüz. 

Anadolu’daki direniş hareketi yer yer Bolşeviklerden ilham almaktadır; ancak direniş örgütlenmesi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’yle merkezileştikçe ilişkilerin “resmileşmesi” ve kuzey komşudan somut yardım taleplerinin karşılık bulması bu etkileşimi bazen tehlikeli ve yanıltıcı hale getirecektir: Örneğin bir temas esnasında yardımın gelişine aracılık eden Türkiye’nin elçisi Halil Paşa coşkuya kapılıp “Türk-Rus federasyonundan” bahsedebilmekte, bir başka sefer Sovyet elçisi Upmal Angarski [milli direnişi kast ederek] “Yaşasın Türk Kızıl Ordusu!” sloganı atabilmektedir.18

Sovyet iktidarının Anadolu’da gelişen mücadeleye bakışı gerçekçidir. Bir süre Enver Paşa’yı cepten tutmuş ancak kısa sürede burjuva karakteriyle bir direnişin ulusal ölçekte Mustafa Kemal tarafından merkezileştirilme olasılığını görmüşlerdir. Bu sadece onlar açısından iyimser bir beklenti değil aynı zamanda İtilaf devletlerinin komşuda başarısızlığa uğratılması için önemli bir yatırımdır. O yüzden Anadolu’da iktidar boşluğunu hızlıca dolduran Mustafa Kemal ve arkadaşlarının üslendiği Ankara’da etkili bir temsille yer almayı tercih etmişlerdir. İşte bu güvenilir dayanışma ilişkileri içerisinde sınırların müzakere edildiği çeşitli uğraklarda en büyük ayak bağı Ermeni talepleri olacaktır. Buna rağmen, birincisi, Milli Mücadele merkezinin başlangıçta neredeyse varlık sebebi olan Doğu’nun münhasıran Türk kalması üzerine kararlı tutumu, ikincisi, bu kararlılık karşısında Sovyetlerin Taşnakların iktidarda olduğu Ermenistan’ı Bolşevikleştirip Türklerle dostluk anlaşması imzalanırken Ermenileri talepkâr oldukları Anadolu vilayetleri için “komünizm yararına fedakarlıkta” bulunmaya sevk etmesi düğümü çözecektir.19
 
Anadolu’daki iktidar boşluğu doldurulurken aynı zamanda Kafkaslarda oluşan iktidar boşluklarına yönelik adımlardan olsa olsa bir pazarlık hamlesi olarak bahsedilebilir. En bilineni Türk ordusu ile Sovyet ordusunu neredeyse çatışma noktasına sokacak Batum’un Kazım Karabekir’in orduları tarafından işgal edildiği andır. Karşılıklı bir güç yoklaması vardır ancak Karabekir’in anti-komünist hırslarının buradaki payı da görmezden gelinemez. Karabekir’le ilgili bir hatıratta, onun “Şark’ta bir Türk milli hükümet” kurup Batı vilayetlerini kurtarma hesabı yaparken İtilaf devletlerinin Bolşeviklere karşı tutumuna duyduğu güvenle şöyle dediği aktarılmaktadır: 

İtilaf Devletleri sadece barbarlara karşı harp yaptıkları için, bahusus Wilson Prensipleri de meydanda iken, Türk milletinin istila ve imhası cihetine gitmesi varit olamaz!20

Milli Mücadele Sovyetlerden yardım alırken saflarında Kafkaslardaki İngiliz güçlerinin “barbar” Bolşevikleri yenmesi beklentisinde olan kadrolarla yol almaya çalışılmaktadır…

Mustafa Kemal, Anadolu’da iktidar boşluğunu doldurulurken, sınırları özellikle Azerbaycan’a doğru keyfi bir şekilde genişletme eğiliminde hiç olmamıştır. Örneğin Nahçıvan kanalından Sovyet yardımları geldiği bir sırada buranın ileride Misak-ı Milli betimlenirken sahiplenilerek zikredilmesinde anlaşılmayacak bir şey yoktur. Ancak Milli Mücadelenin, Kafkaslarda Sovyet iktidarları kurulurken Enver gibi Turancı bir milliyetçilikle gözünü Doğu’ya dikmediği açıktır. Bu sadece coğrafi anlamda “haddini bilmek” değil, bir yıkımın yarattığı boşluğu dolduran iktidara tabiri caizse “yatay değil dikey” bir misyon biçilmesiyle ilgilidir. Irk/soy bağına bağlı toprakları genişletmekten daha önemli siyasi hedefler vardır. 

Mustafa Kemal sahiden neyin peşindedir? Ve onun peşinden gidenler bu mücadele kazanıldığında nihai olarak neyin galebe çalacağını düşünmektedirler? Niyetler ve gerçeklerin henüz çakışmadığı o geçiş sürecine bazı tarihçilerin verdiği isimle ‘Üçüncü Meşrutiyet’i Misak-ı Milli’nin kaynağını olarak mercek altına almak gerekir. 

Üçüncü Meşrutiyet

Tarihçi Sina Akşin diyor ki;

İlk kez tarihçi Mahmut Goloğlu 23 Nisan’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ‘III. Meşrutiyet’ diye tanımlamıştı. TBMM padişahı tanıdığı, onu kurtarmayı amaçladığı için ilk önce bu tanımlamayı benimsemiştim. Fakat şimdi, padişahla olan iç savaş durumunu, TBMM ve onun büyük önderinin devrimci niteliklerini hesaba katınca, bunun biraz zorlama olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık, İstanbul’daki son Mebusan Meclisi’yle bir III. Meşruiyet yaşandığını söylemek bana olanaklı görünüyor.21

Rejimlerin numaralandırılması, kuruluş süreçlerinin rengini kavramayı daima zorlaştırmıştır. İkinci Meşrutiyet isimlendirmesi de örneğin 1908 Jön Türk Devrimi ve Hürriyetin ilanını renksizleştirmektedir. Jön Türk geleneğinin temsilcisi İttihat ve Terakki, bir yandan Fransız Devrimi’nin tohumlarını Osmanlı’ya ekerken öte yandan Osmanlı devletinin emperyalist paylaşımda rol alarak kurtulabileceği yönündeki ölümcül fikirle Abdülhamit’in devamcılığını üstlenmişti. Savaş sonunda bu fikir sahibini öldürmüş, kalıntısı olan yapı içinde yeni bir hayat kavgası başlamış durumdadır. “Milli iradeye” dayalı bir kurtuluş kavgası… 

Bu kalıntı bir yapıdır, çünkü Akşin gibi başından beri devrimci bir niyet taşıdığını kabul ettiğimiz Mustafa Kemal sürecin her aşamasında Saltanata ve Hilafete “sadakatle” ilerlemektedir. Devrimin meşruiyet zemini ile çelişkili değil midir bu? Değildir, çünkü bu bir geç burjuva devrimidir. Meşruiyetini ve başarısını “tepeden inme” olmasından, geri olan sınıflarla kurduğu ittifak ilişkilerinden alır. Sınıfının tarihsel çıkarlarına gerçek bir sadakat gösterebilmesi için konjonktürel olarak yaslandığı tutucu kesimlere ihanet etmesi gerekecektir. Dolayısıyla nasıl ki Millet Meclisi’nin Saltanat ve Hilafet lehine büyük gösterilerle açılmış olması nihai devrimin karakteri konusunda bizi yanıltmıyorsa Misak-ı Milli’nin az sonra değineceğimiz Atilla İlhan’ın bahsettiği türden “sınır tanımazlığı” da tarihsel rolü konusunda bizi yanıltmamalıdır.

Siyaseten bir Jön Türk talebesi olan Mustafa Kemal, Jön Türk Devrimi sürecinden bildiği militan baskıyla İstanbul hükümetini seçim yapmaya ve Meclis’i toplamaya zorlamaktadır. Kâh bölgesel olarak İtilaf devletleri karşısında gerilla mücadelesini öne sürerek kâh Anadolu’yu seferber ettiği “telgraf fırtınalarıyla” İstanbul’u kuşatarak… Ama köprüleri atmamaya özen göstermekte ve takipçileri nezdinde güvenini pekiştirmektedir. İngilizlerin baskısı altındaki İstanbul’un saçmalamalarını büyük bir titizlikle takip eder ve ağırbaşlılıkla arkadaşlarına teşhir eder. Nihayet Damat Ferit Paşa hükümetini düşürür, yeni hükümeti sandık kurmaya mecbur bırakır. Seçim, İngilizlerin baskısı ve gayrımüslimlerin boykotuna rağmen yapılır, Milli Mücadeleyi temsil eden Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti galip gelir. 

Peki Meclis İstanbul’da toplanabilecek midir? Mustafa Kemal Ankara’da toplanması için ısrarcı olsa da arkadaşlarını ikna edemez. 27 Aralık’ta Ankara’ya geldikten sonra yerel ileri gelenlere hitaben yaptığı konuşma, Meclis’e taslağını ileteceği Misak-ı Milli’nin coğrafi tasvirini içermektedir. O’na göre Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığında işgal altında olmayan topraklar Wilson ilkelerinin 12. Maddesine göre ulusal savunma “sathıdır”; hiç akla gelmeyecek Damat Ferit Paşa’nın Paris Barış Konferansı’nda sunduğu gibi.
 
Sadaret’in diretmesiyle Meclis İstanbul’da toplanırken seçimi kazanan Milli Mücadelenin şefi Mustafa Kemal’in Ankara’da kalması ironik bir manzaradır. Buna rağmen Anadolu’dan seçilmiş vekilleri İstanbul’a gitmeden Mustafa Kemal’le Ankara’da gruplar halinde toplantılar yaparlar. Mustafa Kemal, Meclis’te Müdafaa-i Hukuk adıyla bir grup kurulması ve kendisinin Meclis başkanı seçilmesi yönünde bir nevi talimat vermiştir. Fakat adı üzerinde, tarihsel olarak bu Meclis ‘Üçüncü Meşrutiyet’in Meclis-i Mebusanıdır ve daha sonra Nutuk’ta Mustafa Kemal’in de kabul edeceği üzere orada gidenler başka bir ruh haliyle hareket etmektedir. İtilaf devletlerinin baskısı, pazarlık beklentileri, Sadaretten bağımsız davranamama hali… Milli Mücadeleden yana olanlar, kurdukları grubun adını Felah-ı Vatan olarak belirlerler, Mustafa Kemal’i Meclis Başkanı seçmezler. Ne yaparlar? Mustafa Kemal’in üçüncü isteği diye tarihe geçmiş olan Misak-ı Milli’yi Mecliste kabul ederler.

Metin 28 Ocak’ta kabul edilecek, 17 Şubat’ta Meclis oturumunda ilan edilecektir. Genellikle 28 Ocak’ta Meclis’in bir “gizli oturum” ile Misak-ı Milli’yi kabul ettiği varsayılır; ancak Mete Tunçay’ın haklı görünen itirazında o tarihte bir “Gizli Celse” olmadığı için bunun olsa olsa bir “gayrı resmi oturum” olabileceği belirtilmektedir. Öte yandan Tunçay’ın ileride tekrar değineceğimiz makalesinin amaçladığı üzere bu gerçek sürecin meşruiyetine gölge düşürmez, çünkü son Meclis-i Mebusan zaten milletvekillerinin Mustafa Kemal’le Ankara’da görüşmeleriyle başlayan bir gayrı resmi görüşmeler silsilesiyle işlemeye başlamıştır. 

Milli Mücadele merkezinin siyasi meşruiyeti, istendiği kadar Saltanat’a sadakat gösterileri yapılsın, biçimsel işleyişi önemsizleştirmektedir. Bu aynı zamanda, tarihçi Goloğlu ve Akşin’in Üçüncü Meşrutiyet isimlendirme tercihleri arasındaki farkı da gösterir: Meclis-i Mebusan ve Büyük Millet Meclisi (BMM) arasında Saltanata ve Hilafete bağlılık açısından görünen biçimsel süreklilik yanıltıcıdır. Meclis-i Mebusan resmen Milli Mücadele merkezine bağlı olsa da Saltanatın otoritesi altında kalmıştır; BMM ise resmen Saltanata bağlı olsa da Milli Mücadele otoritesiyle devrime kadar gidecek bir varoluşsal kopuşa sebep olacaktır.

Peki bu otoriteler arası geçiş ve kopuş açısından Misak-ı Milli belgesi nerede durmaktadır?

Bir belge olarak Misak

Altı maddelik metinin girişinde bu maddelerin devletin bağımsızlığı, milletin geleceği, haklı ve devamlı bir barış için Türk tarafının yapabileceği “azami fedakârlık” olduğu ifade edilmektedir. Maddelerin tanımladığı koşullar dışında Osmanlı Saltanatının ve toplumunun varlığını sürdürebilmesinin imkansız olduğu vurgulanmaktadır. Metnin girişi bir yandan İtilaf devletlerine sayılan asgari şartlar karşılanmadığı sürece savaş verileceğini ima eden bir meydan okuma, diğer yandan milletvekilleri arasından Osmanlı adına geriye ne kaldıysa ona bağlı olan unsurları bu varoluşsal savaşa bağlama amacı taşımaktadır. 

Birinci madde Arapların çoğunlukta olduğu bölgeyle ilgilidir. Mondros Ateşkes Anlaşması’nda düşman ordularının işgali altında olan kesim serbestçe yapacağı halk oylamasıyla geleceğini tayin etmelidir. Maddeye göre “mütareke hattı dahilinde ve haricinde” kalan bölgede günümüz Türkçesiyle ifade edildiğinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı “Osmanlı İslâm ekseriyetinin” yerleşmiş bulunduğu kesimler ise ayrılmaz bir bütün olarak tarif edilir. Peki sınırları belirlerken ateşkes tarihindeki askeri egemenlik alanları belirleyici olacaksa ayrılmaz bütünü tarif ederken ateşkes hattı “dahilinde ve haricinde” demenin anlamı nedir ki? 

Böyle ifade edilmesinin nedeni metnin Ankara’dan İstanbul’a giderken yaşadığı bir değişikliktir. Ateşkes sınır çizgisi olacaksa dışında kalanlar için halk oylaması, içeride kalanlar için ayrılmaz bütün denmesi anlamlıdır ve Mustafa Kemal’in ilettiği metinde “mütareke hattı dahilinde” şeklinde bir belirleme yapılmıştır. Ancak Üçüncü Meşrutiyet’in Meclisi’nde bu tarife “haricinde” kelimesi eklenmiş ve söz konusu ifade ateşkes sınırı dışında kalan bölgeler için de ayrılmaz bütünün parçası oldukları iddiasını içerecek hale getirilmiştir. Mustafa Kemal daha sonra bunun nedenini Rauf Paşa’ya telgrafla soracak ve “Türk olarak Süleymaniye ve Kerkük’te iddiamız dahil oluyor” yanıtını alacaktır.22 Nitekim Osmanlı-İslam’dan kastedilen de asıl olarak Türkler ve Kürtlerdir. 

Araplar, Dünya Savaşı sırasında İtilaf güçlerinin Osmanlı karşısında kendilerini bağımsızlık vaadiyle kullandığını görmüş durumdadır. Buna karşılık Anadolu’daki direniş örgütlenmeleri yayılırken örneğin Halep’te de benzer oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bunlar kısmen Osmanlı devletinin uzantılarıdır; kısmense Arapların İtilaf devletlerine sırtlarını dönmelerinin sonucudur.23 Ancak Mustafa Kemal, bağımsızlıkçı Araplarla olan anlık yakınlaşmadan onlar üzerinde hamilik kurmaya dönük bir fırsatçılık çıkarmamaktadır. Misak-ı Milli belgesinde adı anılmayan Wilson Prensiplerinin belgeyi tasarlarken Mustafa Kemal’in aklında bulunduğu bellidir. Mondros Ateşkes Anlaşması’na göre Halep’ten Musul’a güney sınırını belirleyen tarif, tarihsel olarak Misak-ı Milli sınırları olarak kabul edilmiştir. Peki bu sınırlar “dahilinde” Mustafa Kemal’in mazlum ulusları kurtarma iddiasına da var mıdır? Hayır, çünkü kayıtlar Mustafa Kemal’in Suriye’de ve Irak’taki muhatapları kendileri gibi sömürgecilere karşı kendi olanaklarıyla mücadeleye teşvik ettiğine işaret etmektedir.24 Siyaseten de gerçekçi olan budur. 

Misak’ın birinci maddesinde Arap bölgesi için söylendiğine benzer şekilde ikinci maddede Kafkaslar, üçüncü maddede Trakya için serbest oydan söz edilmektedir. Mesele sadece bölgelerin karma nüfuslara sahip olmaları değil komşuluk ettikleri ülkelerin siyasi iradesine göre bölge sınırının şekillenmesidir. Örneğin 1878 Rus Savaşı’nda Çarlık Rusya’sına geçen, Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yeniden hakimiyet kurduğu Elviye-i Selase (Üç Liva; Kars, Ardahan, Batum) için şimdi Sovyetlerle sınır komşuluğundan cesaretle gerekirse tekrar halk oyuna gidilmesi rahatlığı gösterilmiştir. Emperyalistlerin dümen suyundaki Yunanistan’la sınırda kalan Batı Trakya için doğrudan halk oyu talep edilmiştir. 

Sınırların tümünde İtilaf devletlerinin burunlarını sokmaya çalıştığı pazarlıklar yürüse de Milli Mücadele önderliği nihai olarak barışçıl ve gerçekten dostça ilişkiler kurma çabası içindedir. İmparatorluk topraklarının özellikleri bakımından Mondros çizgisinin “içi ve dışı” arasında ciddi geçişkenliğin olduğu ve tüm dış gerilimlerin içeriyi etkileme ihtimali olduğu göz önüne alınmalıdır. Buna rağmen Mustafa Kemal, gelecekte emperyalistler veya onların etkisi altında ülkelerle kuşatılmış olduğu fikrine dayalı değil, ulusal egemenlikten faydalanma hakkı olan ülkelerle eşit ilişkiler kurulabileceği fikrine dayalı bir komşuluk hukuku tasavvur etmektedir. 

Bu geçişkenliğin diğer bir düğüm noktası da içeride kalan azınlıklardır. Beşinci maddede azınlıklara haklarının tanınacağı ve komşu ülkelerdeki Müslüman azınlıklarla aynı haklardan yararlandırılacakları söylenmektedir. Burada kastedilen komşu Hıristiyan ülkeler, özellikle Balkan komşulardır ve bu ülkelere karşı ileride mübadeleye dönüşecek olan bir kozdur. Savaş döneminde Osmanlı toprağında kalan Arap dışı Müslüman nüfus ile gayrımüslimler arasındaki gerilimin şiddetlendiğini söylemiştik. İçeride azınlıklara haklarının tanınması, savaş döneminde Ermeni tehciri, çeşitli bölgelerde Rumlarla yaşanan çatışmalar düşünüldüğünde uluslararası baskı altında kalmamanın güvencesidir. Diğer yandan, Osmanlı devletindeki milletler hukukundan farklı olarak gayrımüslimlerin ulusal hukuk çerçevesinde bir hak eşitliğine sahip kılınacaklarını anlatmaktadır. 

En güçlü merkezkaç kuvvetler bölgesel olarak Rum, Ermeni ve Kürt devleti kurma arayışları olarak zikredilir. Ne var ki bu arayışların Mili Mücadeleyle ilişkisini belirleyecek olan salt ortak bir milli aidiyet geliştirip geliştirmemeleri değil, daha ziyade onların İtilaf devletleriyle, Bolşeviklerle ve yerel gerici odaklarla olan siyasi ilişkileridir. Fransa Kilikya’da Ermenileri işgal güçlerinin parçası olarak ileri sürmüşken ortada bırakacak, Ege’de İngilizler Yunanistan’ın Anadolu’ya çıkarma yapmasına ve devamında kaçışına nezaret edecekler, öte yandan Ermenistan’ın Bolşevizasyonu Ermeni devletiyle güvenli bir sınırın oluşmasını sağlayacaktır. Lozan sonrası Musul tartışması sırasında İngilizlerin kışkırttığı şüphesi baki olan Şeyh Sait isyanı ise Milli Mücadele açısından kuzey Kürdistanı kapsamak yerine Anadolu Kürtlerini bir azınlık olarak dahi saymama tercihinin mantıksal gerekçesi olacaktır.

Dördüncü madde, Hilafet, Saltanat ve Osmanlı devlet merkezinin bulunduğu İstanbul ve Boğazlarla ilgilidir. Bu maddeye göre devlet merkezine ev sahipliği yapması nedeniyle Marmara Denizi’nin güvenliği sağlanmalı, Boğazlardan ticari geçiş kuralları devletlerin ortak kararıyla belirlenmelidir. Ekim Devrimi’yle Rus Çarlığı’na “hediye edilme” tehlikesinden kurtulan İstanbul İngiltere’nin fiilen işgali altına alınmış haliyle Milli Mücadeleciler tarafından “mukaddesatçı” denilebilecek bir güvenlik beklentisinin konusu olarak gündeme getirilmektedir. Misak-ı Milli’nin diğer maddeleriyle Osmanlı devletinin İmparatorluk iddiasını sürdürebileceği bir genişliği kalmamışken kutsal Hilafet ve Saltanat makamına dönük hassasiyet İtilaf devletlerine karşı İstanbul’u korumanın bir gerekçesidir. Bu mukaddesatçılık, İstanbul’a el koyup Osmanlı başkentini başka yere taşıma hesapları yapan İtilaf devletlerinin siyaseten Saltanat merkezini gözden çıkaramamasını kullanmayı amaçlamaktadır. Boğazlarda barış hukukunun devletlerarası karara dayandırılmak istenmesi ise hem Sovyet Rusya ile İtilaf devletleri arasındaki hem de İtilaf devletlerinin kendi aralarındaki çelişkilere oynamaktadır. Bu çelişkiler tabii en fazla Sovyetler’in Karadeniz güvenliği hassasiyeti sayesinde Türkiye’nin elini güçlendirmiş, ileride görüleceği üzere Lozan’da Sovyetler için bir pürüz olmuştur.

Sınırlarla ilgili olan bu beş maddeden sonra, nasıl bir ülke ile yola devam edilmek istendiğinin çerçevesini çizen altıncı madde gelmektedir. Bu madde, Paris Barış Konferansı’nda Damat Ferit Paşa’nın sunduğu 23 Haziran Muhtırası’nda geçen “tam bağımsızlık” maddesinin özetlenmiş hali gibidir. Misak-ı Milli’de gelişmeye engel teşkil eden “siyasi, adli, mali ve sair” bağlara karşı olunduğu vurgulanarak kapitülasyonların sonlandırılması ima edilmekte ve devamında borçları ödeme şartlarının da bu esaslara uygun olmasının beklendiği belirtilmektedir. Öte yandan 23 Haziran Muhtırasında kapitülasyonların ilgasının bir zorunluluk olduğu açıkça ifade edilmiş; iç ve dış ticarette, ekonomi işlerinde bağımsızlık gibi detaylara yer verilmiştir. Kimilerine göre Misak-ı Milli’nin ortak bir yaşam alanı ve yaşama iradesini tarif eden diğer maddelerinden farklı olarak bu altıncı madde ülkenin niteliğini belirlemektedir. Fakat Sadaretin Muhtırasına göre daha az keskin bir dille yazılmış olması, ilkinin İtilaf devletlerine sunulan bir “arzuhal”, ikincisinin ise arkasında bir gerilla gücü barındıran gerçek bir siyasi “muhtıra” olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. 

Misak-ı Milli belgesini, İkinci Meşrutiyet’in devamcısı olan Üçüncü Meşrutiyet’in ortadan kalkmasından önceki son deklarasyonu gibi değerlendirecek olursak belge tarihsel olarak önemsizleşir. Ancak belgeyi tüm tutucu yanlarıyla birlikte bir direniş mücadelesinin ilk manifestosu olarak düşünecek olursak, bu defa mücadelenin direnişten devrime evrilen çizgisiyle uyuşmayan geri yanları önemsizleşecektir. O gün için Fransızların Misak-ı Milli’yi önemsemediği, İngiltere’nin ise belgeyi yayınlayan Meclis-i Mebusan’dan değil belgenin arkasında Anadolu’daki iradeden gözünün korktuğu anlaşılmaktadır.25 İlerleyen zamanlarda ise belgenin misyonunu Mustafa Kemal’in önderliğindeki hareketin devralmasının ABD istihbarat raporlarında ciddiye alındığı görülmektedir.26

İlginç bir ayrıntı, Meclis-i Mebusan’da benimsenen metnin aslında yedi maddeden oluştuğu ve Dünya Savaşı’na girilmesinde sorumluluğu olanların cezalandırılmasını içeren bu maddenin son anda silindiği bilgisidir.27 Misak-ı Milli’ye giden süreçte İtilaf devletleri aracılığıyla İstanbul hükümetinin Milli Mücadele hareketinin içindeki İttihatçı eğilimleri ortaya çıkarmak ve tasfiye etmek için fırsat kolladığı bilinmektedir. Dolayısıyla yine İstanbul’da Hürriyet ve İtilafçıların baskısı, Felah-ı Vatan içindekilerin de korkusuyla gündeme gelmiş olabilecek bu maddenin nihai olarak silinmesi, Milli Mücadele hareketinin kendi taleplerinin meşruluğunu ispat etmek adına kendini geçmişte yapılanlar adına “özürcü” bir pozisyona yerleştirmeyi reddetmesi bakımından önemlidir. Bu, henüz o dönemde olgunlaşmamış olan “kurucu” misyon için bir “temiz belgesi” alma zorunluluğunu hissetmemesi, bu bakımdan bir özgüven taşıması anlamına da gelmektedir.

Bu arzuhalciliğin belki de son örneği, Meclis-i Mebusan’da 17 Şubat’ta belgenin okunarak ilan edilmesini öneren Edirne mebusu Şeref Bey’in konuşmasıdır. Metnin yabancı parlamentolarda paylaşılması önerisini getiren Şeref Bey, Türkler ve Müslümanların esasen “demokrat bir millet” olduğunu, hiçbir zaman aşağıda kalmış bir tabakayı çiğnemenin “Türk’ün aklından geçmediğini”, Ümmetin “müsavat ve adalete riayetkar olduğu halde” haklarının gasp edildiğini, neticede “insanları çiğnemek ve esir yaşatmak istemediklerini ilân eden” Avrupa’nın medeni parlamentolarına yaşam hakları olduğunu hatırlatan tarihi bir konuşma yapmıştır.28 

Konuşma, Üçüncü Meşrutiyet Meclisi’nin ruh halini temsil etmesi bakımından tarihidir, fakat aynı zamanda bu belgenin temsil ettiği tarihin devrimciliğinden bir o kadar uzaktır. Batılı değerler çerçevesinde Osmanlı’nın devrettiği mirası aklamaya çalışmakta, Avrupalıların merhametine sığınmaktadır. Misak-ı Milli toprak sınırlarının ötesinde bir siyasi iddia taşıyorsa, bu Osmanlı’nın devrettiği mirasın aslında galip devletlere benimsetilebileceği fikrine dayanıyor olamaz. Aksine, olsa olsa hareketin önderliğinin bu mirası reddetmek suretiyle galip devletlerle eşit ilişkiler kurulabileceğine olan inancına dayanmaktadır.

Misak’ın ilanından sonraki haftalarda İstanbul resmen işgal edilir, Meclis-i Mebusan dağıtılır. Bu noktadan sonra Misak’ın Milli Mücadelenin mücadele sahasını yeniden tarif etmek devrimci Büyük Millet Meclisi’ne kalacaktır.

BMM’de sınır tartışmaları

Misak-ı Milli, BMM açıldıktan sonra tekil maddelerinin içeriğiyle Milli Mücadeleye rehberlik etmiş, ancak kompakt bir siyasi program şeklinde referans kaynağı olmamıştır. Meclis’in açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmada bu iyice belirginleşmektedir. Konuşma, ileride okuyacağı Nutuk’un peşrevi gibidir. Bununla birlikte üç ay önce son nefesini vermeden Meclisi Mebusan’ın ilan ettiği ve misyonunu yeni Meclis’e devretmiş olması beklenebilecek Misak’ın adının anılmaması dikkat çekicidir. 

Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusan’da Kuvayı Milliye grubu kurarak bunu dünyaya göstermek istediklerini ancak milletvekillerinin burada direngen durmadığını belirtmektedir. Meclis-i Mebusan’ın Kuvayı Milliye’den korkarak onun meşruluğunu zedelemesi çift taraflı bir kopuşa sebep olmuştur: Hem Meclis-i Mebusan’ın Kuvayı Milliye’nin yerel direnişçi yapısından güç ve cesaret alacak bir mecalinin kalmadığı anlaşılmış hem Kuvayı Milliye’nin yerel yapısı karşısında BMM’ye dayalı bir merkezileşmenin gereği ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal konuşmasının sınırlarla ilgili bölümünde Misak’tan bahsetmeden şunları söyler

[Mütareke sınırını tarif ettikten sonra] Bu sınır sadece askeri gerekçelerle çizilmiş bir sınır değildir, milli sınırdır. Milli sınır, olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu sınır içinde İslâm ögesine sahip yalnız bir milletin olduğu düşünülmesin. Bu sınır içinde Türk vardır, Çerkez vardır ve diğer İslâm öğeleri vardır. işte bu sınır karışık bir halde yaşayan, bütün amacını tam anlamı ile birleştirmiş olan kardeş unsurların milli sınırıdır. (Hepsi İslâmdır, kardeştir sesleri)29

Bu noktada yine Misak-ı Milli tarihçiliğiyle ilgili bir düzeltmeye değinmek lazım: Çeşitli çalışmalarda Mustafa Kemal’in yeni Meclis’in milletvekillerine BMM’nin 18 Temmuz 1920 Gizli Oturumu’nda Misak-ı Milli’ye bağlılık yemini ettirdiğine yer verilmektedir. Konuyu en etraflıca çalışan tarihçilerden Nejat Kaymaz, bunun desteksiz bir bilginin yayılmasından kaynaklandığını ortaya koyuyor: Ne Mustafa Kemal’in böyle bir teşebbüsü olmuştur ne de BMM’nin o tarihteki Gizli Oturum’da böyle bir gündem ele alınmıştır. Doğrusu Mustafa Kemal, son Meclis-i Mebusan ile BMM arasında zannedildiği gibi bir bağ kurmamaktadır. Aksine retrospektif olarak Misak-ı Milli’ye siyasi olarak Cumhuriyet devriminden daha büyük bir anlam yükleyenler bu yanılgıyı benimsemiş ve yaymışlardır. 

Konuşma sırasında BMM’den gelen “Hepsi İslâmdır, kardeştir” sesleri bu açıdan Meclis-i Mebusan’dan yankılanıp gelmiş gibi gelebilir kulağa. Fakat konuşmadaki vurgu, Kongrelerden itibaren Milli Mücadelenin arkasında bulunduğundan emin olduğu bir uluslar bileşiminin kurtuluş kavgasındaki bütünlüğü gösterme amacı taşımaktadır. Yoksa “İslam” ortak kimliği üzerinden ne bir kader ne de bir sınır tayini söz konusudur.

BMM açıldıktan sonra Misak-ı Milli belgesinin yoğun bir şekilde tartışıldığı oturum, Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması’nın ele alındığı 16 Ekim 1921 tarihli Gizli Oturumu’dur.  Anlaşmada belirlenen ve bugün -Hatay dışında- geçerliliği süren Suriye ile sınır, Mustafa Kemal’in Ankara ileri gelenlerine hitabında tarif ettiği sınırın daha kuzeyinden geçmektedir. Bu sınır tarifinin Misak-ı Milli’den önce, Wilson ilkeleri çerçevesinde yapıldığını ancak ona atfedildiğini söylemiştik. Söz konusu atıf nedeniyle Anlaşmada geçen sınıra yönelik itirazlara Mustafa Kemal iki yönden kritik müdahalelerde bulunmaktadır: Birincisi, Fransızlarla yapılacak anlaşmada sınır meselesinin değil bağımsızlık ve egemenliği temsil eden siyasi iradenin tanınması ve desteklenmesi açısından önemli olduğunu vurgusudur. İkincisi ise yapılan anlaşmada tarif edilen sınırın Misak-ı Milli’ye uygun olmadığıyla ilgili itirazlara yanıtıdır:

MUSTAFA KEMAL PAŞA – … Hududu iki noktayı nazardan mütalaa etmek lâzımdır. Birincisi, Misaki Milliye mutabık mıdır? … Bir hattı mütareke tasavvur ediyor. Hattı mütarekeyi hududu milliye gibi tasavvur eyliyor. … Hattı mütareke nedir, var mıdır böyle bir hat? Yoktur. 

İBRAHİM BEY (Mardin) — Düşmanın girmediği yerler.

MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) — Hayır ona hattı mütareke denmez. … Binaenaleyh çizilmiş, tespit olunmuş, kâğıda geçmiş hiç bir mütareke hududu yoktur. Ne var diyor? Hiç bir şey yok... Yalnız biz Erzurum Kongresini yaparken anavatanı düşünerek bir hudut olmak lâzım gelir.30 

Devamı var… Gerek Paris Barış Konferansı’na sunulan 23 Haziran 1919 Muhtırasında gerekse Misak-ı Milli’de 1918 Mondros Ateşkes anlaşmasının anılmasının nedeni, bölgesel çözümlere karşı bir ülke tarifi yapabilmektir. İlki Saltanatı koruyabilmek için dolaylı bir himaye talebi içerirken ikincisi bölgesel kurtuluş arayışları olan halka yaslanan ancak ona ulusal bir ufuk sunan bir kurtuluş arayışıdır. Henüz Padişahlık ve Hilafet yıkılmamış ve devrimci bir Cumhuriyet kurulmamışken BMM’de ümmetçi ve yerelci tepkileri “ulusal” bir bünyede siyasi olarak eritmenin sınırları vardır. O yüzden Mustafa Kemal konuyu siyasi güç üzerinden anlatmaya çalışmaktadır:

O zaman dedik ki, ‘hâkim bulunduğumuz hat bizim hududumuzdur’. Bu nokta-i nazardan, İskenderun üzerinden Şarka doğru uzanan yerlerde benim kuvvetlerimin süngüsünün hâkim olduğu hattı ben pekâlâ bilirim. O hattı böyle ifade etmek lâzım gelirse, bazı yerlerde bittabi o suretle ifade etmişiz ki, icabında kırılırsa mutazarrır olmayalım. Meselâ İskenderun'u aldım, Dirzur'a gittim, şöyle böyle oldu. Fatıma'nın [Halep’in kuzeyindeki Katma’yı söylerken yanlış yazılmış olmalı] cenubundan aldık, Dizrur'dan [Deyrezzor] aldık, bunlar tabii bir esasa istinat eden şeyler değildir. Böyle olmakla beraber bir kaç zaman sonra hâkim olduğumuz hat bizim hududumuzdur. ‘Bu emperyalist, müstebit istilâcı bir ifadedir. Dünyada menfur bir şeydir’ dediler.31

Yine devamı var… Türkiye’de Milli Mücadele, askeri güçle belirli bölgeleri elinde tutma imkânı ve inadı sergileyebilecek olduğu halde, muhatap olduğu diğer emperyalistler gibi bölgede “müstebit istilacı” bir güç olmadığını ortaya koymak zorundadır. Bunun Bolşevik Devrimi’nin bölgedeki etkisinden bağımsız düşünülmesi mümkün mü? O yüzden devamında, Misak-ı Milli’de “Osmanlı-İslam” olarak anılan gerek güneydeki Kürtleri (Mezapotamya’daki yayılımıyla) gerekse kuzeydeki Türkleri (Asya’ya doğru olan yayılımıyla) kapsamak adına sınırları belirlemenin siyasi egemenlik ve meşruiyete bağlı olduğunu kabul eden şu cümleleri kurmaktadır:

Zaten Vilson milliyetler esasına göre bir hudut göstermek lâzımdı, milliyet prensiplerine müstenit bir şekilde olmadı. Bir ifade bulalım. Hududu millimiz nedir? Behemehal, Türklerle ve behemehal mukadderatımızla teşriki mesai etmiş olan Kürtlerle meskûn olan mahaller bizim hududu millimiz dâhilinde kalmak lâzım gelir mi? Hayır, hayır. Bu pek vâsi [geniş] olur. Bunun üst tarafında kalan Türkler ve ırkdaşlarımızla dahi... Efendim, gayet vâsi bir mikyas [geniş bir ölçek] tutmuş olur. … Bizim hududu millimiz, bize mesut ve müstakil yaşayabilecek bir hududu milliye olur ve menafimize azamî mutabık çizdirebileceğimiz hudut hangisi ise, işte o hududu millimiz olacaktır.32 

Sonuç olarak, Fransa’yla yapılacak Ankara Anlaşması vesilesiyle şu ortaya konmaktadır: Milli Mücadele’nin benimsediği haliyle Misak-ı Milli, bir toprak ve halk üzerinde söz sahipliği, hele ki emperyal bir vizyonla genişletilmiş sınırlar peşinde asla değildir. Ortak bir kimlik dahi tek başına birleştiricilik kriteri olamaz, böyle bakılacak olursa mücadelenin Irak’a veya Azerbaycan’a uzanması gerekirdi. Oysaki sınırların belirlenmesindeki temel kriter, “mutlu ve bağımsız” yaşayabilecek, dolayısıyla meşru bir egemenlik hakkı kullanabilecek bir toplumsal ölçeğe sahip olmaktır. 

Dolayısıyla Misak-ı Milli’nin Kurtuluş Savaşı’ndan Cumhuriyet Devrimi’ne evrilen süreçte içe dönük en önemli belge olduğu varsayımını düzeltmek gerekiyor. Öte yandan Misak-ı Milli’nin dışa dönük bir önem taşıdığı çeşitli şekillerde görülecektir. Bunun Türkiye’deki Milli Mücadelede henüz nüveleri belirginleşmiş olan ancak Türkiye’nin içine yerleştiği coğrafyaya damga vuran devrimci süreçlerin sınırlarıyla bir ilgisi vardır.

Misak-ı Milli sınırları mı, devrimin sınırları mı?

Misak-ı Milli ilan edildiğinde İtilaf cephesi tarafından çok önemsenmediğini söylemiştik. İngilizlerin uzunca bir süre tek düşündüğü şey Kuvayı Milliyecileri ezmektir. Bunun bir nedeni İngiliz emperyalizminin kibri ise bir diğer nedeni Anadolu’da bağımsız bir siyasi iradenin Doğudaki sömürge hattını tehlikeye atabileceği korkusudur. Tevekkeli değil, Sovyet iktidarının mazlum halklara yaptığı çağrının da etkisiyle Bombay’da Türkiye’yle dayanışma amaçlı dev bir miting yapılmıştır33; ya devamı da gelirse? İngilizlerin kaba kuvvete dayanan davranışlarına nazaran Fransızlar daha ince bir emperyalist strateji izlemektedir. Dünya Savaşı’nda İngiliz Başbakanı Lloyd George’un ekürisi olan Başbakan Clemenceau’nun benzer kibirli sömürgeci tutumu Fransa’da rafine bir egemen sınıf aklı tarafından dengelenmekte ve daha basiretli bir yaklaşım önerilmektedir: Anadolu’daki Milli Mücadele önderliğiyle ilişki kurarak hem Bolşeviklere karşı Doğuda bir müttefik kazanmak hem de İngiltere’yi ekarte edip buradan iktisadi ayrıcalıklar koparmak… 

Bu koşullar altında Misak-ı Milli’nin uluslararası anlamdaki ilk kabulü, Sovyetlerle yapılan 16 Mart 1921 Moskova Anlaşması ile 20 Ekim 1921 Fransa’yla yapılan Ankara anlaşması olarak tarihe geçecektir. Bu iki ülkenin öncülüğü, Türk ulusal kurtuluşçularıyla yalnız Kafkaslara nüfuz eden Bolşeviklerin ve Suriye’deki Fransız sömürgeciliğinin sınır tayini değildir. Aynı zamanda bu iki ülkeden birinin temsil ettiği devrim diğerinin emperyalist yayılım sınırlarının tayini anlamı taşımaktadır. Fransa’da geliştirilen yaklaşım, Sovyet iktidarına karşı Doğu Avrupa ülkeleriyle bir karşı-devrimci hat örmeyi hedeflerken Türkiye’yi de kapsama hesabındadır.34 Sovyet iktidarı ise sosyalist devrimi Anadolu’ya doğru genişletmek gibi bir hedefi olmadığı halde İtilaf devletlerinin bölgedeki ajanlarının temizlenmesini, milliyetçi hesaplaşmalar yaşanmamasını, bunun için ulusal egemenliği temel alan sınırlar dahilinde olabilecek en ileri çizgide bağımsız birimler kurulmasını gözetmektedir.

Sovyetlerin Kızıl Ordu aracılığıyla devrimi Anadolu’ya yaymak veya ulusal kurtuluş hareketinden sosyalist devrimci bir özne çıkarmak gibi bir beklentisi yoktur ancak belli ki devrimci dalganın dağılan Anadolu’daki bağımsızlıkçı eğilimleri etkilemesi arzu edilmektedir.35 1920 yazında Sovyetlerle yoğunlaşan temaslar sırasında Dış İşleri Halk Komiseri Georgi Çiçerin’in Doğu illeri için gündeme getirdiği kendi kaderini tayin hakkı bu çerçevede değerlendirilebilir.36 Öneri, Mustafa Kemal tarafından nazik ama kesin bir dille reddedilmektedir: Suriye’de, Ermenistan’da bağımsızlık ve kendi kaderini tayini kabul edilmiştir ancak “hududu milli dahilinde” ortak bir gayeye sahip olan Kürt, Laz, Çerkezler “beraber çalışmaya karar vermişlerdir”, ayrı devletler kurmaları söz konusu değildir.37

Aynı dönemde Sovyetlerle dostluk anlaşması yapmak için Moskova’ya giden Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, henüz Mustafa Kemal’in bölgedeki güç ve niyetinden tam olarak emin olmayan Sovyet tarafını temsilen Çiçerin’in Ermenistan topraklarına katılmak üzere Van, Bitlis ve Muş’u istemesine muhatap olmuş, bu talebe Misak-ı Milli ile itiraz etmiştir. Mustafa Kemal’in konumunu ve kurulabilecek hukuku gerçekçi bir şekilde öngören Stalin’in Lenin’e Çiçerin’in bu talebinin yanlış olduğunu yazdığını biliyoruz. Nitekim daha sonra Sovyet kaynaklarında hiç değinilmeyen bu talebin yerini Ermenistan Sovyeti’yle dostane bir sınır komşuluğu almıştır.38 Burada da yine sınır meselesinden ziyade İtilaf devletleriyle kavgalı iki devrimci gücün ortak bir tutum geliştirmesinin değeri öne çıkmaktadır: Moskova Anlaşması, Misak-ı Milli “sınırlarının” Doğu komşuları nezdinde tanınmasının ötesinde, coğrafi egemenliği olan bir siyasi iradenin meşruiyetini Sovyetlerin uluslararası alana taşıması açısından tarihsel olarak değerlidir.39 Nitekim, devamında Fransa’nın aldığı inisiyatif karşısında bu anlaşma emperyalizmin kalesine atılmış bir gol gibidir. 

Milli Mücadele ekibinin Fransa’yla ilk temasları ise İngiltere’nin gölgesidir: Şubat 1921’de İtilaf devletleri, hem İstanbul hem Ankara hükümetlerini Londra Konferansı’na çağırır. Ankara adına katılan Bakan Bekir Sami Bey konferansta Misak-ı Milli’yi kabul ettirememiş, buna karşılık Fransızların “iktisadi ayrıcalıklar karşılığında siyasi bağımsızlığı tanıma” olarak özetlenebilecek teklifiyle Ankara’ya dönmüştür. Bu durum Bekir Sami Bey’e dönük Meclis’te tepkiye neden olmuş ve nasıl diplomasi yapılmaması gerektiğine dair Ankara’da bir ibret konusu olarak işlenmiştir. Sovyet kaynaklarında, toprak ağası sınıftan bir gerici olarak kaydedilmiş olan Bekir Sami Bey’in Fransızların anti-Bolşevik duyarlılığına hitap etmeye çalışırken aşırı uzlaşmacı bir tutum içine girdiği anlaşılmaktadır.40

Fransa’nın anlaşma teklifinin görüşüldüğü 16 Mart 1921 tarihli Meclis görüşmelerinde Misak-ı Milli’nin nasıl ele alındığına değinmiştik. Yine 1921 bahar aylarında Fransız hükümetinin gayrı resmi temsilcisi Franklin Bouillon’la Mustafa Kemal’in görüşmelerinde daha sıkı bir pazarlık cereyan eder. Mustafa Kemal, aslında Bekir Sami Bey’inkine paralel bir çizgide, bu defa Misak-ı Milli’nin kabul ettirilmesi karşılığında Fransa’nın yeni kurulacak Türk devletinde ayrıcalıklar değil ama belli bir iktisadi nüfuza sahip olabileceği güvencesini vermektedir.41 Nihayetinde bu uzlaşma Fransızlar için uzun vadede İngiltere’nin bölgedeki etkisinin ekarte edilmesi, ulusal hareket içinse hem İtilaf devletleri içinde bir bölünme hem de Batı nezdinde yer kazanmak için müspet bir hamle anlamına gelecektir. Dolayısıyla Misak-ı Milli, Milli Mücadele içinde sınırlara takılı kalan gerek Osmanlıcı kafa gerek Fransız sömürgeci kafası dışında bir perspektif bulup kendisini kabul ettirmektedir: Tam siyasi bağımsızlık ve Batı’yla iktisadi taviz görünümünde olmayan bir işbirliği.42

Devrim coğrafyasının yayılımını dar anlamda sınıf mücadelesindeki nicel güç dengeleri değil, sınıfları temsil eden siyasi öznelerin alandaki örgütçülüğü, kimi zaman diplomasideki kıvraklığı, kendilerine göre esas çelişkideki pozisyonlarını kaybetmeden tali çelişkilerden yararlanma becerisi belirlemektedir. Böyle düşünüldüğünde Misak-ı Milli, muhafazakar özellikler taşıyan bir belge olsa da devrimci öznenin önünü açan niteliğiyle tarihsel bir önem taşımaktadır. 

Bu çelişkileriyle birlikte Misak-ı Milli, bugün hem uygulamada revize edilmesi gereken hem de özü itibariyle yayılmacılığa dayanak oluşturan tutarlı bir belge gibi nasıl olup da gündeme getirilmektedir? Bunu günümüz Yeni Osmanlıcı muhafazakarlığın ve yazının başında alıntıda bulunduğumuz Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetinin ötesinde bir olgu olarak tartışmak lazım.

“Revize” Misak-ı Milli

Dünyada 20. yüzyılda sınırların değiştirilmesiyle ilgili iki kavramın kullanıldığından bahsetmiştik: Teritoryal revizyonizm ve irredentizm. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonunda emperyalist güçler tarafından ulusal sınırlar “paylaşım” güdüsüyle tasarlanırken Sovyet iktidarı ve devrimci güçler buna belli ölçüde set çekebilmişlerdi. Avrupa sömürgeciliğine karşı Sovyet iktidarının Doğu halklarına çağrısı Asya’da ulusal kurtuluş hareketlerine hem sömürgeciler karşısında direnme hem kendi toplumsal formasyonları içerisinde devrimcileşme fırsatı tanıyordu. Öte yandan emperyalist sistemin iç kompozisyonu değişmekte, sömürgeci çıplak tahakkümden sermaye ihracına dayalı gizli tahakküme doğru bir ağırlık kayışı yaşanmaktaydı. Bolşevikler ulusların kendi kaderini tayin hakkını bir devrimci taktik olarak kullanırlarken ABD’nin hemen peşinden gündeme getirdiği Wilson Prensipleri bağımsızlıkçı arayışlara kapitalist dünyaya “onurlu” bir entegrasyon seçeneği sunuyordu.

Bugün, yani Sovyetlersiz bir dünyada bu koşullar altında belirlenmiş sınırlar “tartışılabilir”, “gözden geçirilebilir” hale gelirken Misak-ı Milli sınırları da böyle bir revizyondan muaf değildir. Türkiye tarihinde resmi söylemde Misak-ı Milli’nin dokunulmazlığına dönük hatırlatmalar kimi zaman “Sevr sendromunun” kimi zaman Erdoğan’ın bahsettiği gibi “kısır” bir dış politikanın uzantısı olarak mahkum edilmektedir. Öte yandan İkinci Cumhuriyetçi akımlar tarafından ilan edilen Misak-ı Milli’nin “dokunulurluğu” yine bu belgenin tarihi dayanak gösterilerek Yeni Osmanlıcılığın önünü açmaktadır. 

Misak-ı Milli belgesinin Mustafa Kemal’in elinden çıkan tasarımında Mondros Ateşkes Anlaşması sınırları “haricindeki” coğrafyaya gözünü dikmediğini söylemiştik. Mondros sınırları “dahilinde” ayrılmaz bütünlük vurgusunda irredentizmin reddi, yani Osmanlı’nın son dönemindeki Pan-Türkist ve Pan-İslamist söylemlerle gelişen yayılmacılığın reddi söz konusudur.43 Cumhuriyet Türkiyesi’nin resmi tarihçiliğinde bu belgeye yapılan atıflarda, farklı tarihçilerin haklı olarak “tahrifat” olarak nitelendirdiği, Mustafa Kemal’in tasarısını temel alarak Meclis-i Mebusan’da eklenen “haricinde” ifadesini çıkaran “düzeltmeler” yapıldığı görülmektedir. Tarihçilik açısından bir kelime değişikliği gibi gözüken mesele aslında gerçekçi siyasi hattın kendi mecrasını bulmasıdır: Nasıl ki Milli Mücadele bir ulusal iradeyle gerçekleşiyorsa tam bağımsızlık da ancak ulusal egemenlikle sağlanabilecektir. Misak-ı Milli belgesinde henüz bu formüle edilmiş değildir, o yüzden Meclis-i Mebusan’da sınırların dışına göz diken bir yayılmacılık belirmiştir. Tarihçilik açısından “tahrifat” olan şey, Cumhuriyet’i kuracak ulusal kurtuluş iradesinin çizgisi bakımından bir siyasi düzeltmedir. 

Resmi tarihte Misak-ı Milli’yi temellendiren, kendi egemenlik haklarını korumak ve başkalarının egemenlik haklarını da gözetmek olarak da yorumlanabilecek “yurtta ve dünyada barış” mottosudur.44 Ancak İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde bu hassasiyet terk edilmiştir. Sovyetlerle dostluk ilişkileri kurulurken Cumhuriyet devrimini gerçekleştirecek iradeye meşruiyet kazandıran bu yaklaşım, tesadüf olmasa gerek, Sovyetlere karşı önce Nazilere pasif destek sonra ABD nükleer silahlarına ev sahipliğiyle aktif düşmanlığa dönüştüğü zaman ortadan kalkmıştır. Misak-ı Milli’nin Suriye’de ve Irak’ta sömürgecilikten kurtulmuş, egemen devletler kurulmasına itimat eden tutumunun yerini örneğin Demokrat Parti’nin Irak’ta krallığı deviren halk ayaklanmasına karşı kraliyet lehine askeri müdahaleyi düşünebilecek kadar cüretkar bir tutum almıştır. Emperyalizme eklemlenmenin doğal sonucu Cumhuriyet’in Misak-ı Millisi’nin iki boyutuyla, yani “kimsenin toprağımıza/ulusal irademize müdahale etmesine izin vermeyiz” ile “başkalarınınkinde gözümüz yoktur”’ ilkelerinin birlikte zayıflamasıdır: Misak-Milli “topraklarının” emperyalist sermaye ve NATO tarafından esir alınmasına izin veren ve başka ülkelerin egemenlik haklarını -önceleri büyük emperyalistlerin taşeronu olarak, sonraları kendisi emperyal arayışlarla- hiçe sayan bir devlet anlayışı gelişmiştir. 

Daha 1920’nin BMM’sindeki tartışmalarda Misak-ı Milli’ye yönelik “sağ” eleştirilerin İslam coğrafyasının ve güney Kürdistan’ın kapsanmamış olmasına odaklandığı, bu bağlamda Musul ve Kerkük’ün Lozan’da masa başında “kaybedilmesini” Cumhuriyet’i kuranların Misak-ı Milli’den “taviz” vermesi olarak değerlendirdiği görülüyor. 1990’larda, Ortadoğu’da emperyalizme karşı Sovyetlerin güç verdiği direnç kaybedildiğinde, Türkiye’de hem milliyetçi hem liberal kesimden Misak-ı Milli’nin yeniden yorumlanmasına heves edilmeye başlanmıştı. Bu dönem canlanan tartışmalarda sıklıkla göndermede bulunulan Mete Tunçay’ın 1976 tarihli Birikim yazısında Misak-ı Milli’nin aslında Kuzey Afrika’ya doğru uzandığını, dolayısıyla Cumhuriyet’in kuruluşu açısından bu belgenin bir “efsane” olduğunu ileri sürülmektedir. Oysa milliyetçilerin Misak-ı Milli’yi “toprak sınırına” indirgeyerek kutsallaştırmasına verilen bu yanıt aynı indirgemeciliği taşımasıyla tarihsel olarak hatalı, siyasi olarak da Yeni Osmanlıcılığa dönük kışkırtıcı bir içerik taşımaktadır. Çünkü bunun peşinden Osmanlı reddi mirası ile sınır muhafazakarlığının Cumhuriyet Türkiyesinin taşıdığı yapısal sorunlar olduğu argümanı gelmektedir.45

Uluslararası bağlamda bunun teritoryal revizyonizmle ilgisi vardır. Birinci Savaş’ın baş mağlubu Almanya’nın yeniden yükselişinde öne çıkan revizyonizm kavramı, illa dar bir alanda sınır değişikliği taleplerini değil “sınırların değiştirilebilirliğini” öne sürmektedir. Oysaki Misak-ı Milli’nin hikayesinde de gördüğümüz gibi sınırları tayin eden esas olarak emperyalist paylaşım ve karşısında çeşitli düzeylerde kararlılık gösteren devrimci güçler arasındaki siyasi mücadeleydi. Dolayısıyla bu sınırların ancak benzer bir güç dengesi içerisinde devrimcilerin ellerindeki mevzilere göre sorgulanması tarihsel meşruiyet taşıyabilir. Örneğin Erdoğan’ın “paylaşım savaşı devam ediyor” demesinin nedeni sadece bir belge olarak Misak-ı Milli’den Türkiye’nin bugün iddia sahibi olduğu Suriye, Azerbaycan-Ermenistan gibi bölgelerle ilgili geçmişte verdiği tavizleri geri almak istemesi değildir. Bu sözler aynı zamanda bugünkü Türkiye’nin söz konusu “paylaşım” mücadelesine bağımsız bir aktör olarak katılma hevesini yansıtmaktadır. 

Misak-ı Milli tartışmalarının bir yerinde Türkiye kökenli Kürt siyasi hareketinin durduğunu da hatırlamak gerekiyor. Öcalan, 2013’te Misak-ı Milli’nin güney Kürdistan’ı içerdiğini belirterek Türkiye’nin bugün Kürt siyasi hareketini kapsaması ve Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu artırması gerektiğini ilan etmişti. Bu çıkış, yine Sovyetlerden geriye kalan Ortadoğu manzarası değerlendirilmeden anlaşılamaz. Kürt hareketinin Suriye’de emperyalist saldırganlığa karşı bir direnç noktası oluşturan egemen Arap Cumhuriyeti karşısında ABD’yle veya İslamcı çetelerle işbirliği yapabilmeyi meşru sayması, özgürlük atfedilen güney Kürdistan’ın emperyalizmin bölgedeki başat ajanı İsrail’le stratejik ilişkiler kurabileceği yönündeki beklentiler ancak Sovyetlerin yokluğundan cesaret edilebilecek türden müfrit girişimlerdir. Kürt siyasi hareketinin Yeni Osmanlıcılık içinde kapsanma çabası da buraya oturmaktadır.

Ama bunun da ötesi var. Kürt siyasi hareketi aslında Türkiye sermaye sınıfına Misak-ı Milli belgesinin içerdiği güney Kürdistan’ı hatırlatarak büyümeyi önermektedir. Sermaye sınıfının tekil (İhvancı) bir İslamcı siyasi projeye angaje olmak istemeyen yayılmacılık arayışına laik ve kozmopolit bir siyasi karakter kazandırma teklifidir bu. Bugünkü koşullarda sağ Kürt ulusalcılığı ve sağ Kemalizm’in İslamcılarla yollarını kesiştiren bu zemin kendisine Misak-ı Milli’yi dayanak almaktadır. Misak-ı Milli’nin bu şekilde yorumlanması, belgenin geleneksel muhafazakarlığın “tek sesli”, “dışlayıcı” çerçevesinden çıkarılıp kimileri için “çoğulcu” kimileri için “gerçek Atatürkçü” bir kisveyle yeniden sunulmasını sağlamaktadır. Neticede kesişme milliyetçilikle emperyalizmin çağımızda yakaladığı rezonansı göstermektedir. 

Misak-ı Milli tarihsel bağlamı içine yerleştirildiğindeyse, Ekim Devrimi’nin emperyalizme ve otokrasiye karşı estirdiği kurtuluşçu rüzgar ile Türk burjuva devriminin kararlı önderliğiyle bağları ölçüsünde tarihsel değerini muhafaza edecek bir belge olduğu teslim edilmelidir. Meclis-i Mebusan’da resmileşen, yani bitmiş bir imparatorluğun parlamentosunda ortaya çıkıp kurucu bir parlamento olan BMM’ye devredilen bir “ant”tır söz konusu olan. Meclis tutanaklarından gördük, ilk kurulduğundaki manzarası itibariyle BMM gerçekten Meclis-i Mebusan’ın devamcısı gibi görünmektedir. Mustafa Kemal’in bir direnişin gerçek bir ulusal kurtuluş savaşına dönüşmesine önderlik eden yöntemi, eldeki malzeme neyse onu tüm hantallıklarıyla taşırken sonuna kadar kullanmak şeklinde olmuştur. Devrimci dönemece sıra geldiğinde ise bu hantallıkların silkelenmesi, icabında “inceldiği yerden kopmasından” çekinmemektedir. Misak-ı Milli’den güç alarak işgalcilere Milli Mücadele’nin iradesini kabul ettirmeyi başardıktan sonra, bu süreç boyunca tüm işbirlikçiliğine karşın saygınlığına gölge düşürmediği padişahın nihayet tasfiyesine sıra geldiğinde, mırın kırın edenlere yanıtı gayet soğukkanlıdır:

“Efendiler” dedim, “hakimiyet ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı ve bu tasallutlarını altı asırdan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Söz konusu olan , millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”46

Misak-ı Milli ancak bu iradenin parçası olarak algılandığında tarihsel bir değer taşımaktadır. 

  • 1. Recep Tayyip Erdoğan, “Kapanmış Parantezin Kilidi: Misak-ı Milli”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s. 9, 10.
  • 2. Teritoryal revizyonizm, tarihsel olarak ülkeler arasında kabul görmüş toprak paylaşım kararının tek taraflı olarak gözden geçirilmesi fikridir. Genellikle bu taraflardan birinin haksızlığa uğradığı iddiasına dayandığı için rövanşizm yani kaybedilen toprakları geri almaya dönük intikamcılık olarak da kullanılır. İrredentizm ise bir devletin sınırları dışında kendisiyle aynı ulusal aidiyete sahip olduğunu iddia ettiği bir halkla birleşme, yaşadığı toprakları bu gerekçeyle ilhak etme fikridir.
  • 3. Arnold Toynbee,Kenneth P. Kirkwood , Turkey, E. Benn, 1926, Londra; aktaran Nejat Kaymaz, “TBMM’de Misak-ı Milli’ye Bağlılık Antı İçilmesi Konusu-II”, Tarih ve Toplum, Ağustos 1985, Sayı 20, s. 122-124.
  • 4. Sibel Kahraman, Atila İlhan’a Göre Atatürkçü Düşüncede Üç Misak-ı Milli (Cumhuriyet Gazetesi Yazıları 1996-2005), Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2009, İstanbul.
  • 5. V. İ. Lenin, “Ulusal Sorun Üzerine Söylev” 29 Nisan (12 Mayıs) 1917, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı içinde, Çeviren: Muzaffer İlhan Erdost, 1998, Ankara.
  • 6. Borisoviç Lutskiy, Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi 16. Yüzyıldan 20. Yüzyıla, Yordam, Çeviren: Turan Keskin, 2016, İstanbul, s. 339, 340.
  • 7. A.g.e., s. 340-349.
  • 8. A.g.e., 363.
  • 9. Timothy James Flaherty, For the lesser peoples: Woodrow Wilson, National Self-Determination and the Ottoman Empire, Doktora Tezi, Otago Üniversitesi, 1997, Dunedin, Yeni Zelanda, s. 10.
  • 10. Emre Ozan, “Osmanlı’nın Toprak Bütünlüğü Meselesi ve Misakı Milli”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s. 53-55.
  • 11. “…Osmanlı İmparatorluğu için kapitalistleşme sırasında tek bir pazarın oluşumundan söz etmek oldukça güçtür. Misak-ı milli tek pazar sorununu da çözecek bir adımdır.” Egemen Arslan, “Doğudan Batı’ya Bir Yol Var Mı?”, Gelenek, Sayı 80, Mart 2004.
  • 12. Burada geçen Osmanlıca ifadeleri biz Türkçeleştirdik. Mustafa Budak, “I. Dünya Savaşı sonrası yeni uluslararası düzen kurma sürecinde Osmanlı Devleti’nin tavrı: Paris Barış Konferansı’na sunulan 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra”, Divan: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, 1999/2, s. 202, 203.
  • 13. Cezmi Eraslan, “Misakı Milli Üzerine Düşünceler”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s. 94.
  • 14. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kaynak Yayınları, 2015, İstanbul, s. 36, 37.
  • 15. Paul Dumont, Mustafa Kemal: Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu, Çeviren: Zeki Çelikkol, Remzi Kitabevi, 2005, İstanbul, s. 52.
  • 16. V.A. Gurko Kryajin, Yeni Türkiye’nin Doğuşu (1923-1924 Yazıları), Çeviren Kayhan Yükseler, Kaynak Yayınları, 2008, İstanbul.
  • 17. Ateş Uslu, E. Atilla Aytekin, “Burjuva Devriminin ve Savaşın Belirsiz Sınırlarında”, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Editör: Gökhan Atılgan, Cenk Saraçoğlu, Ateş Uslu, Yordam, 2015, İstanbul, s. 157-161.
  • 18. Dumont, s. 85-87.
  • 19. Dumont, s. 100, 101.
  • 20. Mahmut Soydan, Milli Mücadele Tarihine Dair Notlar, Ankaralı’nın Defteri, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, İstanbul, s. 262, 263.
  • 21. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 141.
  • 22. Erol Kaya, “Misâk-ı Milli'nin Sınırları”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 0 (8), s. 182.
  • 23. Mustafa Öztürk, “Osmanlı Miri Rejiminin Misak-ı Milli ile Münasebetleri”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s. 94.
  • 24. Saime Yüceer, “Bir Ütopyanın Gerçekleşmesi: Tam Bağımsız Türkiye ve Misakı Milli”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s.145, 146. Öte yandan Suriye’de Fransız sömürgeciliğine karşı 1925-26 yıllarında Suriye ve Lübnan Komünist Partisi’nin de katıldığı ayaklanmalar yaşanmıştır. Şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı İtilaf devletlerine yanaşmış olan Arap ulusçuluğunu anti-emperyalist bir bağımsızlıkçılığa yaklaştıran, Sovyet devrimi ve bölgedeki etkisi olmuştur. Fakat bu dönemde nihai olarak mandacılık galebe çalmıştır ve şu karşılaştırma doğrudur: Jön Türklerin 2. Meşruiyet’te Osmanlı tebasına özgürlük istemli paradoksunu savaş sonrası Padişah’ın paylaşım anlaşmasına karşı Kemalist önderliğin Misak-ı Milli projesi çözüyor. 1916’daki ayaklanmasının önderi Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in bağımsız krallık talebi üzerine hem ona hem işgalcilere paylaşım vaad eden Sykes-Picot Anlaşması ise Bolşevikler tarafından deklere edilince Arap aydınları ne muhafazakârlığın ne Wilson prensiplerine dayalı liberalliğin Arapların milliyetçi özlemlerini yerine getirmediğini gördüler. Bu paradoks çözülemedi. Zeynep Güler, Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık Tahrir Meydanı'nda Korkuyu Yenmek, Yazılama Yayınevi, 2011, İstanbul, s. 153-155.
  • 25. Nejat Kaymaz, “Mîsâk-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. III, (Ankara, 11-15 Ekim 1976), s. 5-9.
  • 26. “Bu program, savaşın sürdürülmesi, Müttefiklerle görüşmeler, bu ikisi de olmazsa, İngilizlere ve Müttefiklere karşı Pan-İslamcı ve Pan-Bolşevik akım bir tehdit olarak kullanılmak suretiyle gerçekleştirilecektir. Bu son adım, ancak en son çözüm yolu olarak atılacaktır.” Orhan Duru, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kuruluş Yılları, İş Bankası Yayınları, 2011, İstanbul, s. 142.
  • 27. Enis Şahin, “Yakın Dönem Türk Tarihi’nin Kızılelması: Misak-ı Milli”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s. 44, 45.
  • 28. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt 2, 11. İnikad, İçtimai Fevkalade, 17 Şubat 1920, s. 144.
  • 29. TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 1, 2. İçtima, 24 Nisan 1920, s. 16. (Günümüz Türkçesine çevrilmiş hali için bkz: https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d1yy1.htm)
  • 30. TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 2, İçtima 2, 16 Ekim 1921, s. 354.
  • 31. A.g.e., s. 354, 355. Tutanaklarda kâh konuşmacıların kendilerini net ifade edememelerinden kâh tutanak yazıcılarının konuşmaları takipteki eksiklerinden kaynaklanan anlaşılmayan ifadeler vardır. Biz okurken daha anlaşılır hale getirmek için orijinal kaynakta olmayan noktalamalar kullandık.
  • 32. A.g.e., s. 355.
  • 33. Dumont, s. 61.
  • 34. Gözde Somel, Soviet Policy Towards Turkey 1920-1923, Doktora Tezi, ODTÜ Tarih Bölümü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016, s. 186.
  • 35. Öte yandan Türkiyeli komünistlerin devrimin sınırlarına dönük algıları ve beklentileri Sovyet iktidarınınkine göre daha esnektir: “Mustafa Suphi, Sovyet iktidarının egemenlik alanında oldukça geniş bir bölgede faaliyet gösterdi, örgütlendi. Bunun da yardımıyla ‘Türk dünyası’na çok geniş bir pencereden baktı. Dolayısıyla kafasındaki ölçek, Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli sınırlarının oldukça ötesine geçiyordu. Önemli mi? Bir açıdan hayır. Bir açıdansa, nasıl önemli olmaz! Sovyet Rusya ile Türkiye arasındaki anlaşmanın özünde ‘ölçek’ uzlaşısı yok muydu?” Kemal Okuyan, Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920, Yazılama, 2019, İstanbul, s. 273.
  • 36. 3 Haziran 1920’de Çiçerin’in Mustafa Kemal’e gönderdiği ve Türkiye-Ermenistan ve İran arasındaki sınırların ‘self-determinasyon’ ilkesine göre saptanması istendiği mektupta yazara göre “Misakı Milli’nin sosyalist anlayışa göre bir de analizi yapılmıştı.” Güneş İhsan, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı 1920-1923, İş Bankası Yayınları, 2009, s. 430.
  • 37. TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1, İçtima 1, 2 Temmuz 1920, s. 73.
  • 38. Somel,, s. 143.
  • 39. Ocak 1921’de milletvekilleri arasında komünistlerin Misak-ı Milli sınırlarını ne ölçüde tanıyacaklarına ilişkin hararetli tartışmalar cereyan etmektedir. Meclis’te milletvekilleri olan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası bir “komünist parti” vasfıyla tartışmalara katılmaktadır. BMM çatısı altında komünizm sempatisi, anti-komünizm ve Mustafa Kemal’in “net” duruşu tutanaklara yansımaktadır: MUSTAFA KEMAL — …. Bakiniz hududu milliden bahsediyoruz. Ben çok içtimaiyat ile meşgul olmadım. Fakat komünizm bittabi hudut tanımaz. Halbuki biz bir hududu millî kabul ediyoruz. Sonra istiklâli tamdan- bahsediyoruz. ihtimal komünizm bilâkaydü şart serbestiyi istilzam eder. Biz de bunu kabul edemeyiz. … NAFÎZ B. (Canik) — Maksadımız bunu Hükümetin ağzından işitmek idi, teşekkür ederiz. MUHÎTTÎN BAHA B. (Bursa) — …. Burada bir Komünist Partisi vardır ve onun âzası, bir Komünist Partisi teşkil etmekle, en büyük bir vazifei içtimaiye ve bir vazifei vataniye ifa ettiklerinden emindir. Arkadaşlarımız anlamak ieabeder ki, Komünist Partisine iştirak edenler, hududu milliye hürmetkar ve onun için hayatlarını feda etmeğe her an amadedirler. Komünist Partisine iştirak eden emindir ki, bu dâvalarında, bu Partiyi teşkil etmekte ve bu dâvada ilerilemekte en büyük vatanperverliklerini izhar etmişlerdir ve ediyorlar ve edeceklerdir. Komünizm Partisi hududu milliyenin Misakı Millî dâhilinde mevcudiyetini kabul eder ve onun için hayatını fedaya ahdeder. Biz böyle kabul etmişizdir. Bolşevikler'de milletlerin arzularına müracaat ederek Hükümetlerinin teşekkülünü kabul ettirmişlerdir. (Gürültüler). NAFÎZ B. (Ganik) — Orası Komünist propaganda kürsüsü değildir. (Gürültüler) REİS — Celseyi tatil ediyorum. TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 7, 28. İçtima, 3 Ocak 1921, s. 160, 161. Bu tartışmaların yapıldığı ay içinde THİF kapatılacak, TKP’yi kuran kadrolar Karadeniz’de katledilecektir.
  • 40. A.g.e., s. 138, 139.
  • 41. Fransız basını Mustafa Kemal’in Bolşevikliğini, Alman yandaşlığını, Müslümanlığını, yabancı düşmanlığını çabuk unutmuştur. “Hakikaten Fransa, Ankara hükümetiyle imzalanmış olan Anlaşma’nın Kemalist Türkiye’de Fransız müteşebbislerine geniş imkanlar açacağını kuvvetle ümit etmektedir.” Dumont, s. 107-109.
  • 42. “Herşeyden önce, Millî Mücadele hareketinin amacı, kapitülâsyonların kaldırılması, millet ve memleketin tam bağımsızlığının sağlanması idi. Yani esas mesele, toprak değildi. Nitekim, bu gerçeği 24 Eylül 1921’de ikinci aşama Türk-Fransız görüşmelerinde Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk) de dile getirmiş ve ‘Milli Mücadele arazi için yapılmıyor. Osmanlı topraklarının dörtte üçünü oralardaki halkın iradesine bıraktık. Biz ancak, istiklâl için mücadele ediyoruz.’ demişti.” Mehmet Gönlübol, Ömer Kürkçüoğlu, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Genel Bir Bakış”, Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Der: Berna Türkdoğan, Atatürk Araştırma Merkezi, 2010, Ankara, s. 25.
  • 43. Mustafa Budak, “Milletin Ahdi Misakı Milli”, Yeni Türkiye Misak-ı Milli Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2017, Sayı 93, s. 91.
  • 44. Bir emekli büyükelçinin kaleminden: “Atatürk böylece dış politikamızın temeli olan Misakı Milli ilkelerinden ordumuzun zaferden zafere koştuğu günlerde bile ayrılmayı düşünmedi Bu isabet ve kararlılıktır ki yabancılara güven verdi ve dış ülkelerde itibarımızı yükseltti.” Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurumu, 1991, Ankara, s. 29.
  • 45. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 28. Baskı, s. 69, 70.
  • 46. Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, 2015, Ankara, s. 527.