Trump bir kısmını sıklıkla 'müesses nizamın' karşısına çıkardığı medya gücü olarak tanımlıyor. Onlar da sıklıkla Trump'ın muhafazakar kabalıklarını hedef alıyorlar. Yine de örneğin Çin'e ya da Venezüela'ya dönük yalanlar sözkonusu olduğunda birbirlerinden hiç aşağı kalmıyorlar.
Salgının ABD için bir tehdit olduğunu ve Nisan ayında bitmeyeceğini anladığından beri Başkan Trump, sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya, halkın dikkatini dağıtıp öfkesini yönlendirmeye çalışıyor. Medya bunun için kullandığı en önemli araçlardan biri kuşkusuz. ABD’nin büyük medya kuruluşları Çin’de salgının belirtileri gözlendiği ilk günden beri, neredeyse tüm haberleri saptırarak veriyor.
Benzer bir durumu Venezuela haberlerinde de görmek mümkün. Venezuela’da ABD’nin başarısız darbe girişimlerinin üstüne Maduro’nun salgınla mücadeledeki başarısı eklenince, Venezuela ve Maduro’ya ilişkin yalan haberler doğal olarak artıyor. Avrupa medyasının ağır topları da bu dönemde AB’nin karşı karşıya olduğu krizden çok Çin ve Venezuela’yla ilgileniyor. Ana akım batı medyasının manipülasyon girişimleri salgının başından beri devam ediyor ve bu arada ülkelerindeki emekçilerin durumuyla ilgili tek tük haber veriyorlar. Bu haberlerin çoğunda da emekçiler, yardım paketlerinin bir parçası olarak yer alıyor. Böylece ABD yönetimi bir yandan salgın sırasındaki beceriksizliğini sis perdesi ile örtmeye, bir yandan da uluslararası alanda mücadele ettiği “düşmanları”na karşı kirli savaşta korona silahını da kullanmış oluyor.
'Otoriter' ya da 'yetersiz' Çin
Çin’in koronavirüsle mücadele konusunda attığı adımlar, batı medyası tarafından ya Çin Komünist Partisi’nin “otoriter” uygulamaları ya da Çin’in salgınla başa çıkmadaki “yetersizliği” şeklinde yansıtılıyor. Örneğin, Wuhan’da karantina ilan edilmeden önce Çin’in salgını hafife alarak günü kurtarmaya çalıştığını yazan ana akım medya, karantina ilan edildiğinde bu kez “otoriter rejim”in büyük bir insan hakları ihlaline neden olduğunu yazdı. Aynı zamanda Çin, salgının başında etkili önlemler almayıp bilgileri gizleyerek salgının dünyaya yayılmasıyla suçlanıyor. The Sun, “Çin hükümetinin aşağılık bir örtbas niyetiyle virüsün tüm dünyaya yayılmasına nasıl izin verdiğini unutamayız”, sözleriyle Çin’i koronavirüs salgınından sorumlu tutuyor.
Wuhan’da bir devlet hastanesinde görevli olan doktor Li Wenliang, Çin’in otoriterliğine kanıt olarak uzun süre gündemde tutuldu. Doktor Li, Wuhan Belediye Sağlık Komisyonu tarafından salgının ilk günlerinde hastanelerle paylaşılan bir yönergeyi, WeChat gruplarından birine "Huanan deniz ürünleri pazarında yedi SARS vakası onaylandı. En son bilgilere göre, koronavirüs enfeksiyonu olduğu doğrulandı” mesajıyla göndermiş, doğrulanmamış bilgileri paylaştığı gerekçesiyle kamu güvenliği bürosundan kınama cezası almıştı. Bu haber duyulduktan sonra ana akım medyada doktorun başına gelmeyen kalmadı. İddialar arasında doktor Li’nin susturulduğu (New York Times), tehdit edildiği, tutuklandığı (Los Angeles Times), çalışma arkadaşlarının ortadan kaybolduğu (New York Post), çalıştığı hastaneden ceza aldığı ve lisansının iptal edildiği (CNN) yer alıyor. CNN, Li’den şu mesajı aldığını söylüyor: “Gözaltına alınmaktan korkuyorum, ailem benim için endişeleniyor, ya özgürlüğümü kaybedersem?”
Bunların hiçbiri başına gelmeyen Li’nin kınama cezası da, Çin Komünist Partisi Disiplin Teftiş Merkezi Komisyonu tarafından denetlendi ve kamu güvenliği bürosundan cezayı geri çekmesi istendi. Çin Komünist Partisi üyesi olan Li'nin WeChat grubuna mesaj göndererek kamu düzenini bozmak gibi bir amacı olmadığı açıklandı. CNN’e özgürlüğünü kaybetmekten korktuğunu söyleyen doktor Li, The Southern Metropolis Daily’yle yaptığı röportajda iyileştikten sonra planınız nedir, sorusuna şöyle cevap veriyor: “İyileştikten sonra yine ön saflarda olmalıyım, salgın hâlâ yayılıyor ve bir firari olmak istemiyorum!” (Li, 7 Şubat’ta COVİD-19’a bağlı olarak yaşamını yitirdi).
Salgının başladığı Aralık ayından bu yana, batı medyasında gündemden düşmeyen bir konu tıbbi malzemeler. Koronavirüs Avrupa’da yayılmadan önce, Çin’de sağlık çalışanlarının kısıtlı kaynaklardan dolayı maske için yalvardığı söyleniyordu (NYT, Şubat 2020). Bazı haberlerde sağlık çalışanlarının maske bulamadıkları için bebek bezi kullandığı yazıldı. Bir ay sonra, ABD ve Avrupa’nın maske ihtiyaçları arttığında, Çin’in milyonlarca tıbbi malzemeyi stokladığı haberleri gelmeye başladı; Daily Mail, Beyaz Saray danışmanı Peter Navarro’nun Çin’in kişisel tanı kitlerini saklayarak kâr ettiği iddiasını manşetten verdi. New York Times, “İnsanların maskeye ihtiyacı var. Çin üretiyor; ama saklıyor” dedi. Çin, bir süre sonra ülkelere tıbbi malzeme göndermeye başladığında ise ana akım medya, Çin’in “sadece propaganda yaptığı”nı söyledi. The Economist, Çin devlet medyasının ne kadar küçük olursa olsun her yardımı boru çalarak ilan ettiğini yazdı, “Çin tıbbi malzeme dağıtıyor ve kameraların gördüğünden emin” dedi. Başka bir dergide Çin’in “büyük ölçüde kendi rahatlığı ve yetersizliğinden kaynaklanan pandemiyi, enfekte ettiği ülkelere malzeme ve uzmanlık sağlama hikayelerini vurgulayarak propaganda zaferine dönüştürmeye çalıştığı” (National Review, Mart 2020) yazıldı.
Batı medyasının Çin karşıtlığını Avrupa’daki gönüllüler ve Çin’deki mahalle komiteleri haberlerinin veriliş şeklinde görmek mümkün. Avrupa ülkelerinin gönüllü çağrıları batı medyasında geniş yer buldu. Birçok ülkede salgınla mücadeleye gönüllüler katıldı. İngiltere hükümeti Ulusal Sağlık Sistemi’ne yardım çağrısıyla 750 binin üzerinde başvuru aldı, yığılmayı önlemek için başvuruları geçici olarak durdurdu. Bu gelişme, New York Times’da “İngiltere’de ulusal dayanışmanın heyecan verici bir göstergesi” olarak yorumlandı. Fransa’nın ‘Yardım etmek İstiyorum’ kampanyasına 100 bin kişi başvurdu, France24 koronavirüsün vurduğu ülkede dayanışma dalgasının yükseldiğini söyledi.
Avrupa’da sağlık çalışanları hastanelere zor yetişirken, mahallelerdeki hastaların durumunu kontrol edecek, sokağa çıkamayan insanların ihtiyaçlarının giderilmesini sağlayacak bir mekanizma yok. Gönüllülere bu nedenle ihtiyaç duyuluyor. ABD’de de sağlık çalışanları, bazı eyaletlerde işletmelerin açılmasıyla birlikte hastaları takip edebilmek için mahalle ekiplerine ihtiyaçları olacağını söylemişti. Çin’in bunu salgının başından beri mahalle komiteleriyle yaptığını biliyoruz. Çin’de karantina ilan edildikten sonra görevlendirilen mahalle komitelerinin, mahallede sokağa çıkma yasağı sırasında komşuların gıda ve temel ihtiyaçlarını karşılama, sağlık durumlarını takip etme gibi görevleri var. Mahalle komiteleri kapı kapı dolaşıp halkın sağlık durumunu soruyor, hastalık ihtimali olanlardan günde birkaç kez ateşlerini ölçüp mahalle komitesine iletmeleri isteniyor. Bu uygulamanın bir örneği New York Times gazetesinde şöyle yer buldu:
“29 yaşındaki Nada Sun, göğsündeki ağrı nedeniyle hastaneye gitti. Yüksek ateşi yoktu, ancak hastaneden kendisine bir ilaç verildi. Koronavirüs testi negatif çıktı.
Yine de, dairesine döndüğünde, iki hafta karantinaya alınacağı söylendi. Ayrıca WeChat uygulamasında Komünist Parti üyesi mahalle sekreteri ve diğer gönüllülerden oluşan bir gruba eklenerek günde iki kere ateşini ölçüp bildirmesi ve konumunu gruba göndermesi gerektiği söylendi.
Sun, ‘Çok fazla bilgiye sahip oldukları için endişeliyim,’ dedi.”
NYT, Çin’de yüksek ateşi ve öksürüğü olmayan bir hastaya koronavirüs testi yapılmış olduğunu istemeden yazmış oluyor; ama asıl olarak Nada Sun’un sağlığı konusundaki endişesinin nasıl zorunlu bir karantinaya dönüştüğünü, özgürlüğünü kaybettiğini anlatmak istiyor. Batı medyasında Avrupa’nın gönüllüleri ihtiyacımız olan dayanışma ruhunu temsil ederken, Çin’in mahalle komiteleri otoriter komünist rejimin halkı kontrol etme ve baskı yapma aracı olarak sunuluyor!
Çin’in sosyal medya platformları ana akım medya tarafından sık sık haber kaynağı olarak kullanılıyor. Genellikle kim olduğu belli olmayan bir kullanıcının, bir yerde yaptığı yorum, en çok beğeni alan yorum şeklinde yapılan alıntılarda, haberde yer alan iddiaları güçlendirecek başka bir kanıt yer almıyor. Bu yorumlar; salgını kontrol altına alamamış hükümete olan güvensizliği ya da önlemlerin halkı nasıl baskı altında tuttuğunu göstermek için birer kanıt olarak sunuluyor. The Guardian 24 Ocak’ta yayınladığı “Koronavirüs vatandaşların hükümete güvenini sarsıyor” başlıklı haberinde, Weibo’da bir kullanıcının “Lütfen Hubey'e sorumlu bir lider gönderebilir misiniz?” şeklinde yorum yaptığını, bunun Çin Komünist Partisi’nin meşruiyetinin ve hükümete güvenin ortadan kalktığının göstergesi olduğunu söylüyor ve haberde bu iddiayı destekleyecek başka bir veri yer almıyor. Bununla birlikte vatandaşların Çin hükümetini destekleyecek davranışlarda bulunmaları mümkün değil! Batı medyası salgının kontrol altına alınmasıyla kutlama yapanların beyinlerinin yıkanmış olduğunu ya da rol yaptıklarını yazıyor.
Çinli Virüs
Mart ayında Trump’ın bir açıklaması sırasında “Çinli virüs” ifadesini kullanması, salgın bahanesiyle Çin düşmanlığının yayıldığı tartışmalarını başlatmıştı. Beyaz Saray, “bizden önce CNN bile Çinli virüs dedi” diyerek kendini savundu. Batı medyası aslında Ocak ayından beri virüsü benzer şekilde adlandırıyor. Fransa’nın yerel gazetelerinden biri Le Courrier Picard1, 26 Ocak’ta “Sarı Alarm” manşeti ve “Sarı Tehlike?” başlıklı editör yazısıyla çıkmıştı. Gazete daha sonra Asyalılarla ilgili klişe bir ırkçılık yapmadığını söyledi ve özür yazısında şöyle dedi: “Aklımızda sarıdan kırmızıya doğru bir derecelendirme vardı. Yeşilden kırmızıya, sarı ve turuncuya doğru değişen hava durumu uyarıları gibi. Ve sarı alarm, salgına aşırı tepki vermememiz gerektiği anlamına geliyordu.” Avustralya’dan The Herald Sun2 da 29 Ocak’ta, “Çin Virüsü Tantanası” (China Virus Panda-monium) manşetiyle çıktı. Der Spiegel 6 Şubat sayısında “Çin malı” virüsü manşetine taşıdı. Almanya'daki Çin Büyükelçiliği, tarafsız olduğunu iddia eden bir gazetenin ırkçılık yapmaktan, yabancı düşmanlığını, özellikle Çin'e karşı ayrımcılığı kışkırtmaktan hiç çekinmediğini söyleyerek olayı protesto etti. Konuyla ilgili “savunmacı” köşe yazılarında, Der Spiegel’in Çin düşmanlığı yapmadığı, küreselleşmeyi eleştirdiği söylendi. Bu kadarla da kalmadı, TIME, ABD’nin Ontario kentinde çocukların yeni oyunlarının “Çin’e benzeyen arkadaşlarına koronavirüs testi yapmaca” olduğunu haber yaptı.
Trump’ın Çinli Virüs çıkışını birçok senatör de destekledi ve ana akım medyada “Neden Çin/Wuhan virüsü demeliyiz?” başlıklı yazılar yayınlandı. Örneğin New York Post salgının ortaya çıktığı yerle adlandırılmasının olağandışı olmadığını yazdı; bu kadar abartılacak bir şey yoktu, Batı Nil virüsü Uganda'nın Batı Nil bölgesinde ortaya çıkmıştı, Wuhan virüsü de Wuhan’da. Buna rağmen yeni koronavirüsün özellikle böyle adlandırılması gerekiyordu; çünkü Çin’in durumu farklıydı: “Hükümet, yeni koronavirüs konusundaki uyarıları bastırmaya çalıştı ve konuyla ilgilenmedi, böylece virüse önce ulusal, sonra küresel bir kriz olma imkanı verdi.”
Batı medyası bugünlerde yabancı düşmanlığını tersine çevirmiş durumda, bir süredir Çin’de yaşayan yabancılara düşmanlık yapıldığı haberleri geliyor. New York Times’da yer alan bir haber Çin'de koronavirüs vakaları azalırken milliyetçilik ve yabancı düşmanlığının yükseldiğini söylüyor: “Pandemi Çin sınırlarının dışına çıkıyor, yabancılar dışlanıyor, kamusal alanlara girmeleri yasaklanıyor ve hatta tahliye ediliyorlar”. Reuters’ın haberine göre, Pekin’de yaşayan bir İtalyan olan Francesca Tolai’ye komşuları artık şüpheyle bakıyor. Mahalle gönüllüleri sık sık nereye gittiğini soruyor, Francesca artık bu duruma dayanamıyor. CNN, Çin’de yaşayan Avustralyalı bir kadının karantina koşullarını ihlal ederek koşu yaptığı için sınır dışı edildiğini yazdı. The Guardian’daki haberde, aslen İrlandalı olan ve Şangay'da yaşayan 33 yaşındaki Andrew Hoban “Birinin yanından geçiyorum, mavi gözlerimi görüyor ve irkilerek uzaklaşıyor” diyor. Batı medyası bunun gibi birçok örnekle dolu. Çin’in salgını kontrol altına almadaki başarısı, Çin vatandaşlarının korkunç yüzünü göstermesine neden olmuş gibi. Ülkede yerli vaka kalmamış olması bir cümleyle geçilirken, Çin’de yaşayan yabancıların karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık sayfalarca anlatılıyor.
Venezuela da payını alıyor!
Batılı medyanın salgın sırasında Venezuela’ya karşı tutumu, alınan önlemleri görmezden gelmek ve Maduro hakkında yalan haberler çıkarmak arasında gidip geliyor. ABD 31 Mart'ta salgını fırsat bilerek Venezuela'ya “demokratik çerçeve” adı altında bir geçiş planı teklif etmişti. Bu plana göre, Venezuela yaptırımların kaldırılmasını istiyorsa, Juan Guaido başkanlığında bir geçiş hükümetinin kurulmasını kabul etmesi gerekiyordu. Ana akım medya bu öneriyi “yaptırımların hafifletilmesi” şeklinde haberlerine taşıdı ve ABD kaynaklı haber ajanslarından hiçbiri, bu teklifte, Maduro siyasi geçişi kabul edene kadar yaptırımlarımız yürürlükte kalacak ve artacaktır, dediğini yazmadı. Batı medyası, ABD’nin şantaj içeren önerisini “daha rahat bir yol” (Washington Post), “düşük tonda bir yaklaşım” (Reuters) ve “uzlaştırıcı çerçeve” (Economist) olarak yansıttı. France24 ve Reuters haber ajansı da Avrupa Birliği’nin ABD’nin teklifini desteklediğini yazdı. Aynı gün Venezuela Dışişleri Bakanı, Bolivarcı hükümetin hiçbir ülkenin vesayetini kabul etmediğini ve etmeyeceğini söyleyerek teklifi reddetti.
Bu tarihten bir hafta önce Maduro, Venezuela’da işçi sınıfının korunmasına odaklanan koronavirüs önlemlerini açıkladı. Bu önlemlerin arasında, tüm işyeri ve konut kiraları ve kredi anapara ve faiz ödemelerinin altı ay süreyle askıya alınması, kamu ve özel sektörde çalışan işçilere hükümet tarafından ikramiye verilmesi, karantina boyunca işten çıkarmaların yasaklanması yer alıyor. Ayrıca, küçük ve orta ölçekli şirketlerin ödemesi gereken maaşların, Eylül ayına kadar devlet tarafından ödeneceği açıklandı. Kolektif karantina uygulamasıyla, gıda, güvenlik, sağlık, ulaşım ve basın çalışanları dışında ülkedeki tüm ulaşım ve ticari faaliyetler sınırlandırıldı. Batı medyasında bu önlemlere dair çok az haberde ya Venezuelalıların karantinaya rağmen açlık ve susuzluğa dayanamayıp sokaklara çıktığı, ya Venezuela’nın sert önlemleri zorladığı vardı. BBC ve TIME, salgının ekonomik kriz ve petrol fiyatlarının etkisiyle Maduro’nun sonunu nasıl getireceğini yazdı.
Maduro, önlemleri açıkladığı günlerde batı medyasında uyuşturucu kaçakçılığı suçlamasıyla yer aldı. Batı medyası Venezuela’yı ilk kez uyuşturucu kaçakçılığıyla suçlamıyor; 2008 yılında ABD Maliye Bakanlığı, Venezuela’da iki üst düzey hükümet yetkilisinin, bölgedeki narko-terör faaliyetlerine maddi destek sağladığını iddia etmişti. The Guardian, “Açığa Çıktı: Kokainin Avrupa Yolunda Chavez’in Rolü” başlığıyla bir haber yapmış ve Wall Street Journal, Venezuelalı yetkililerin ülkeyi küresel kokain merkezine dönüştürdüğünden şüphelenildiğini yazmıştı. Yine 2019’da Hugo Chavez’in ABD’yi kokainle doldurmak istediği haberleri (WSJ, Eylül 2019), ABD Adalet Bakanlığı’nın Chavez’e soruşturma açmasıyla ortaya çıkmıştı. Mart ayında Maduro’ya yapılan suçlama da batı medyası tarafından aynı şekilde sahiplenildi; New York Times, Maduro'nun ABD'yi kokaine boğmak için bölgedeki bir uyuşturucu karteline başkanlık ettiği iddiasında bulundu. Financial Times, Venezuela’nın bir felaketin eşiğinde olduğunu, yeni koronavirüsle başa çıkma konusunda dünyada çok az ülkenin Venezuela'dan daha kötü durumda olduğunu yazdı. Bu ülkelerden birinin Financial Times’in merkezinin bulunduğu İngiltere olduğu açıktı ama gerçekler Venezuela’nın zaten durumu en kötü değil iyi sayılabilecek ülkelerden biri olduğunu gösteriyordu. Latin Amerika’da milyon kişi başına en yüksek test sayısına sahip ülke durumunda Venezuela. Şimdiye kadar Küba, Çin, Rusya gibi ülkelerden gelen yardımlarla 200 bin test yapılan ülke kıtadaki en düşük enfeksiyon oranına sahip.
Batı medyasında emekçilere yer yok
Batı medyası gündemini koronavirüs salgını sırasında Çin’e ve Venezuela’ya dair saptırılmış haberlerle doldururken, ABD ve Avrupa’da yaşayan emekçilerin durumunu gösterecek yer kalmadı. Avrupa ve ABD'de koronavirüs önlemleri en çok, bu ülkelerdeki istihdamın neredeyse yarısını oluşturan hizmet sektörü emekçilerini etkiledi. BM Nisan ayı bülteninde, özellikle ABD’de istihdamda beklenen olumsuz etkilerden bahsediliyor, işsizlik başvurularının 26 milyon kişiye çıkmasının yanı sıra, çalışmaya devam edenlere ya daha düşük saatlik ücret ödeniyor ya da ücretsiz izne çıkarılıyorlar. Bununla birlikte, ABD’de 27 milyon, Avrupa’da 19 milyon emekçi sigortasız çalışıyor ve salgın günlerinde hiçbir önlem alınmadan sömürülmeye devam ediyorlar. Ana akım medyada ise emekçilerin durumunu, bazı haberlerin içinden çekip çıkarmamız gerekiyor. Washington Post’un “Trump, 2020 seçimi öncesinde sınır duvarı inşaatını hızlandırdı” başlıklı haberinde Trump’ın planladığı gibi yıl sonunda Meksika duvarının 500 millik kısmının bitmiş olacağı yazıyor. ‘Salgın’ kelimesinin geçmediği haberde, ortalama 23 bin işçinin aynı koşullarda çalışmaya devam ettiğini anlıyoruz.
ABD ve Avrupa, koronavirüsün neden olduğu krizden kurtarma paketleriyle çıkmaya çalışıyor. ABD 2.3 trilyon dolarlık bir kurtarma paketi açıkladı. Batı medyasında büyük bütçesiyle “harika bir başlangıç” olarak değerlendirilen pakette işsizlik ödeneklerine bütçenin onda biri ayrılmış durumda. Bloomberg, BBC ve Times neredeyse aynı başlıkla ABD tarihindeki en büyük kurtarma paketinin haberini verdi. Pakette, sigortası olan herkese bir seferlik 1200 dolarlık nakdi yardım yapılması da yer alıyor. Paketi açıkladıktan kısa bir süre sonra Trump, bankalara, yardıma başvuranların hesaplarına borçlarına karşılık el koyma yetkisi verdi. Washington Post’ta 20 Nisan tarihli bir haberde ise, ABD Hazinesi'nin bankaların çeklere el koyması hakkında inceleme başlattığı yazıyor ve Trump’ın bankalara böyle bir yetki verdiğinden bahsedilmiyor. Avrupa Birliği’nin yardım paketi olan SURE ise sadece kısa çalışma ödeneğini kapsıyor. Pakette Avrupa’da salgın nedeniyle şimdiye kadar işsiz kalmış en az bir milyon kişi hakkında herhangi bir plan yok. Bu paket de batı medyasında AB’nin işçileri nasıl desteklediğinin bir göstergesi olarak yer aldı. Avrupa’nın sosyal politikasının bazen aşırı cömert olduğu (NYT) ve Avrupa hükümetlerinin ücret ödeyerek işleri kurtarma yarışına girdiği (France24) yazıldı.
Anlayacağınız, Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşayan bir sosyal medya kullanıcısının bir paylaşımı kadar değer taşımıyor batılı emperyalist ülkelerde yaşayan milyonlarca emekçinin çilesi.
Bu nedenle piyasa ekonomisinin yarattığı tarihsel tahribat ne olursa olsun Çin’e dönük medya saldırılarının karşısında durmamız ahlaki bir sorumluluk. Benzer biçimde sosyalist olmadığını ısrarla vurguladığımız Venezuela’nın ABD emperyalizmine ve onun yalan makinalarına karşı savunulması da ihmal edilemez bir görev olsa gerek.
- 1. Le Courrier Picard’ın sahibi Belçikalı Groupe Rossel. Medya şirketinin haftalık, aylık gazete, internet gazetesi radyo, televizyon kanalları olmak üzere doksan altı yayın organı bulunuyor.
- 2. The Herald Sun, Rupert Murdoch'un holding şirketi News Corp.’un gazetelerinden biri. News Corp. aynı zamanda New York Post, The Times of London ve The Wall Street Journal’ın yayıncısı Dow Jones & Company'nin de sahibi.