"Bağımsızlığın, laikliğin, halk egemenliğinin, varlık kazanacağı güvencede olacağı bir düzeni kuramadığımızdan başımıza geliyor her şey. Gelecek günlerimiz gecikmeyi affettirecek kadar güzel olmalı."

Bir meşruiyet tartışması: Cumhuriyet'in kazanımları derken...

Cumhuriyet’in yıldönümündeyiz, ancak mevcut rejimin 1923’te kurulanla bir ilintisinin kalmadığını görüyoruz. Buna karşın toplumun baskın kanaati 29 Ekim’i kutlanmaya değer saymaya devam ediyor. Bu çelişki biricik olmamakla birlikte gerçekten ilginçtir. 

Yalnızca bize özgü değil. Aynı durum başka büyük devrimler için de ilgili ülkelerde geçerliliğini koruyor. Fransız Devrimi’nin defalarca o ülkenin egemen güçlerince reddedildiğini biliyoruz. Keza Rus Ekim Devrimi’nin de. Reddiyelerin bakiyesi olarak Fransa’da 1789’un olsa olsa Jakoben terör döneminin toplumsal onaydan yoksun kaldığını söyleyebiliriz. Burjuva düşüncesi düzenin halk hareketi eliyle değiştirilmesini reddedemedi, ama bu değişimin en radikal kollarının hiç olmazsa “yakışıksız” olduğunu topluma kabul ettirdi. Üstelik bunu gerek siyasal rejimde, gerekse ideolojik yapılarda defalarca oynayarak, yani ciddi bir hesaplaşmadan geçerek yaptılar.

Rusya söz konusu olduğunda, Rus olmayan eski Sovyet ülkeleri de dahil olmak üzere Ekim Devrimiyle kurulan düzenin, onun yerini alandan çok daha üstün niteliklere sahip olduğu kanısı yıkımdan kısa bir süre sonra su yüzüne çıkmıştır ve ara sıra kamuoyu yoklamalarıyla da teyit edildiği üzere geçerliliğini korumaktadır. 

1923 insanlığın modern tarihindeki bu iki olağanüstü atılımla aynı kategoriye elbette sokulamaz. Ancak ait olduğumuz gecikmiş burjuva devrimleri coğrafyası için Cumhuriyetin ilanı gerçekten kritik bir devrimdir. Türkiye on sekiz yıldır devrimin yeminli düşmanları tarafından yönetiliyor, ama iktidar kendisini hâlâ Cumhuriyetin resmi ve aleni inkârı olarak değil, bir biçimde yorumcusu, revizyoncusu olarak sunmanın ötesine geçmiyor, geçemiyor. Bu durumda, 1923 için, bugüne kadar önemsendiğinden çok daha fazlasını hak ettiğini söylemeliyiz. 

Ürkek burjuvazinin cüretli meczupları

AKP cephesinin Cumhuriyet karşıtı söylemi esas olarak meczup sözcülere bırakılmakta, zikir ayini benzeri tarikat içi tezlerde kusulmakta, yalnızca oralarda o tür ağızlardan “keşke Yunan kazansaydı” denebilmekte. Asli temsilciler ise, ancak kendilerine kaçış yolları bırakacak biçimde Cumhuriyeti reddedebiliyorlar. 

Örneğin “iki sarhoş”un isimleri verilemez. Davutoğlu kitabında Cumhuriyeti sünepe diye kendince mahkûm eder, ama ortamlarda barışçı dış politika der. Ayasofya’nın müze yapılması veya Lozan yanlıştır, ama sanki bu yanlışlardan Cumhuriyeti yıkmak değil ihya etmek için dönülmektedir. 

Bu ikiyüzlü tutumda boşuna bir ayar aramayın, bulamazsınız. Karşıdevrimciler için tutarlılık, kurdukları düşünsel sistematikte değil başka yerde. Sermaye sınıfına döndüğünde, “yapıyorum ama bir sor neden yapıyorum”un yanıtı kârdır, halk kitlelerine döndüğünde din! Gerçeği çarpıtmak, üstünü örtmek işlevini bütün burjuva ideolojileri bir biçimde üstlenir. Bizim karşıdevrimciler sırıtarak yalan söylemekte ve sırtlarını kâh kâra kâh dine yaslamaktadırlar. 

Bu kendi içine kapalı düşünce tarzı bir yandan da burjuva ideolojilerinin ülkemizde on yıllar boyu çözemedikleri bir açmazı aşmışa benzemektedir. Mustafa Kemal’in sağlığında sağcı muhalefetin topluma seslenme kanalı esas olarak diktatoryel üslubun, tek adamcılığın eleştirisine odaklanıyordu. Saltanatçılık, hilafetçilik, İngilizcilik, sağın örtük kalmaya mahkûm meczupluğudur. 

Sonra dış politikayı sünepelikten kurtarmanın yolu Nazi alkışçılığında aranmıştır. O yol çökünce Küçük Amerika rüyasında… Burada da temel argüman, kapalılıktan, sünepelikten kurtulmayı çağrıştıran şekilde “dünyayla bütünleşmekti”, ama “hep muasır medeniyetlere yetişmek” sözüne sığınıldı. Bağımsızlığa meydan okumak düşünülemezdi. Hiç hazzetmemelerine karşın ekonomik büyüme ve toplumsal gelişme, ülkenin, emperyalist yağmadan belli ölçülerde korunduğu bir kalkınmacılığı gerektiriyordu. Eski mandacılık NATO’culuk, sonraları AB’cilik biçimini alabildi ancak.

Bu denemelerde tutarlılık Cumhuriyetin Osmanlı’yı tasfiyesini eleştirmeyi, mahkûm etmeyi gerektirirdi, ama Cumhuriyetin toplumsal kazanımları bunu olanaksız kılıyordu. Kemalizmin Osmanlı’dan şiddet yoluyla koptuktan sonra köprüleri tamamen atmamayı gözetmiş olmasına rağmen. Osmanlı o kadar kötü olmayabilirdi, ama Cumhuriyet tarafından tasfiye edilmesi iyi bir şeydi.  

Tutarlı olunacaksa laiklik de inkâr edilmeliydi, ama aynı “soruna” takıldılar, Türkiye laik bir toplum olmuştu bile.  

Son on sekiz yıllık karşıdevrim Menderes-Demirel-Evren-Özal dizgesi içinde burjuvazinin yaşadığı kıvranma haline belirli bir çözüm oluşturmuştur. Siyasal İslam tutarlılığı cihat ekseninde kuruyordu ve açık sözlü olmamak diken üstüne oturmak anlamına artık gelmiyordu. Darülharp’te yaşamak takiyeyi kusur olmaktan çıkarıyordu. Fıtratları yalanı içeriyordu.

Ancak takiye çözümü görüntüsel bir çözümdür. Modern toplum dediğimiz olgu siyasal rejimin Aydınlanmacılığı yadsıdığı durumlarda bile Aydınlanma dönüşümünün gerisine dönemez. İktidar kaynağını göklerden alıyor olamaz. Her istediğini yapması olsa olsa fiili bir durumdur. Hukuksuzluk, denetimsizlik, toplumsal yaşamın “bilinemez” olduğunun ilanı ve sorgulanmaz bir gücün ayrıcalığı olarak kabul edilmesi; bütün bunlar Aydınlanmaya aykırıdır. 

Bizim örneğimizde de, AKP ideolojisine toplumun yalnızca küçük bir azınlığını oluşturan şeriatçı bir topluluk gönülden hak veriyor. Bu yapıya geniş bir kesim çıkar ilişkileriyle eklemleniyor. Çıkar ağı derken, yalnızca sömürünün alabildiğine derinleşmesinden yarar sağlayan büyük sermayeyi, kâr arayışını ilkel bir yağmacılığa dönüştürenleri kastetmiyorum. Olay akraba ve tanıdık kayırmacılığının da ötesine taşıyor. Her tür yoksulluk yardımları, tarımda üretmeme karşılığı para dağıtılması gibi uygulamalar geniş yoksul yığınları bu ağa bağımlı hale getirmekte kullanıldı. Sadaka verilenler bir süre kendilerini iktidar bloğunun parçası saydılar. Özetle takiye çözümü bu genişliğe hitap etmeyecektir.

Üstelik çıkar ilişkileri düzeni kapitalizm koşullarında yetmez. Kapitalizm bir sömürü sistemidir ve eşitsizlik uçurumlarını derinleştirmek egemen sınıfın refleksidir. Toplam gelirin paylaşılmasında yoksulların gözetilmesi durumu, emekçi hareketinin mücadelesinin sonucu olarak kazanılmış bir hak değilse, İslamın buyrukları sadakayı süreklileştiremez. Kapitalizmde sınıfsal uçurumun üstü güçlü, toplumun bütününe seslenen, evrensel karakterde ideolojilerle örtülmelidir. 

Türkiye burjuvazisi yıllarca bunun karşısında kıvrandı. Cumhuriyetin yüklerinden kurtaran siyasal islamcı karşıdevrim bu zorunluluğun çözümü değil, artık karşılanmayacağının ilanı olmuştur. 

Böyle bir reddiyeyi başka herhangi bir burjuva ideolojik-siyasi akımı taşıyamazdı. Türkiye’de geleneksel olarak düzen siyasetinin marjlarında oynayan dinci ve faşist akımların yanı sıra, ve bunlardan daha önemli olarak, muhafazakâr, demokrat, liberal, sosyal demokrat merkez akımların da AKP tarafından kapsanmasıyla karşı karşıya kaldık. Bu tablo adı geçen partinin bu akımları temsil kabiliyetini hak etmesiyle değil, diğerlerinin havlu atmasıyla çizilmiştir. Demirel ekolü Danıştay kararlarını uygulamamakla fiili durum yaratıyordu, ama bunu savunabilecek hali olmadı. 12 Eylül darbecileri yeni bir hukuksal düzen kurmaktan başka bir gelecek öngöremiyorlardı. Sosyal demokrasi ise ister istemez emekçilerin bölüşümden alacakları pay üstünde siyaset yapmalıdır.

Durum kabaca budur. 1923’ün laiklik, cumhuriyetçilik ve bağımsızlık ilkelerini kambur olarak gören burjuvazi aradığı “cüretli” kadro birikimini 21.yüzyılın başında şeriatçılarda görmüştür. Onlar bile yaptıklarının adını koymak konusunda ikirciklidir. 

“Şeriatçı cüreti” ile “zengin kibri” arasındaki izdivacın, Türkiye toplumunun laik, cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı birikimini hafife aldığını söyleyebiliyoruz. 2013 halk direnişinin ezilmesi ve dağıtılması, bu birikimin buharlaşmasını getirmedi. O gün patlayan gerilim toplumun dokularına döşeli duruyor. Hafife almışlardı, ama çok da hesapsız davranmıyorlardı. Yani işlerini meczuplara bırakmamışlardı. 

Bir kere, izdivacın zamanlaması rastlantı değil. Dünya dengelerinde Sovyetler Birliğinin yıkılışıyla simgelenen değişimin uzantısıdır Türkiye’deki karşıdevrim. Laiklik, cumhuriyetçilik ve bağımsızlıkçılığın birer erdem sayılmaktan çıkması için işçi sınıfının ve sosyalizmin dünya ölçeğinde bir yenilgi yaşaması şarttı. Kenan Evren’in elinde Kuranı Kerim’le kürsüye çıkarken izlediği yolun bunsuz tamamlanması mümkün olamazdı.

Üstelik hazırlıkların olgunlaşması gerekirdi. Henüz o aşamaya gelinmediği bir dönemde, Turgut Özal’ın Erdoğan’ın yanında hayli mütevazı kalan çıkışlarının bir yerde fantezi olarak görüldüğü ve Özal’ın yalnız bırakıldığını hatırlamalıyız.

Hazırlık doğrudan doğruya şeriatçılığın “normalleştirilmesi” üstünden yapılamazdı. Osmanlı övgücülüğünün sınırı vardı ve bağımsızlığın yerine dış merkezlere yetki devri geçirilemezdi. Yürütülen operasyon bunları kapsıyordu elbette, hatta şeriatçı çekirdekle yağmacı burjuvazinin arzularının toplamı buydu. Ancak bu maddeler üzerinden bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirilemezdi. Bu çıplaklık toplumdaki Cumhuriyetçi duyuları aşamayacağı gibi, egemen güçlerin ağırlıklı kesiminin onayını da alamazdı. Bugünden bakıldığında hazırlığın mükemmel düzeyde gerçekleştirildiğini kabul etmek durumundayız.

Cumhuriyeti demokratikleşmeyle dövmek

Bu noktada, Türkiye’nin kadim dertlerinden, 2002’ye gelindiğinde yaklaşık yirmi yıldır patlama noktasından uzaklaştırılamamış olan Kürt sorunu kilit rolündedir. Cumhuriyeti yıkacak olana anahtar bu kilide sokuldu. 

Buna göre demokrasinin temel sorunu Kürt sorunuydu. Kürt sorunu çözülmeden başka herhangi bir adım atılması imkansızdı... Bu tezler karşısında çoğu kişi, hakikaten çok önemli olan bir konuyu önemsemiyor durumuna düşmekten çekinir oldu. Hal böyle olunca Türkiye’nin bütün ekonomik sorunlarının Kürt savaşına kaynak aktarmaktan vazgeçince çözüleceği yolunda tezler bile ortaya atılabildi. “Savaşa değil …’ya bütçe” sloganı pek yerinde bir ajitasyon anlamına geleceği yerde, sömürü ve eşitsizliklerin kapitalizmden değil Kürt sorunundan sürüp gitmesinden kaynaklandığına yorulabildi.

Kürt düşmanı ve zaten kriminal karakterdeki, faşist milliyetçiliğin baskılanması gerekiyordu. Türk toplumu savaş yorgunuydu ve “demokratik kamuoyu” bu yorgunluğun üstünde yükseldi. Demokratikleşme dalgasına Kürt toplumundaki ulusalcı umutlar eşlik etti ve ortaya heterojen bir enerji çıkartıldı. 

Bu ciddi bir hazırlıktır ve sivil toplum dinamikleriyle açıklanması gerçekten sahtekarlık olur. AB ve ABD’nin proje safhasında birbirleriyle rekabet halinde verdikleri hizmet benzersizdi. Ana projeden sloganların seçimine kadar işin içinde ciddi bir “mühendislik emeği” vardı. Ancak her şeyin ajanlık faaliyetine indirgenmesi sözünü ettiğimiz sürecin gerçekte olduğundan küçük görülmesine götürür. Tek bir boyuta ama biraz detaylı biçimde işaret etmekle yetinelim.

Burjuva ulusun tükenişi

Geride bıraktığımız yüzyıl dönemecinde burjuvazinin tarihsel ulus devlet yaratısı iflas etti. Bu az önemde bir olay değildir. 

Neo-liberalizm birkaç etaptan geçmiştir. İşe Şili’de 1973’te faşist darbeyle başlandı; bir ülkenin sınırlarının ötesine taşan bir gericilik yönelimidir söz konusu olan. Ardından, ekonomik etkinliğin toptan özelleştirilmesi, sağlığa, eğitime, suya varıncaya kadar bütün kamusal başlıkların piyasalaştırılması ve emekgücünün esneklik adı altında örgütsüzleştirilmesini içeren büyük bir ekonomi paketi geldi. Paketin anti-komünizmle ve somut olarak sosyalist ülkelerin çözülmesi, komünist hareketlerin geriletilmesiyle tamamlanması zorunluydu. 

Emperyalizmin aklanması etabına ancak bunlardan sonra geçilebilmiştir ve bunun adı da küreselleşme olarak konmuştur. Ulusal sınırların çağın gerisinde kaldığı iddiası, sermayenin uluslararası hareketine hız kazandırmayı amaçlıyordu. Sömürgecilik çağından miras “uygarlaştırma misyonunun” foyası ortaya döküleli beri emperyalist müdahaleciliğin güçlü bir meşrulaştırma tezine ihtiyacı vardı. Terörle mücadele, kitle imha silahları vb hızlandırıcı ek argümanlardır. Asıl olan sermayenin hareket serbestisinin ulusal sınırlar ve ulusal hukuklar karşısında bağışıklık kazanmasıdır. Bu ise burjuva uluslar kategorisinin ister istemez topa tutulmasıyla sağlandı.

“Kötü ulus devletlerin”, sistemin bağımlı ülkelerine denk düştüğü görülüyordu görülmesine ve merkez emperyalist devletler hiç de “küçülmüyorlardı.” Yine de bazı ulusların lüzumsuz bazılarınınsa hak edilmiş oldukları, tutarlı bir düşünce sistemi oluşturamaz. Küreselleşme ideolojisi de kendisini istisnalara teslim etmedi, evrenselci bir tutumu benimseyerek ulus devlet çağının toptan kapandığını ilan etti. 

Bu ilanın temelinde sermayenin kâr oranları üzerindeki kaçınılmaz baskıyı, yani kriz dinamiklerini püskürtmek için sınır ötesine bakma ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç ertelenemiyordu. Dolayısıyla ulus devlet çağının kapandığı ilan edilmese de, kapitalizm ulusal pazarı dünyanın politik örgütlenmesindeki “temel birimi” olmaktan çıkarmaktaydı. 

İdeolojik dalgalar toplumsal yapıdaki eğilimlerle birleştiğinde dönüştürücü güç kazanıyorlar. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın bileşenlerine parçalanmasını kışkırtan emperyalist merkezlerin kendi toplumsal yapıları da eski bütünlüklü ulus karakterini koruyamadı. Çoktan asimile olduğu sanılan kimlikler geri döndü. Bir de, dünya siyasi coğrafyasının yeniden yapılandırılması ve yoksul ülkelerin arkasına sığındıkları ulusal korunma duvarlarının yıkılması, bir kavimler göçünü serbest bıraktı. Eski ulus devletler göçmen nüfusunu ucuz emek gücü olarak keyifle misafir edecek durumda değiller ve göç toplumları çözen dinamiklere eklenmiş bulunuyor. 

Bu dağılmanın kaçınılmaz olarak kışkırttığı arkaik milliyetçi akımlar tekelci sermayenin sağcı siyaset gereksinimine taze kan taşıdılar… 

Bu koşullarda diğer etnik unsurları şu veya bu yolla asimilasyon yoluna sokarak belirli bir topluluğun merkeze yerleşmesiyle oluşan ve kapitalist pazara denk gelen modern burjuva uluslar 21.yüzyılda çözülme eğilimiyle karşı karşıya bulunuyorlar. 

Yerine kapitalizm çerçevesinde konabilen bir şey yok. Faşizmle benzeşen “popülist” sağ yeni bir alternatif modelden ziyade gündelik yönetim aracına benziyor. Küreselleşme liberalizminin armağan ettiği etnik kaos yönetilebilir bir şey değil çünkü… Bizimse geri gelmesi mümkün olmayan burjuva ulus devlete değil, reel sosyalizm deneyimlerinin derslerine eğilmesinde bakmamız gerekir.

AKP döneminde Cumhuriyetin demokrasiyle hırpalanması bu dünya çapındaki dinamikten bağımsız bir mühendislik faaliyeti olarak veya demokrasi mücadelesi olarak görülemez. Dünya kapitalizminin krizi ötelemek için zorladığı yollarda şekillenen bir oluşum, bunun emperyalizm ve yerel egemen güçler tarafından projelendirilmesi ve kitlelerin hiç de haksız olmayan taleplerinin iç içeliği göz ardı edilmemelidir. 

Ancak ana faktörü saptamakta hep yarar vardır: Çözülme eğilimi Türkiye’de tepeden serbest bırakılmış ve ulusal birliğin fiziksel ve ideolojik çimentosu tahrip olmuştur. Bu tahribatın önemli bir bölümü operasyoneldir…

Meşruiyetin delinmesinde Kürt sorunu

Kürt barışı umudu üstünden Cumhuriyetin itibarsızlaştırılmasının sınırları başından belliydi. Gelenek bu konuda herhangi bir yanılsamaya düşmeyen, uyarıda bulunan, karşı duruş sergilediği için de “demokrasi güçleri” tarafından aforoz edilen bir yayın organıdır. 

Dendi ki, dünya değişiyordu ve biz eski tip sınıf ve devrim kavramlarıyla devam edebileceğimizi sanıyorduk… En iyi ihtimal buydu. Tercihen Gelenek ve sözcüsü olduğu komünist hareketimiz burjuva milliyetçiliğiyle birlikte gösterilmeye çalışıldı. 

Oysa mesele basitti. Türkiye kapitalizmi herhangi bir demokratik düzenlemeyle Kürt sorununu çözme yeteneğine sahip değildi. Sorun “milliyetçiler veya eski rejim izin vermez” değildi. Sorun; Kürt sorununun çözülmesi işçi sınıfını bölen bir parametrenin ortadan kalkması anlamına gelirdi ve bu kapitalizmle çelişiyordu.  

Elbette hayatın her hücresi kapitalizmle uyumlu olacak diye bir kural yok. Üstelik sözü edilen çözüm burjuvazinin genel desteğini alıyordu! Bu demagojinin iç yüzünü, “çözümün” Kürt bölgesinde kapitalist üretim ilişkilerinin kök salmasına dönük çabaları kapsadığı gerçeği gösteremedi. Bölgesel asgari ücret adı altında Kürt işçilere asgari ücreti kaldırmayı tartıştılar. “Daha iyi ya” denirdi, bu gösterildiğinde, “geniş bir demokrasi ittifakı” kuruluyor… Zaten emperyalizm değişmişti, sınıf çatışmasının yerini sivil toplum demokrasisi almaktaydı. En kötü ihtimalle, yani biraz emperyalist olsa bile Batı bizden daha demokratik ve sivildi! AB üyesi bir Türkiye, her koşulda mevcut halinden daha iyi olacaktı. Emperyalist manipülasyonlar ittifakın daha da genişlemesine yorulabilirdi.

İşçi sınıfını bölen bir parametrenin elden çıkartılmak istenmeyeceğine ek olarak yine son derece basit ve açık bir konu daha vardı: Türkiye’de nasıl bir siyasal üstyapının şekilleneceğine sıra gelmeden önce, ülkenin destabilize olması eşyanın tabiatı gereğiydi. Dolayısıyla nihai noktayı tartışmaya gelmeden çok katmanlı çatışmaların parlaması kaçınılmazdı. Çözüm sürecinin amigoları bunun da farkındaydılar aslında. Öyle ki, Kürt sorununun kanla sulandığı her moment, çözümün zorunluluğunun kamuoyunun bilincinde güç kazanması açısından görülebildi. 

Bu gerginliğin daha fazla ısınmasına izin verilemezdi. Çözüm sürecinin frenine basan “askeri çözüm” müdahaleleri 2015 öncesinde de sık sık yaşandı. AKP’nin kontrolsüzlüğe izin vermemek adına aldığı önlemler “90’lara dönüş” olarak eleştirilse de, burjuvazi açısından da zorunlu ve istenir nitelikteydi. Eninde sonunda yola kârlarını yapısal olarak arttırmak için çıkan burjuvazi üretim gücünün ve pazarının dağılmasını basit bir maliyet olarak görüp sineye çekemezdi. Türkiye burjuvazisi “çözüm sürecine” destek verdiği ölçüde “90’lara dönüşü” de hoş görmüş, “bölücülüğe engel olunmasının” arkasında durmuştur. 

Bunları son beş yıldır geride kalmış görünen bir yönelimin analizinde derinleşmek için yazmıyorum. Sözü Cumhuriyetin arkaik, anti-demokratik bir baskı rejimi olarak mahkûm edilip itibarsızlaştırılmasının yetmeyeceğine bağlayacağım. 

Aslında Cumhuriyetin toptan gayrimeşru ilan edilmesinden bir kaçış, Kürt sorununun tarihsel arka planına bakarak denendi. Bu deneme esasen ulusalcı akımın dönüşüme eklemlenmeye çalışan bir kanadıyla sınırlı kaldı. Bir ölçüde de federatif çözümü parlatmaya çalışanlar kendilerine Cumhuriyetin içinden dayanak aramış oluyorlardı.

Kaçış yolu, aslında Kemalizmin Kürtler için yerinden yönetim anlamına gelen bir projeyi içerdiği tezine dayanıyor ve Kurtuluş Savaşı aşamasındaki ittifak sisteminin Kürt ayağına işaret ediyordu. Bizzat Mustafa Kemal’e atıfla üstelik… Olay yine 1923 öncesiyle ilgiliydi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk olmayan toplulukların kimliğini kategorik olarak inkâr etmediği kanıtlarıyla sunulmaktaydı.  

Bu tez tarihe “keşke”lerle, koşullu olarak yaklaşılamayacağı için en fazla zihin açıcı bir spekülasyon olabilirdi. Bir “tarih tezi” yaşananların nedensellik içinde eleştirisini temel almalıdır. 

Mustafa Kemal’in “ne mutlu Türk olana” değil de “ne mutlu Türküm diyene” ifadesini bilinçli olarak tercih ederek bir gönüllü birliktelik vaaz ettiği ne kadar doğruysa, Kürt isyanlarına acımasızca yanıt verildiği ve 1930’larda düzenin oturma çabalarında ırkçı eğilimlere kapı açıldığı da bir o kadar gerçektir. Ulus-devletin etnik/ulusal bileşenler açısından demokratik bir cumhuriyet olarak inşa edilmesi olasılığı ise gerçek dışıdır.

Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin nerede bittiği tartışmasına bir kez girildiğinde Milli Mücadelenin öncesine de gitmeyi engelleyemezsiniz. Cumhuriyetin meşruiyeti Kürt isyanlarının kanlı bastırılmasıyla mı, Rumların mübadeleyle tasfiye edilmesiyle mi, yüz binlerce Ermeninin katledilmesiyle mi tartılacaktır? 

Bu tartı, demokrasiyi başlı başına bir kriter olarak almasıyla tipik burjuva ideolojik karakter taşır. 

Bir kere böyle yaklaşıldığında, tam da küreselleşme ideolojisine uyacak biçimde, kriminalize edilmeye bağışık herhangi bir ulus devlet bulmak imkânsız hale gelir. Diyelim ki, tek etnisiteli veya farklı etnik bileşenlerin eşit kültürel ve siyasal haklarla donandığı bir ulus devleti pertavsızla aradık ve nihayetinde bulduk! Bu örnek tarihsel bir olgu olarak ulus devlet kategorisini temsil gücüne neden sahip olsun?

Her modern ulus devlet, kuruluşunda başvurulan yöntemlerin demokratiklik dozajı açısından değil, şu üç kriter nedeniyle meşruiyet elde etmiştir: 

feodal parçalanmışlığı aşması, 

yurttaş kavramı sayesinde halk kitlelerine hukuksal eşitlik vaat etmesi, 

ve insanlığın nihai kurtuluş mücadelesinin parçası olan işçi sınıfının önünü açması. 

Burjuva sınıfının damgasını taşıyan bu vaatler tabii ki gerçeklikle örtüşmez. Ne feodal parçalanmışlık ve onun üstyapısı tam olarak yok edilir, ne sınıflara bölünmüş olan yurttaşlar eşit haklarını kullanabilir, ne de işçi sınıfının örgütlenerek kimliğini geliştirmesine izin verilir. Ancak bu sorgulama bizi konumuzdan saptıracaktır. Kendimizi eşitsizlik ve adaletsizliklerin kaynağı olan sömürü ilişkilerinin, bunlardan yarar sağlayan mülk sahibi sınıfların tarihsel gayrimeşruluğunu kanıtlarken buluruz. Bu daha önce Komünist Manifesto’da yerine getirildi!

Spesifik olarak burjuva ulus devlet yukarıda tanımlanan tarihsel ilerleme sayesinde meşrudur. Meşruiyet işçi sınıfı açısından bir kritik anlam daha barındırır. Söz konusu toplumsal-siyasal yapı işçi sınıfının iktidar mücadelesinin zeminidir. 

Bu genel özellikten sonra, her bir ulus devlet kendi özgün kuruluş sürecinde özgün meşruiyet kaynaklarıyla buluşur. Genel karakter özel bir bağlamda yeniden üretilmelidir. Örneğe ihtiyacımız olacak: Dinsel ve etnik topluluklarına hiç de adil davranmayan Fransız uluslaşma sürecinin bir parçası olan modern Fransa’nın özgün meşruiyet kaynakları arasından 1789 Devrimini, Aydınlanmayı süngü ucunda Kıtaya yaymayı içeren (ama yayılmacı) Napolyon Savaşlarını, işçi sınıfının 1848 ve 1871 hamlelerini, Nazi işgaline karşı Direnişi çıkartamazsınız. Fransa ulus kimliğinin oluşumunda işçi sınıfının burjuva devrimini desteklediği pratiklerin ötesinde doğrudan kendi adına da pay sahibi olması, her ülkede rastlanan bir durum olmasa gerek. Bunu bir veri olarak telaffuz edip geçiyorum; Fransız solunda sınıf uzlaşmacı yönelimlerde bu onurlu geçmişin izleri sürülebilir…

Cumhuriyetin özgül meşruiyeti ve Kürt dinamiği

Türkiye Cumhuriyeti bir tarihsel ilerleme olarak genel meşruiyete sahiptir. Kendi bağlamı ise hayli zengindir: 

Emperyalizme karşı savaş,

İşbirlikçi saltanattan yani eski imparatorluk düzeninden

ve hilafetten yani teokrasi benzeri bir dinci gerilikten kopuş... 

Bu yaşananların aynı tarihsel oluşum paketinde yer bulan kötücül deneyimlerle kapıştırılması saçmadır. Biri diğerini aklayamaz veya itibarını yok edemez. 

Türkiye’nin sermaye sınıfının gereksinimleri doğrultusunda, 21.yüzyıl başlarında yaşadığı dönüşüm ve Cumhuriyetin tasfiyesi, Kürt sorunundan “güncel” bir güç aldı. Ancak bunun yetmeyeceği baştan belliydi. O halde tarihe gidilmeliydi.  

Cumhuriyetin Kürtlere verdiği sözleri tutmamış olmasına değinmiştik. Peki tutulmayacaktı da, ne yapılacaktı? 

Milli Mücadele önderliği Kürt yoksul köylülüğünü harekete geçirmekle ilgilenmedi. Genel olarak Kuvayı Milliye yerel eşraf olarak adlandırabileceğimiz -milli burjuvazi demekte hayli zorlanacağımız- Anadolu’nun mülk sahibi sınıflarına ve bürokrasiye dayanıyordu. Bu sınıfsal temelin Kürdistan’da bir karşılığı olacaksa, bu feodaliteden başkası olamazdı. İttifak da öyle kuruldu. Emekçi sınıflar bağımsız bir temsiliyet kazanmaksızın kitlesel olarak bu mücadelenin içinde yerlerini elbette aldılar. 

Sözlerin tutulmadığı söylenen kırılma anında ise birkaç seçenek vardı. Genç burjuvazi Kürt feodalitesini ikinci bir iktidar odağı olarak tanıyabilirdi ve bu yolla düpedüz kendi ayağına sıkmış olurdu. Böyle bir tercih, konuşulmuş veya bir ara düşünülmüş olursa olsun temelsizdir.

Son derece dar bir patikada iktidarı merkezileştirmeyi, otoritesini kurmayı amaçlayan, emperyalizmle -artık silahlı değilse de- politik ve diplomatik mücadeleyi sürdüren, hilafet ve saltanat yandaşı sağcı akımlar tarafından kuşatılan Kemalist merkez, Kürt egemenlerine en fazla boyun eğmeleri karşılığında sınıfsal varlıklarını armağan edebilirdi. İkinci seçenek buydu. Kürt feodalitesi Ankara’yı birinci yola zorlayacak güçte olmadığı için de bu yapıldı. Feodalizmin tasfiyesinde zorlamaya başvurulmayacak, yandaş ağalara hoş görülen feodal olanaklarının, sınırlı yerel özerkliklerinin tadını çıkaracaklar, birkaç temsilcilerini Ankara Meclisine bile yollayabileceklerdi. 

Bu sarsak ittifak patlamalara bağışık olamazdı. İsyanlar ve şiddetle bastırma girilen yolun ayrılmaz parçalarıdır. 

Üçüncü bir seçenek “keşke” sözcüğüyle başlayarak betimlenebilir. Burjuva merkez devrimci yolu seçebilir ve Kürt egemenlerini aslında kendilerini daha rahat hissedecekleri saltanat ve hilafetin yanına ittirip, yoksul köylülüğü kazanarak sınıfsal tasfiyeye yönelebilirdi. 

Keşke; ama bu seçenek 1920’lerin dünya ve ülke koşullarında hayal ürünüdür. Türkiye burjuva devrimi halk hareketlerine endişeyle yaklaşan devletli bir kadro kökenine sahipti. Dayandığı mülk sahibi sınıflar yanı başlarındaki topraklarda devrimci bir köylü hareketinin düşüncesinden bile kaçarlardı. Öte yandan Kürt köylülüğünün böyle bir devrimci geleneği ve örgütlülük deneyimi yoktu. Kürt dinamiğinin ağalar ve şeyhler dışındaki ağırlıklı unsurları, emperyalist dengeleri gözlemleyen ve onlarla etkileşime giren Kürt aydınlarıydı. Bu arada İngiliz emperyalizmi en azından Irak Kürdistanı’nda operasyonlarını sürdürüyordu. 

Emperyalist-liberal-şeriatçı karşıdevrim bu gerçekliğin etrafından dolanmakta ilginç bir zorlukla karşılaşmıştır. Her ne kadar üstünde fazla durulmamaya çalışılsa da Kürt sorunu literatürü sol esinli ve Marksist kategorilerden büsbütün arındırılması mümkün olmayan bir literatürdür. Kaldı ki kaba bir milliyetçiliğe oturtulması da küreselleşme ideolojisinin damga vurduğu bir bağlamda pek uygun kaçmazdı… Kürt isyanlarının ulusal karakter taşımadığı tezi ilgili literatüre dışarıdan bir sol özne tarafından dayatılmış değildir. Beşikçi’nin erken çalışmalarından Öcalan’ın saptamalarına kadar geniş bir kaynakça Cumhuriyet dönemi Kürt hareketlerinin sınıf karakterini, dinci ideolojik yönelimlerini, Kürt toplumunun bütününü kapsamaktan uzak olduklarını açıkça içerir. Hal böyle olunca yalnızca Kürt isyanlarına dayanarak Cumhuriyet’in itibarsızlaştırılması mümkün olmamıştır.

Kürt sorununun öncesi

Bir ulus devlet projesi olarak Cumhuriyeti etnik topluluklar arasında hakkaniyetli davranmadığı için mahkûm etmek saçmadır. Ama kırılma noktasını Kürt isyanlarında aramak tarihsel olarak doğrulanması hayli güç bir yaklaşım olurdu. 1925 öncesi, henüz Kurtuluş Savaşı sırasında patlak veren Koçgiri, tersine Kürtlerin Kurtuluş Savaşına ihanet ettiklerine bile yorulabilecektir. Daha gerilerde ise Kürt toplumunun Ermeni tasfiyesinde aktif olarak rol aldığını görürüz. 

Ama Ermeni soykırımına inmeden önce Kurtuluş Savaşının emperyalizme karşı verilip verilmediğine takılmak gerekecektir. 

Kurtuluş Savaşı 1919-22 arasına sıkışsa da “uzun savaş” 1912 Balkan Harbiyle başlar. Aralıksız biçimde sürecek ve sınırlı bir zaman aralığında toplumsal yapıda dramatik değişiklikler yaşanacaktır. Burjuva devriminin ilk halkçı atılımı olan 1908 Devrimiyle açılan dönem 1912’de kapanır ve İmparatorluk Hıristiyan bileşenlerini yitireceği bir eğik düzleme girer. Bu noktadan sonra, önceki evrede de varolan eğilimler kristalize olur ve Türk-Müslüman kimlikli bir burjuvazinin inşa projesi uygulamaya konur. Yüz binlerce Ermeninin katledilmesinin Türk milliyetçiliği tarafından “güvenlik politikaları” çerçevesinde mazur gösterilmesi, asıl Anadolu’nun dört bir köşesine yayılan büyük bir servet birikiminin el değiştirdiği gerçeğinin üstünü örtmeye yaramaktadır. Bu yağma Türkiye kapitalizminin “ilkel sermaye birikiminin” en önemli kaynaklarından birini oluşturur. 

“Uzun savaş” Ermeni felaketini ve Rum nüfusun iç göçe zorlandığı uygulamaları da kapsar, Lozan’da bağlanan Mübadele ile tamamlanır. 1913’te Hıristiyan nüfus oranı Osmanlı’da yüzde otuza yakındı. Bugün Türkiye olan coğrafya dikkate alındığında aynı oran yüzde yirmi civarıdır. On yıl sonra Türkiye’de Hıristiyanlar yüzde üçün altına inmişlerdi. Yani etnik tasfiye tam da konuştuğumuz dönem gerçekleşti. Lozan Anlaşması ve Mübadele nasıl birbirinden ayrılamazsa, Kurtuluş Savaşını da Balkanlarda patlayan on yıllık çatışmadan yalıtamayız. 

Yalıtamayız, ama bu Milli Mücadelenin emperyalizme karşı bir mücadele değil de bir iç savaş olduğunu mu gösterir?

Aynı Kemalizmin Kürtlerle federasyona gitmeye açık olduğuna dair kanıt arayanlar gibi, bu noktada da Çanakkale savunmasının nasıl imparatorluğun her bir yöresinden gelen, bütün halklardan insanların ortak mücadelesi olduğunu göstermeye uğraşanlara rastlanmıştır. 1915’te herkes Osmanlı tebaası olduğuna göre bu çeşitlilik şaşırtıcı sayılmaz. Ancak bu “birlik” aynı sırada Ermenilerin yurtlarından edilmekte olduğunu da örtemez. Osmanlı’nın yerini alacak olan ulus devletin Müslümanlığa ayrıcalıklı yer ayıran Türk kimliği merkezli olarak yapılanacağı açıktı. Bu nesnel yönelimin doğrusal sonucu, üstüne Türk-Müslüman olmayan unsurların acılarının bindirilmesi olmuştur. Milliyetçiliklerin yükselmesi ve boğazlaşmaları tarihin o diliminde önü alınması imkânsız bir süreçti. 

1912-1923 sürecinin belirli bir evresi emperyalist işgaldir ve Milli Mücadele bu evreye özgüdür. İşgal güçlerin mevzilenmesine berraklık getirir. Saltanat ve Hilafet emperyalizmin yanında konumlanacak ve ulusal direniş hareketini itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapacaklardı. 1919’dan itibaren Anadolu’da verilen mücadele bağımsızlıkçıdır ve giderek eski düzenin iki temel kurumunun alternatifini üretmeye yönelecektir. 

Osmanlı Hıristiyanları neden yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklarda bir Türk-Müslüman devletinin yurttaşları olmaya istekli davransınlar? Kapitalizmin yükseliş çağında feodal yurtluğun yerini ulusal pazar alır ve bu dönüşüm siyasal zor sayesinde hayata geçer. Asıl olan budur. Diğerleri ise önemsiz değildir. Ancak emperyalizm faktörü ele aldığımız konu açısından hiç önemsiz değildir. 

Birinci Dünya Savaşı yılları, Osmanlı’nın Almanya’ya tutunarak emperyalist ligde oynama çabasına sahne olur. Osmanlı’nın savaşa katılmak zorunda olup olmadığı başka bir tartışmadır, ama savaşa dahil olan, emperyalist mücadelede yer tutmaya soyunmuş demektir. Emperyalist paylaşımın ne kadar önemli olursa olsun bir muharebesinin “yurt savunması” anlamı kazanmış olması, aslında söz konusu parçayı bile aklamaya yetmeyecektir. Birinci Dünya Savaşında Türkiye mazlum değildir, ama savaşın bitiminde işgale uğradığında konumlanış baştan aşağı değişir. Emperyalist paylaşım planlarını bozmak başlı başına “haklı taraf” tanımının unsurlarından biridir. 

Emperyalizm kapitalizmin tekelci evriminin organik bir sonucu olmanın ötesinde, kapitalizmin tarihsel ilerleme nosyonunun inkarıdır. Burjuvazinin kendi devrimini mantıksal sonuçlarına götürmekte çekinik davranması Büyük Fransız Devriminden beri bir olgudur. Ancak emperyalist dönemde bu olgu kurala dönüşür. 

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı, nesnel olarak emperyalizmle karşı karşıya gelmiştir ve bu savaşı yürüten taraf haklıdır. 

Somut işgalcinin ve savaşılan tarafın Yunanistan olması ve Yunan ordularının Anadolu Rumlarıyla uyum yakalamaları emperyalizm faktörünün önüne geçirildiğinde araba atların önüne koşulmuş olacaktır. Dönemin Yunanistan’ının İngiltere’den özerk biçimde Anadolu’ya çıkartma yaptığı yolunda bir tez zaten yok. Bu çıkartma olmasaydı, Anadolu’da bir kurtuluş hareketinin fitilinin ateşlenmeyeceği veya Rumların başına Ermenilerinkinin bir benzerinin geleceği iddia edilebilir. Ama bu spekülasyonlar emperyalist senaryoları darmaduman eden bir hareketi nasıl itibarsızlaştırabilir?

1917’den başlayarak bir faktör de ilk işçi iktidarıyla ilgili konumlanıştır. Ankara-Moskova ittifakı henüz kurulmadan önce bu iki merkez arasında bir çıkar ortaklığı nesnel olarak şekillendi. Öznel eğilim ve programından bağımsız olarak Sovyet Rusya ile aynı safta olmak o hareket için bir meşruiyet kaynağıdır. 

Tarihimizin kanlı bir düğüm noktasında yaşananların açığa çıkartılması, tartışılması, bunlarla hesaplaşılması su götürmez bir ihtiyaç. AKP’li yıllarda ısrarla Türkiye’nin Kurtuluş Savaşını itibarsızlaştıran veya bunu ima eden tartışmaların açılması ise bu ihtiyacın istismarıdır. Cumhuriyetin kaynağı Hıristiyan halkların tasfiyesi ve Kürt isyanlarının bastırılması değil, emperyalist işgalin geri püskürtülmesi ve işgalcinin işbirlikçisi kurum ve akımların iktidardan uzaklaştırılmalarıdır. Bu onurlu eylemler, tekrar edersek, burjuva devriminin temsil ettiği tarihsel ilerlemenin ülkemizdeki somut biçimlenişidir. Osmanlı sanayileşmesi, reformları, 1908 Devrimi bu somutluğun tarihsel arka planını oluşturuyor. Bütün bunlara eşlik eden onulmaz acılarsa bir sömürücü sınıf olarak burjuvazinin, bir sömürü sistemi olarak kapitalizmin hesabına yazılmalı. Bu hesap tarihsel ilerlemelere ayaklarını basacak, onlardan feyz alacak sosyalist devrimlerle sorulur ancak. 

Yukarıda AKP karşıdevriminin hazırlıklarında emperyalist girdilerin en önemli rolü oynadığını öne sürmüştüm. Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetini yok saymaya dönük tarih saldırısı söz konusu olduğunda bu ilişki tamamen çıplaklaşıyor. Cumhuriyete varan mücadeleyle planı bozulan emperyalizmin husumeti de tarihseldir. Ve emperyalizmin yüz yıl önce başka diyarlarda sürdürdüğü egemenlik arayışını açıklama yeteneği, bugünkü savaşlardan çok daha azdır. Bu durumda Milli Mücadelenin karşısına doğrudan kendisini koyamayarak vekil tayin etmesi anlaşılır bir tutum oluyor. Bu vekalet iddiası da halkların yaşadığı acıları meşrulaştırmaz. Anadolu halklarının acılarının birbirleriyle yarıştırılmamasının güncel ilacı ulusal tasnif kriterlerinin yerine sınıfsal kriterlerin konmasıdır. 

Kriminal Türk veya Türk sorunu

Cumhuriyetin dinci gericiliğe karşı laikliğin, saltanata karşı halkçılığın ve emperyalizme karşı yurtseverliğin temsilcisi olduğu gerçeğini yıpratmak, açıktan gericilikle, Osmanlıcılığı ilan ederek ve emperyalizmin yanında konumlanarak temin edilemezdi. Dolayısıyla itibarsızlaştırmanın başka yolları bulunmalıydı. 

Burada taşıyıcı rolün liberal aydınlar tarafından oynandığının altı çizilmelidir. Şeriatçı karşıdevrimciler böyle bir işe soyunamazlardı. Emperyalistler ise genel doğrultuya işaret edebilecek olsalar da, bu doğrultunun ülke özelinde yeniden biçimlendirilmesi başlı başına ayrı bir misyondu. Liberal akım ve aydınların Cumhuriyetin yıkılışındaki payları siyasal İslamı bir süre desteklemekten çok daha fazladır ve “yetmez ama evet” imzasına indirgenebilecek kadar dar değildir. 

Ulus devletin birleştirici gücünü yitirmesi bütün dünyada ulusal formasyonların başat etnik unsurlarını bir krizle baş başa bıraktı. Zorla veya değil, asimilasyonun mağduru konumundaki halklar küreselleşmeye paralel olarak kendilerini yeniden keşfettiler, “hatırladılar” ve yeniden kurdular. Bir süre öncesinde unutulmaya yüz tutmuş durumdaki topluluklar kendi dillerinde yayın yapmaya, sanat ve kültürlerini geliştirmeye koyuldular. Sovyet ülkelerinde hiç ara verilmemiş olan bir pratikti bu. Sovyet sosyalizmi halklara dil ve kültürlerini unutturmayı hiç denememiş, tersine kültürel gelişmenin önündeki engelleri kaldıran bir kardeşlik projesi geliştirmişti. Bu halklar büyük ölçüde bu nedenle Sovyet iktidarıyla özdeş algılanan, dolayısıyla herkesi barış içinde bir arada tutan “Rusluğu” değil, yan yana, iç içe yaşadıkları diğer toplulukları kendilerine “öteki” kıldılar. Nitekim çatışmalar da bunların arasında patlamaya devam ediyor…

Türkiye’de de Kürt kimliği 1990’lardan bu yana ciddi bir gelişme yaşıyor. Başka kimlikler karşısındaki “üstünlüğü” ile tanımlana gelen Türklük açısından bu başlı başına bir sorundur. Efsanenin tersine geç gelişen Türklük, hiçbir zaman “ötekisiz” olmamıştı. İlle ırkçı bir tonlama barındırmayan hatta daha iyi bir ihtimalle yakınındakilere ağabeylik ederek kendisini ayırt eden Türk ulusal ideolojisi açısından bu kadarı bile travmatiktir. Milliyetçilikler dünyasında kimse kural olarak bir diğeriyle eşit ilişki kuramaz. Kapitalizmin eşitsizlik üreten doğası bu alanda da karşılığını üretmiştir.

Türk ulusal kimliği daha uzaktakiler, emperyalist Batı karşısındaysa “mazlumdur.” Bu mazlumluk kültürel anlamda Batı dünyasının ortalamasına denk gelen eğitimli, aydın nüfus açısından bile geçerliliğini korur. Bunun tedavisiz bir aşağılık kompleksinden kaynaklandığını düşünmeyelim. Sorun yine kapitalizmden kaynaklanıyor. “Daha modern” Batının Doğu karşısındaki tarihsel (çok zamandır emperyalist) kibriyle ilintili. 

Türk ulusal kimliği, ulus devletlerin küreselleşme bombardımanı altında kaldığı ve ülkenin Türk olmayan ulusal/etnik topluluklarının tarihsel bir hesap sormayı gündeme getirdiği koşullarda bir “Türk sorununa” dönüştü. 

Bu ortam oluştuktan ve özellikle Kürt örneğinde olduğu gibi emperyalizm Kürt milliyetçiliğiyle yakın “dostluk” ilişkisi kurduktan sonra eski kavramlar açıklama gücünü yitirmiştir. Yükselen ve emperyalist dünyada (kuşkusuz her vesileyle aşağılanarak yeri hatırlatılsa da) baş tacı edilen bir ulusa artık nasıl “ezilen ulus” denebilir? Simetrik olarak kimliğini yitirmeye başlayan, kültürü ve birliği gölgelenen, travma yaşayan bir topluluk ne anlamda “ezen ulus” kavramıyla açıklanabilir?

Liberal aydınlar bu bunalımın derinleştirilmesi işinde rol üstlendiler. Milliyetçiliğe karşı mücadele ediyorlardı veya tarihsel gerçeklerle yüzleşmek gerekliydi. Kolektif özür talebi bu rolün en iyi somutlandığı örnek oldu. “Türkler göçe tabi tuttukları, katlettikleri insanlardan özür dilemeliydiler.” Bu basıncın biricik elle tutulur sonucu savunmacı, tepkici, ne yapacağını bilmez bir milliyetçiliği körüklemek olmuştur. 

AKP’nin liberallerin övgüsünü kazandığı “demokratikleşmeci” döneme son vermesinde bu gelişmenin payı vardır. Türkiye ölçeğinde büyük bir ülkenin ideolojik/psikolojik sabitleri bu şekilde çökmeye terk edilemezdi. Bir yanda Kürt siyasetinin etkisi fiziksel hacminin çok ötesine geçiyordu. Diğer yandan Türklüğün kriminalize edilmesiyle eski ezen ulus milliyetçiliğinin yerine saldırgan savunmacı bir milliyetçiliğin parlaması beklenirdi. AKP çözüm sürecini hem Kürt siyasetinin şişkinleşmesi, şişkinleşmesinin sonucunda emperyalizmin bölgede önemli bir partneri (yani rakibi) haline gelmesini önlemek için, hem de Türk milliyetçiliğinin kaçınılmaz yükselişini devlet kontrolüne almak için terk etti. 

Liberal-İslamcı ittifakının Kürt çözümünün kolaylaştırıcılığında eski rejimi yıktığı dönemden, milliyetçi-İslamcı ittifakın Kürt sorununu yeniden baskılamaya çabaladığı bir kriz yönetimine geçildi. Eskisi yıkılmış ve yenisi kurulamamıştır. 

Türklüğün kriminalize edilmesi ise çok açıdan yanlıştır; en başta işçi sınıfı açısından çıkışsızlıktır.

Bir kere tarihin acılarını bir ulusal kimliğe fatura etmek, nedenselliği sınıf çelişkilerinin üstüne değil ulusallıklar üstüne kurmak demektir. Milliyetçiliğin en köklü eleştirisini yapanlar uluslara tarihte hiç sahip olmadıkları bir mevki atfetmektedirler. Ermeni soykırımı Türklüğün eseri değildir ve yarar sağlayanlar da genel olarak, yani sınıfsız bir tanımla Türkler olmamıştır. Büyük Felaket, elinde borca batmış bir devlet, onun hallice gelir sahibi yüksek bürokrasisi ve orta boy taşra eşraf ve tüccarından başka zengin kalmayan, ama yeni bir uluslaşma sürecine girmek durumundaki Türk-İslam burjuvazisinin ilkel sermaye birikimi kaynağıdır. Elbette bu sınıf hakikati olduğu gibi ilan edemezdi ve güvenlik sorunu argümanına sarılıp şoven hezeyanları körükleyecekti. Günümüzün Türk maden işçisinin, Kürt fındık toplayıcısının bu alçaklığın sorumluluğunu yüklenip özür dilemelerinden daha saçma bir şey olabilir mi!

İkinci olarak, bu yaklaşım Türk kimliğinin, her milliyetçilikte var olan ayrıcalıklı olma halini tahrif etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlarına aşılamaya çabaladığı gurur bağımsızlık, laiklik ve halk olmakla ilgili bir değerdir. Bu bir ulus devlet mamulüdür ve içinde milliyetçiliğin tanımındaki ayrıcalıklılık iddiası elbette vardır. Hangi ulusa ait olursa olsun milliyetçilik kendisinin diğerlerinden üstün olduğu tezini içerir. Ama Türkiye Cumhuriyeti kolonyalist bir kibirle donanamazdı. Cumhuriyet, yok sayılanların yurttaş haline gelmelerinden, cehaleti aşma yani modernleşmeden, emperyalizme kafa tutmaktan türetmiştir ve “mazlum” özelliği temel yanlarından biridir. 

Sonuncu olarak, işçi sınıfı parçası olduğu toplumun işçi sınıfıdır. Haklarını bu toplumun sömürücü sınıflarından koparıp alacaktır. İktidarı egemen sınıftan alıp kendine mal edecektir. Bütün bunlar, uğrunda mücadele vermeye “değmelidir.” 

İşçi sınıfının milliyetçiliğin parçası olan ulusal gururla donanması gereğinden söz etmiyoruz. Büyük Anayurt Savaşı sırasında Sovyet komünistlerinin iktidardaki işçi sınıfı kitleleriyle ulusal gurur arasında kurmaya çalıştıkları ilintinin konumuzla herhangi bir bağı bulunmuyor. Yalnızca şu; Türkiye işçi sınıfı ülkesinin bir değeri olduğuna inanmadan mücadelesini de anlamlandıramaz. Bu her zaman her yerde geçerlidir. Tarihsel olarak bir çöplükte nefes alıp veriyorsanız ilk fırsatta orayı terk etmelisiniz. Cumhuriyetin meşruluğunu didikleyen liberalizmin etkisi altına aldığı orta sınıflarda ilk yarattığı sonuç da bu olmadı mı? Zorunda kaldığı için değil, bu ülkeyi yaşamaya değer bulamadığı için göç edenlerin zihninde Cumhuriyet herhangi bir değer çağrıştırıyor olabilir mi?

Topraklarımızda işlenen suçlardan bir anlamda sorumlu değiliz. Kim yarar sağladıysa ondan hesap sorulmalı. Başkalarının sormayacağı görüldüğü, yalnızca acıların istismar edilmesiyle ilgilendikleri anlaşıldığına göre biz soracağız. Cumhuriyetin imha edilen kazanımlarına dayanarak, bağımsızlık, laiklik, halkın egemenliği ilke edinilerek sorulacak hesaplar bunlar. Dün Kürt yoksulları ağaların, şeyhlerin egemenliğine bırakılmıştı. Biz her kökenden işçilerin sömürücülerin karşısına dikildiklerini yoldan ilerleyeceğiz.

Bir diğer anlamda ise topraklarımızda ne olduysa bizim yüzümüzden. Bağımsızlığın, laikliğin, halk egemenliğinin varlık kazanacağı, güvencede olacağı biricik düzeni kuramadığımızdan başımıza geliyor her şey. 

Gelecek güzel günlerimiz, bu gecikmeyi affettirecek kadar güzel olmalı.