Belge Komintern ve dolayısıyla Sovyet liderliği ile uluslararası komünist hareketin 1939 itibariyle Türkiye’ye ilişkin geliştirdiği analize dair önemli veriler içeriyor.

Bir Komintern Belgesi

Aşağıda heyecan verici bir belgeye yer veriyoruz. Değerli araştırmacı Hazal Yalın’ın Rusya Devlet arşivlerindeki çalışmaları sırasında ulaştığı ve Türkçeye kazandırdığı belgeyi kendisinin çevirisi ve bir sunuş yazısıyla yayınlıyoruz.

Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında 19 Ekim 1939’da Ankara’da imzalanan üçlü “karşılıklı yardım anlaşması” Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası konumlanışındaki kırılma noktalarından biridir. Dümenin İngiltere liderliğindeki Batı emperyalizmine doğru kırılması karşısında Sovyet liderliğinin Türkiye analizinde yenilenmeye gittiği anlaşılmaktadır. Değerlendirmenin bir boyutu da Komintern’i ilgilendirmiş, Komintern Yürütme Kurulu da Türkiye Komünist Partisi’nin görevlerini gözden geçirme gereği hissetmiştir. 

Belge Komintern ve dolayısıyla Sovyet liderliği ile uluslararası komünist hareketin 1939 itibariyle Türkiye’ye ilişkin geliştirdiği analize ilişkin önemli veriler içeriyor. Bu öneminin ötesinde TKP tarihinin yakın zamana kadar rivayetlerin gölgesinde kalmış olan bir zaman dilimine, somut olarak separat veya desantralizasyona ilişkin olarak da ufuk açıyor. Bu dönem TKP tarafından hazırlanarak Yazılama yayınevince kısa süre önce yayınlanan Parti Tarihi çalışmasının ikinci kitabında ele alınmıştı (bakınız: Parti Tarihi, Türkiye Komünist Partisi Arayış Yılları, cilt 2, Yazılama yayınevi, İstanbul, Ekim 2012, s.83-97).

Separat terimi, ülke partilerinin bağlı oldukları bir üst örgüt, bir “dünya partisi” niteliğindeki Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonunu, bu örnekte TKP’yi bu yapıdan ayırma anlamına gelmektedir. O güne kadar TKP’nin örgütsel ve siyasi çalışmaları, diğer seksiyonlar gibi sosyalist iktidarı amaçlıyor, bu anlamda komünizm adına bir faaliyet yürütülüyordu. Separatla birlikte TKP’nin kendi adına ve komünizm hedefli bir faaliyet yürütmesinin yerine, merkezi bir siyasi yayını olmayan, bilinen Bolşevik örgütlenme modeli yerine üyeleri sendikalar, halk evleri gibi düzen içi kurumlarda çevre oluşturmaya çalışan gevşek bir yapılanmaya geçmesi öngörüldü. Bu değişim partinin Merkez Komite’nin varlığını koruyarak illegal çalışmasını durdurması anlamına da geliyordu.  Komintern’in 1935’te toplanan 7. Dünya Kongresi faşizmin yükselişine karşı cepheler kurulmasını kararlaştırmıştı ve separat, cephe taktiğinin Türkiye’ye nasıl uyarlanacağına ilişkin bir tartışmanın sonucu olarak şekillenmişti. 

Bu karar çoğunlukla toptancı bir yargının konusu olmuştur. TKP’nin tamamen tasfiye edildiği, edilmek istendiği öne sürülmüş, bunun arkasında Sovyet liderliğinin Türkiye egemen güçleriyle ilgili yanlış analizlerinin, sınıf uzlaşmacı perspektifinin yattığı iddia edilmiştir. Elbette buna paralel biçimde TKP’nin de kendisini Kemalizmin içinde erittiği yolunda bir efsane şekillendirilmek istenmiştir. 

Karar kuşkusuz bir geri çekilme anlamına geliyordu ve 1942’ye kadar parti sessizliğe gömülecekti. Komintern nesnel ve öznel koşulların mevcut TKP’nin daha ileri hedeflerle hareket edebilmesine el vermediği yargısına varmıştı. Başka kaynakların yanı sıra yayınlamakta olduğumuz bu belge, uluslararası komünist hareketin bu tür bir negatif değerlendirmenin ötesinde iflah olmaz yanılsamalar içinde olmadığını, uzlaşmacı hayalleri de Türkiyeli komünistlere dayatmadığını sergilemektedir. Gerçekten de separat kararından kısa süre sonra Komintern’in TKP’yi yeniden aktif bir üye olarak görmek istediği ve bu yönde bir zorlama denediği anlaşılmaktadır. 

Komintern ve TKP liderliklerine mükemmellik atfetmek elbette doğru değildir. Ancak özetlediğimiz toptancı yargı anti-Sovyet ve anti-komünist bir işlev gören bir karalamadır. Olaylar hiç de söylendiği kadar basit değildir. 

TKP’nin aktif mücadele ve örgütlenmeye dönmesini öngören bu belgede geride bırakılması istenen durgunluk TKP liderliğinin hanesine yazılmıştır. Bu yargıyı tartacak bir hassas terazi söz konusu olamaz. Ancak Komintern’in TKP üzerindeki etkisinin tanımlı ve kaçınılmaz olduğunu dikkate almak gerektiği gibi, bu durumu bağlı partilerin başarı ve başarısızlıklardan sorumlu tutulmamalarına vardırmaktan da uzak durulmalıdır. TKP, desantralizasyon kararı alındığı sırada birkaç yıllık uğraşların sonunda ayağa kalkmayı başaramamış, merkezi kadrolaşma denemeleri kadük olmuş bir yapıdır. Kuşkusuz bu siyasi başarısızlığı bir beceriksizlik olarak tasnif etmek de açıklama gücünden yoksun kalır. Parti Tarihi çalışmamızda başarısızlığın ülkenin içinden geçtiği değişim süreciyle, yani nesnel nedenlerle ve bu süreçte Partinin emekçiler adına stratejik bir yanıt üretememesiyle, yani öznel zaaflarla bir bütün içinde değerlendirmeye çalışmıştık. Öte yandan Komintern de, 1914-1918 paylaşım savaşıyla kabaran devrimci dalganın geri çekildiği koşullarda nesnel ve öznel kısıtlarla çevrili bir mücadele sürdürüyor, olanak ve riskleri inceden inceye hesaplamaya çalışıyordu.

Komintern’in 1939’da TKP’yi aktif, mücadeleci bir örgüt olmak doğrultusunda yeniden zorlaması patlak veren savaş koşulları, yine Komintern’in net biçimde saptadığı Türkiye’deki siyasi gericilik ve baskılar, Partinin söz konusu dönemece yeterli kitle bağları ve kadro birikiminden yoksun biçimde girmiş olması gibi nedenlerle sonuç vermemiş görünmektedir. Komintern’in Partiyi aktive etmek için ne ölçüde ısrarcı olduğunu ise tam olarak bilmiyoruz. 

Hazal Yalın’ın Rusya Devlet Sosyal Siyasi Tarih Arşivinde (РГАСПИ / RGASPİ) bularak Rusçadan Türkçeye çevirdiği belgenin orijinali Almanca. Yalın, düştüğü bir dipnotta belgenin Almanca aslında Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu sekreteri Wilhelm Pieck’in kenar notları bulunduğunu belirtmiş. Pieck’in 1919’da Almanya KP’nin merkez komitesinde görev alan, 1935’te genel sekreterliği üstlenen, Yürütme Kurulu sekreterliği dahil olmak üzere üst düzey Komintern görevlerinin ardından 1949’da Demokratik Almanya Cumhurbaşkanlığına gelen bir isim olduğunu da biz ekleyelim...  

Hazal Yalın’a bu değerli katkısı ve belgenin TKP yayınları aracılığıyla okura ulaşmasını tercih ettiği için teşekkür ediyoruz.

1939. Türkiye, Avrupa, Sovyetler Birliği. Bir Komintern belgesi

Daha önce birkaç defa, muhtelif vesilelerle, 1939 belgeleri üzerine çalıştığımı yazmıştım. Önceleri sadece birkaç yüz sayfalık bir belgeler derlemesi yapmak niyetindeydim; ancak konuya daldıkça bunun yeterli olmayacağını fark ettim. Böylece odağında Türkiye’nin olduğu bir 1939 tarihi ortaya çıktı, üstelik bu tarih ilk tahminlerimin de çok ötesine geçti ve 1.000 sayfayı açtı. Bunun yaklaşık 600 sayfası (birinci cilt), “1939. Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye” başlığını taşıyan genel bir tarih; Sovyet belgelerinden başka Ausamt ve Foreign Office belgelerinin de başlıca kaynakları teşkil ettiği bu bölümde önce Münih ve sonrasından başlayarak Avrupa’daki çatışmaların genel düzenini, arkasından İngiltere-Almanya, Almanya-SSCB ve Türkiye-İngiltere-SSCB ilişkilerini inceliyorum. Çalışmanın ikinci bölümü (ikinci cilt), bildiğim kadarıyla büyük bir çoğunluğu Türkçede ilk defa yayınlanacak 200’ü aşkın Sovyet belgelerinden oluşuyor; bunlara ek olarak “Türkiye’nin Belgeleri” başlığı altında Dışişleri Bakanlığı tarafından 1973’te yayınlanan “Montreux ve Savaş Öncesi Yılları” adlı derlemeden de (20 belge) yararlanıyorum. 

***

1939, Türkiye açısından bir dış siyaset felaketidir. Sovyet dostluğunun damgasını vurduğu kemalist dış siyaset döneminin perdesinin kapanması, Sovyet karşıtı oryantasyonun ortaya çıkması ve bu yeni oryantasyonun bundan böyle Türkiye dış siyasetinin omurgasını teşkil etmesinin miladıdır. Cumhuriyet tarihindeki biricik eksen kayması, bağımsızlıkçılıktan batı oryantasyonuna kayış, ancak 1939’a tarihlenebilir. Bu yeni oryantasyonun sömürge ilişkileri halini alması için 1945’ten sonrasını, özellikle de CHP’nin 1947 kurultayını beklemek gerekecekti. 1945’i, aynı adı taşıyan çalışmamda incelemiştim; 1947 içinse çok kısa bir özet olarak Medya Günlüğü’nde yayınlanan bir başka yazıma bakmak mümkündür.1 Ancak 1939’da “eksen kayması” artık netleşmişti ve Sovyetler Birliği ile dostluğun yerini tanzimatçı bir Rus düşmanlığıyla karışık antikomünist hezeyan almıştı. 

Peki ama, neden? Neydi Türkiye’nin Atatürk sonrası yönetimini eksen kaymasına iten? Ve bir başka soru: Bir önceki dönemde, bu yeni dönemin tohumları var mıydı, varsa nelerdi, nasıl ve neden ekilmişti bunlar?

Kitap, bu sorulara da cevap vermeye çalışıyor. 

Önünüzdeki kısa yazı kapsamında şu kadarını söylemek mümkündür: Normal bir kapitalist toplumda kapitalistler kendi başlarına yönetmeye muktedir değildirler, çünkü kapitalist üretim tarzı kişisel bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmıştır, böylece ekonomi dışı zorun da maddi temeli kalmamıştır. Bu yüzden normal bir kapitalist toplumu kapitalistler adına onların paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Sistem ne kadar olağansa bu eğilim o kadar güçlüdür; sistem ne kadar olağandışıysa (kapitalistler doğrudan yönetiyorlarsa) kişisel bağımlılık ilişkileri ve ekonomi dışı zor da o kadar tayin edici olur.

Sistemin işleyişi açısından şunu da eklemek gerek: Olağan durumda burjuvazinin şu veya bu kesimlerinin temsilcileri hep orada, siyasetin içindedirler. Bunların yükselmesi veya alçalması, temsil ettikleri kesimlerin yükselmesi veya alçalmasıyla paraleldir. Başka deyişle, hâkim sınıf olarak burjuvazi, olağan şartlarda, siyaseti mühendislikle dizayn etmez; siyaset üzerinde planlı-programlı ve mutlak bir denetim kurmuş yekpare bir burjuva sınıfı yoktur. Hâkim burjuvazinin sınırları belirsiz değilse bile içindeki siyasi eğilimleri iktisadi menfaatleri ölçüsünde değişkendir, bu yüzden çatışmalıdır. Bir çatışma alanı olarak burjuva siyaseti de, sebeb-i mevcudiyetini orada bulur. Bu siyasetin muhtelif aktörleri, burjuvazinin, ekonomik, ideolojik, kültürel vb. çeşitli bağlarla ilişkilendikleri ölçüde, böylece temsil ettikleri kesimlerin menfaatlerini siyasi programlar haline ve burjuvazinin bu kesimlerinin kendi aralarındaki çatışmalarını da siyasi çatışmalar haline getirirler. 

Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Terentyev, Dışişleri Halk Komiserliği’ne 17 Ekim 1938’de çektiği bir şifrede şöyle yazmıştı: 

“Atatürk’ün sağlığının bozulması öyle ciddi ki, Ankara’da olduğu gibi İstanbul’da da hükümet ve iş çevreleri, onun çok uzun yaşamayacağı fikrini kabul etmiş durumdalar.” Bu “hükümet ve iş çevreleri”, giderek Hitler’e hayranlık beslemeye de başlamışlardı ve şimdi “dümeni Almanya istikametine doğru” kırıyorlardı. Almanlarsa bundan mümkün olduğunca yararlanmaya çalışıyor ve “öncelikle askeri inşa sahasında devasa bir faaliyet” geliştiriyorlardı ve bunların “Türkiye’ye yönelik açıkça sömürgeci tutumunu her yerde gözlemlemek” mümkündü. 

Terentyev’in Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığıyla ilişkilendirmesi çok dikkat çekicidir. Terentyev belli ki, Atatürk sağlığını kaybedip siyasi faaliyetlerin dışına düştükçe, ülkenin “hükümet ve iş çevrelerinin” de “belirgin şekilde ve hızlanarak” faşist Almanya’ya yönelmekte olduklarına işaret ediyor. Bu ilginç gözlem, kuşkusuz, Atatürk’ün olaylar üzerinde (hayatının sonlarına doğru giderek zayıflayan ama gene de tayin edici) kişisel etkisini gösteriyor; bununla birlikte daha önemli bir şeyi, “saksıda burjuvazi” yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, “iş çevrelerinin” taleplerini yerine getirmeye itiyordu. Zorlamıyor, itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, “iş çevrelerinin” menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu. 

1939, Ankara yönetiminin Alman etkisine karşı İngiliz yanlısı refleksidir. Ama daha önemlisi, bir burjuva refleksidir; bu refleks, görünürde batı ve mihver arasında batıyı tercih etmiştir ama her ikisinde de esas olan antikomünizmdir. 

***

Cevat Akalın anılarında, Moskova yolundayken Saraçoğlu’na, Moskova görüşmelerinden sonuç alınacağına dair kuşkularını bildirdiğini yazar; Türkiye’nin teklifi, fiilen, Molotov-Ribbentrop paktına rağmen, Sovyetlerden Almanya’ya karşı Türkiye ile ittifak istemek anlamına gelmektedir. Akalın, dışişleri bakanına sorar: “Ne olacak?” Sonra devam eder: “Saraçoğlu’nun ciddi bakışı yüzümde toplandı. Başını salladı ve hiç cevap vermedi.”

Bu bir sır değildi. Her aklı başında insan da bunu görürdü. Ben, kitapta, karşılıklı belgelere dayanarak, Moskova’nın insiyaklarını ve Ankara’nın niyetlerini ortaya koymaya çalıştım. 

Stalin, 1 Ekim’de Saraçoğlu ile görüşmesinde şöyle demişti: “Hadiselerin kendi mantığı vardır; biz bir şey söyleriz ama hadiseler başka bir yoldan gider. … Türklerle bir pakt imza etmeyi istiyor muyuz? İstiyoruz. Türkiye’nin dostları mıyız? Evet. Ama işte, bu söylediğim ve paktı kâğıt parçasına çevirecek durumlar var. Türkiye ile pakt imza edilmesinde arzu edilmeyen sorunlar çıkmasından kim sorumlu? Hiç kimse. Şartlar, hadiselerin gelişimi. Polonya’nın eylemi kendi rolünü oynadı. İngilizler ve Fransızlar, bilhassa İngilizler, bizsiz idare edebileceklerini düşünerek, bizimle mutabakat istemediler. Eğer suçlu birileri varsa, biz de suçluyuz; bunu öngörmemiştik.” 

Durum gerçekten de böyleydi; hadiselerin kendi mantığı, batı oryantasyonunu hâlihazırda tamamlamış bulunan Ankara’yı kaçınılmaz olarak Sovyetler Birliği ile düşmanlığa itiyordu, üstelik de Londra hükümeti, Molotov-Ribbentrop anlaşmasına rağmen Moskova ile ilişkileri sürdürmeyi amaçladığı ve bunun için Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki “geleneksel” dostluktan yararlanmak istediği halde. Başka deyişle Londra, Moskova’nın bütün taleplerini kabul etmeye hazırdı (savaş kabinesi tutanaklarının buna tanıklık ettiğini kitapta gösterdim), ama Türkiye’nin İngiltere aşkıyla, Sovyetler Birliği ile olası bir anlaşmayı imkânsız kılan tutumu, Londra’yı da (amiyane deyimle) kontrpiyede bırakmıştı. 

Ağustos ayında İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında Moskova’da yapılan askeri görüşmelerin çökmesi ve 23 Ağustos’ta Molotov-Ribbentrop Paktı’nın imzalanmasının ardından dört taraf, dört ayrı varyant güdüyordu:

SSCB: Türkiye İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşsın, ama Almanya’ya da yaklaşmasın.

Almanya: Türkiye İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşsın, ama Sovyetler Birliği’ne de yaklaşmasın. 

İngiltere ve Fransa: Türkiye SSCB’den uzaklaşmasın, ama Almanya’ya da yaklaşmasın. 

Türkiye: Savaşı İngiltere ve Fransa kazanacağına göre, SSCB’den uzaklaşma pahasına onlara yaklaşmalıyız.

Bu varyantlar arasındaki çatışma antagonistiktir. İngiltere ve Fransa ile Sovyetler Birliği’nin varyantları uzlaşma vaat etmesine rağmen Ankara’nın tutumu, ona da gerçekleşme şansı bırakmamıştır. 

***

Aşağıdaki belge, bu antagonistik ortamda Komintern’in gelişmelere bakışını özetliyor. Birçok açıdan önem taşıyan bir belge bu; zira kemalizmin evrimine dair de somut bir teorik çerçeve geliştiriyor. Burada 1935-1936 separat kararının çerçevesini aşan bir faaliyet çağrısı söz konusudur; ancak günümüz açısından en önemli nokta, kemalist devrimin ikili niteliğinin altının kalınca çizilmesidir: “Bu ikili karakteri onu bir taraftan milli menfaatler için, ülkede tekel olan hâkim konumlarını korumak aşkına emperyalistlere karşı direnişe, diğer yandan da kendi dar sınıf menfaatleri için, kâr aşkına ve kapitalizmi tahkim etmek amacıyla emperyalistlerle pazarlığa itiyordu; bu ikili karakter, dış siyaset alanında sürekli zikzaklara ve içeride de ağır bir baskı rejimine yol açtı.”

Her tarihi belgede olduğu gibi burada da tartışmalı iddialar ve ifadeler var. Ancak bu iddia ve ifadeler bile, sorunun o sırada nasıl kavrandığını açıkça gösteriyor. Ne var ki hiç tartışma götürmeyecek ifade ve iddialar, bunlardan daha fazladır; en önemlisi de, “Türkiye burjuvazisi içinde güçlü anglofil, frankofil ve germanofil grupların mevcudiyetine rağmen Türkiye halkı, onun işçi sınıfı, köylülüğü, aydınları ve ilerici burjuvazinin bir kısmının, emperyalistlerin ve gericiliğin saldırılarını hep tam zamanında savuşturmuş” olduğudur. Ta ki, üçlü ittifakın imzalanmasına kadar. Komintern, bu yeni durumun Türkiye’nin geleceği için tarihi bir altüst oluş anlamına geldiğinin açıkça farkındaydı.

Komintern’in Türkiye meselesi üzerine tezleri (ilk taslak)2

Türkiye Meselesi Üzerine Tezler

  1. Avrupa’nın en büyük kapitalist ülkelerini saran bugünkü savaş emperyalist, gerici, haksız bir savaştır. Bu savaş, İngiltere ve Fransa’nın emperyalistleri tarafından soygunla ele geçirdiklerini korumak ve yeni gasplar hedefiyle, Almanya’nın emperyalistleri tarafından ise sömürgeler, hammadde pazarları, nüfuz alanları ele geçirmek için yürütülüyor. Savaşa henüz dolaysızca girmemiş olan diğer emperyalist güçler (mesela ABD, İtalya) bu savaşa katılımlarını sözüm ona tarafsızlıkla gizliyorlar; bu, savaşan güçlere askeri sevkiyatlarla delice kârlar edinmeye imkân veriyor. Bunlar, savaşa dolaysızca girmek için sadece kendileri için uygun anı bekliyorlar. 
  2. 1914-1918 savaşı sırasında olduğu gibi emperyalistler ve onların ajanları savaşın gerçek hedeflerini halk kitlelerinden mümkün olan her yolla gizlemeye çalışıyorlar. Halk kitlelerinin barış ve hürriyet istediklerini gördüklerinden, halk kitlelerini demagojik ve kinik bir şekilde bu savaşı “halkların hürriyeti” ve “demokrasi” için, “hitlerciliğe karşı” vb. yürüttüklerine ikna etmeye çalışıyorlar, oysa halk kitlelerinin üzerine yeni bir kuvvetle baskı yağdırıyor, demokratik hak ve hürriyetlerin son kalıntılarını yok ediyor, devrimci işçi sınıfına, komünist partilere karşı takibatı şiddetlendiriyorlar. 
  3. Ayaklarının altındaki, gene derin bir krize batmış olan çürüyen kapitalizmin istikrarsız zemini titremekte olan emperyalistler, onların elleriyle savaşarak kendilerine dünyada hâkimiyet kurmak için bu savaşta mümkün olduğunca çok sayıda halkı kendi taraflarına çekmek istiyorlar. Emperyalistler halklara her zaman, kendi emperyalist planlarını gerçekleştirmek için harcanacak insanlar gözüyle bakmışlardır. 
  4. Tam da bu yüzden emperyalistler, kapitalizmin kaçınılmaz yol arkadaşı olan savaşı düşünmeyi hiç bırakmadan, Türkiye’de entrikalarını devamlı şiddetlendirmekte, Türkiye halkını, ülkenin iktisadi kaynaklarını ve stratejik durumunu kendi soyguncu, halk düşmanı menfaatlerinde kullanmak için Türkiye’yi bağımsızlığından yoksun kılmaya, iradesini her şekilde ezmeye, onu kendi ellerinde iradesiz bir silah, bir oyuncak haline getirmeye çalışmaktadırlar. 
    Türkiye halkının milli bağımsızlığını kazanmasından sonraki yıllar boyunca emperyalistler (İngilizler, Fransızlar, Almanlar) bu istikamette çabalarını hiç bırakmadılar. Ülkenin iktisadına nüfuz ettiler, Türkiye’yi iktisadi olarak kendilerine bağımlı kılmaya çalıştılar. Bu, her şeyden önce, Türkiye’ye verilen büyük kredilerde, Türkiye’nin eski borçları kabul etmesinde, emperyalistlerin Türkiye’nin dış ticaretinde hâkim pozisyon kazanmalarında vb. ifadesini bulur.
  5. Türkiye’nin hâkim sınıfları sultan zamanında da Türkiye halkını emperyalistlerin menfaatleri için savaşa sürüyorlardı. 1910-1911-1912 yıllarında böyle olmuştu, 1914-1918 yıllarında böyle olmuştu, hiçbir suçu olmayan yüz binlerce Türkiyeli köylü, işçi, aydın, canlarını Alman emperyalistlerinin soyguncu amaçları için verdiler.
  6. Türkiye halkı, kendi menfaatleri için savaştığını, haklı bir dava uğruna dövüştüğünü, kanını akıttığını sadece tek bir savaşta biliyordu. Bu, 1919-1922 bağımsızlık savaşında, emperyalistlere karşı savaştaydı. Türkiye halkı, Türkiye topraklarını istila eden İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan emperyalistlerine karşı amansız savaşta bağımsızlığını kazandı. Ama bu bağımsızlığın emin bir şekilde müdafaasını temin edemedi, zira savaşın bitmesinden sonra satılık, şerefsiz, halk düşmanı, hain unsurlar (kompradorlar, İngiliz sterlinini ana vatanlarından daha değerli gören İstanbul, İzmir, Adana’nın tacirleri, borsa simsarları ve gerici basın simsarları, başlarındaki fesin yerine yürekleri kanayarak şapkayı geçiren saltanat devrimin kodamanları ve bu türden başkaları), cumhuriyete karşı entrikalar yürüterek, cumhuriyete karşı emperyalistlerle her tür kumpasa girişerek, vatanlarını bozuk para gibi pazarlık ederek, kendi sosyal durumlarını korumayı başardılar. Emperyalistler, bu unsurları kullanarak, Türkiye’de kendi aralarında rekabete tutuştular, kendilerine yeni yuvalar örmeye, nüfuzlarını bakan koltuklarına, genelkurmaya ve halk partisinin yönetici organlarına kadar yaymaya çalıştılar. Bu adamları aracılığıyla emperyalistlerin kampındaki ihtilafları Türkiye’nin siyasi arenasına da sürdüler ve ülkede kendi siyasi nüfuzlarını güçlendirmeyi, böylece Türkiye’de kendi avantajlarına dış ve iç siyaset telkin etmeyi başardılar. 
  7. Emperyalistler, kendi halklarının arkasından kumpaslar tezgâhlayan bu şerefsiz unsurları kullanırlarken, Türkiye’yi tekrar bağımsızlığından etmek düşüncesini de bırakmamışlardır. Bunu teyit eden açık olgular şunlardır: milli kurtuluş savaşı sırasında Anzavur’un seferi, Delibaş ayaklanması, sonra Kürt ayaklanmaları, Karabekir grubunun İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından esinlenen gerici darbe kumpası ve girişimi, 1931’de Menemen’deki gerici ayaklanma, Fethi Bey tarafından örgütlenen, İngiliz parasıyla kurulan ve Türkiye’yi daha 1931’de Britanya İmparatorluğu’nun iradesiz bir eklentisi haline getirmek amacı güden “Serbest Fırka”, vb. Bu olgulara, 1937-1938 yıllarında Alman emperyalistlerinin yardımıyla Türkiye’yi Alman sanayiinin zirai bir uzantısı haline getirmeye, onu esasen bir Alman sömürgesine çevirmeye çalışan Kaya vb.nin Germanofil grubunun girişimlerini de eklemek gerek.
  8. Türkiye’yi emperyalizm ve gericilik karşısında tam bir kapitülasyona sürüklemeye yönelik bütün bu girişimler, şu ana kadar başarıyla taçlanmadı, zira Türkiye burjuvazisi içinde güçlü anglofil, frankofil ve germanofil grupların mevcudiyetine rağmen Türkiye halkı, onun işçi sınıfı, köylülüğü, aydınları ve ilerici burjuvazinin bir kısmı, emperyalistlerin ve gericiliğin saldırılarını hep tam zamanında savuşturmuşlardır. Kudretli SSCB tarafından yürütülen kararlı ve tutarlı barış ve küçük halkları savunma siyaseti ve Sovyet ve Türkiye halkları arasında dostluk ilişkileri de emperyalistlerin elini kolunu bağlayarak Türkiye halkının ülkenin milli bağımsızlığı mücadelesine devamlı surette katkıda bulunmuştur. 
    Türkiye burjuvazisi tarafından gerçekleştirilen kemalist devrim, bir tepeden devrimdi. Kitlelerin emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin önderliğini yapan burjuvazi, bu mücadele sürerken ortaya çıkan halk hareketinden korkuya kapılarak kendi halkına, işçilere ve köylülere darbeler yöneltti. Devrimden sonra bir takım reformlar yürütürken de emekçilerin, kapitalistler ve yarı-feodal toprak ağalarının amansız sömürüsü yüzünden halsiz düşmüş emekçilerin durumunu kökten değiştirmek için ciddi tedbirler almak yoluna gitmeyi arzu etmediler, gizlenen ama entrikalarına devam eden gericilerin karşısına kararlı bir şekilde çıkmaktan korktular, yabancı sermaye ile ciddi ve kararlı bir şekilde mücadele etmeyi istemediler. Bu burjuvazi, ülkede emperyalizm karşısında kapitülasyon için ön şartları yarattı. Bu ikili karakteri onu bir taraftan milli menfaatler için, ülkede tekel olan hâkim konumlarını korumak aşkına emperyalistlere karşı direnişe, diğer yandan da kendi dar sınıf menfaatleri için, kâr aşkına ve kapitalizmi tahkim etmek amacıyla emperyalistlerle pazarlığa itiyordu; bu ikili karakter, dış siyaset alanında sürekli zikzaklara ve içeride de ağır bir baskı rejimine yol açtı.
  9. Türkiye halkı, yurdunun bağımsızlığı için öne atılıyor; bu bağımsızlıktan Türkiye’nin hür, kendi başına, emperyalistlerden bağımsız gelişmesini anlıyor. Böyle bir bağımsızlık, bütün halka geniş demokratik hak ve hürriyetler sunulmasını, gericilerin ve emperyalistlerin yandaşlarının ellerinden her tür hakkın alınmasını, emekçilerin maddi ve kültürel durumlarının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesini, bir tarım devrimini, halkın Türkiye’nin ortak davası için mücadelede, barış ve halkların hürriyeti mücadelesinde kenetlenmesini öngörür.
    Gerici burjuvazi, bağımsızlıktan yana olduğunu bağırırken, bağımsızlıktan kastettiği tamamen başka bir şeydir. O, Türkiye halkından bağımsızlık ister. Böyle bir bağımsızlık, emekçiler için bütün hak ve hürriyetlerin yok edilmesini, gerici kanunların, devrimci işçilere, komünistlere karşı zulmün getirilmesini, kapitalistlerin ve toprak ağalarının emekçi kitlelerin hayat seviyesine taarruzunu, bu arada gericilerin cesaretlendirilmesini, barış ve halkların hürriyeti davasına ihaneti öngörür. 
    Türkiye burjuvazisinin halktan bu bağımsızlığı, onun İngiltere ve Fransa emperyalistleriyle son derece gerici, halk düşmanı bir karşılıklı yardım anlaşması imzalamasına imkân verdi. Bu anlaşma, barışın vasıtası değil, savaşın silahıdır. İngiltere ve Fransa emperyalizmi bu suretle Türkiye halkına ciddi bir darbe indirmeyi başardı: bu anlaşmanın imzalanması neticesinde Türkiye, dış siyasetindeki bağımsızlığını kaybetti; artık İngiliz ve Fransız savaş kundakçılarının elinde, her an Balkanlarda bir savaş tutuşturmak için kullanılabilir. Türkiye hükümeti, Türkiye’nin yardımıyla SSCB ve Almanya arasına bir kama sürmeye çalışan İngiliz ve Fransız savaş kışkırtıcıları tarafından kullanılmış bulunuyor. Stalin’in bilgece dış siyasetini izleyen SSCB, bütün dünyanın karşısında, savaş kışkırtıcılarının bu sinsice planını ortaya sermiştir.
  10. İngiltere ve Fransa’nın emperyalistleri, Avrupa’da Almanya’ya karşı bir savaş çıkardılar, Akdeniz’de ve yerkürenin başka yerlerinde savaş çıkarmak için de zemin hazırlamaya başladılar. Bu şartlarda Türkiye için biricik doğru tutumun halkını emperyalistler tarafından tezgâhlanan bir savaştan uzak tutmak siyaseti olduğu, en parlak örneğini büyük SSCB’nin verdiği bu siyaset olduğu açıktır.
    Savaş kundakçıları, SSCB ile Almanya arasında bir savaşı mümkün olan her tür araçla kışkırtmayı amaçlıyorlardı. Ama SSCB, tutarlı barış siyasetiyle, Almanya ile saldırmazlık anlaşması imzalamasıyla, savaş kundakçılarının planlarını bozdu. Halkları kurtuluş savaşı için esinlendiren, gücünü sürekli tahkim eden ve halklarının maddi ve kültürel kazanımlarını katlayan SSCB, dünyanın üzerinde eskisi gibi dimdik bir kaya halinde yükseliyor. SSCB, batı Ukrayna ve batı Belarusya’nın kaderleri Polonyalı kapitalistlerin ve toprak ağalarının boyunduruğuna ve keyfiyetine terk edilmiş halklarını özgürleştirerek, Baltıkların küçük ülkeleriyle karşılıklı yardım anlaşmaları imzalayarak, Moğolistan Cumhuriyeti ile anlaşmasını kararlılıkla yerine getirerek, barışa olan sadakatini, küçük ve zayıf halkların yardımına her an koşmaya hazır oluşunu, imzaladığı anlaşmalardaki yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirdiğini bir kez daha gösterdi. Türkiye halkı, daha milli kurtuluş savaşı döneminden beri, milli bağımsızlık mücadelesinde Türkiye halkına yardım eden büyük SSCB’nin dostluğunun içtenliğini devamlı ve birinci elden yaşıyor ve inanıyor. Türkiye halkının dostu olmuş, olan ve dostu kalacak biricik devlet, SSCB’dir.
  11. Eğer Türkiye halkı, ülkede halk için geniş bir demokrasi ve hürriyetleri kazanabilseydi, Türkiye için bir rezalet olan İngiliz ve Fransız savaş kundakçılarıyla anlaşmanın imzalanmasına asla izin vermezdi. Cumhuriyetin mevcut bulunduğu 16 sene boyunca burjuvazi halkı en amansız baskılar altında tutmayı, onu siyasi hayattan uzak tutmayı başardı. Burjuvazi şimdi, İngiltere ve Fransa ile karşılıklı yardım anlaşmasının imzalanmasından sonra, emekçiler bu nefret ettikleri anlaşmaya karşı, milli bağımsızlık davasına yapılan ihanete karşı, gerici kanunlara, ülkede hâkim polis terörüne karşı, hürriyet ve emekçilerin en geniş haklarının sağlanması için vb. serbestçe tek bir söz söyleyemesinler diye halkın üzerine baskıları daha büyük bir kuvvetle saldı. Bugün spekülasyon, pahalılık, işsizlik, demokratik basına karşı baskı, orduda demokratik unsurlara şehirlerin ve köylerin işçi, emekçilerine zulmedilmesi, hiç olmadığı kadar şiddetlenmiştir. Gericiliğin taarruzu, ifadesini, işgününün uzatılmasında, ücretlerin düşürülmesinde, iş kanununun etrafından dolanılmasında, tarım reformu hazırlıkları çalışmasına son verilmesinde vb. de buluyor. Bu taarruzun en açık ifadesi, anti-Sovyet kampanyasında, ara seçimlerde parlamentoya anglofil ve frankofil Rauf3 türünden ve diğer son derece gerici kimselerin girmesinde de bulunuyor. 
  12. Türkiye’de Avrupa’daki savaşla, Türkiye burjuvazisinin savaşmakta olan İngiltere ve Fransa burjuvazisi kampına açıktan geçmesiyle ve ülke içinde gericiliğin şiddetlendirilmesiyle meydana gelen yeni ortaya çıkan şartlarda, Türkiye işçi sınıfı, onun Komünist Partisi, sorumluluk gerektiren yeni görevlerle karşı karşıyadır. Türkiye Komünist Partisi, taktiğini düzeltmeli ve partiyi, faaliyetlerini aktive etmek için ayakları üzerine dikmelidir. İşçi sınıfı, şehir ve köy emekçilerinin ve aydınların bu mücadelesine önderlik etmelidir. İşçi sınıfının, Komünist Partisi’nin, burjuvazinin Halk Partisi içindeki ve dışındaki ilerici çevreleriyle ilişkileri meselesi, her şeyden önce, bu çevrelerin emperyalist savaşa karşı, halka demokratik hak ve hürriyetlerin sunulması ve SSCB ile samimi ilişkilerin tesisi mücadelesine yaklaşımıyla tayin olunur. 
    Komünist Partisi, gerçek ve militan bir halk cephesi için mücadele ederken, onu aşağıdan yukarıya, kitleleri milli bağımsızlığın sağlanması için, emperyalist savaşa, burjuva gericiliğine karşı ve Halk Partisi’nin halkı savaşa iten en tepesine karşı mücadeleye seferber etmek yoluyla kurmalıdır. 
    Komünist Partisi, işçi sınıfını mücadele için örgütlerken, işçi sınıfından korkan ve onun ülkenin siyasi hayatına katılımına set vurmaya çalışan burjuvazinin, tam da Türkiye işçi sınıfının sayısal olarak devasa büyümesinin, bilinç seviyesinin yükselmesinin ve işçilerin mücadelesinin son yıllarda güçlenmesinin neticesi olarak, [işçi sınıfının] örgütlenmesini her türlü yoldan engellemekte olduğu olgusundan yola çıkmalıdır. En büyük musibet, Türkiye işçi sınıfının örgütsüzlüğü, bölünmüşlüğüdür. Bu yüzden, Komünist Partisi’nin en ertelenemez görevi, işçilerin bütün ülkede, Türkiye işçilerinin güçlü, tek bir sendikal teşkilatını yaratma mücadelesini örgütlemektir. Bunun yanında, işçi karşılıklı yardım sandıkları, sigorta cemiyetleri, işçi kooperatifleri vb. yaratmak da zaruridir. Komünistler, işçilerle böyle bağlar tesis ederken, işçilerin gündelik talepleri için mücadelesini de her tür araçla geliştirmeli, mücadelenin bugünkü şartlarına denk düşen ve aynı zamanda işçilerin en hayati talepleri olan sloganlar ileri sürmelidir. 
    Komünist Partisi, işçi sınıfını tek bir militan cephe içinde örgütlemeli, işçileri aktif ve etkin bir siyasi mücadeleye çekmeli ve işçi sınıfının etrafında müttefiklerini, her şeyden önce köylülüğü de kenetlemelidir.
    Komünist Partisi’nin köylülerle ilişki kurması, Türkiye’nin gerçek durumunu, fakir köylülüğün sefaletinin sebeplerini köylere de yaymak için işçi aktivistlerini, şehre gelmiş köylüleri vb. kullanması, köylülere feci durumlarını iyileştirme mücadelesinin yolunu göstermesi zaruridir. Köylerde köylü kooperatifleri örgütlerken köylülere tefecilerin ve toprak ağalarının esaretini ortak mücadeleyle, faiz borçlarını iptal ederek, vergileri düşürerek, toprağa sahip olarak vb. ortadan kaldırabileceklerini izah etmek zaruridir.
  13. Türkiye Komünist Partisi, işçi sınıfının kendi sınıf menfaatleri ve bütün halkı için bağımsız mücadelesini Türkiye’nin diğer sınıfların ve tabakaların mücadelesinden bağımsız olarak örgütleyerek, bağımsız bir şekilde ortaya çıkmalıdır. Türkiye Komünist Partisi’nin bağımsız tutumu, bütün Türkiye halkının gözlerinde açık olmalıdır. Komintern’in VII. Kongre çizgisini zamanında doğru olarak anlayamayan, daha sonra da bu çizgiyi hayata geçirmeyi başaramayan Komünist Partisi, polis terörü şartlarında, keza parti yönetimindeki kimi unsurların ihanetinin neticesi olarak, Türkiye Komünist Partisi’nin bütün faaliyetlerinde doğal olarak yansıyan bir örgütsel bölünmüşlük durumunda kaldı. Mevcut durumda Komünist Partisi’nin önünde şu ertelenemez görevler bulunmaktadır: 1) kendi bağımsız siyasi tutumunu kitlelere açık ve net olarak anlatmak: halkla, Türkiye’nin bağımsızlığına ağır darbeler vuran ve Türkiye halkını İngiltere-Fransa emperyalistlerinin canice savaş siyasetiyle bağlayan burjuvazinin siyasetiyle arasında hiçbir ortak yan olmadığını söylemek; 2) merkezde ve bölgelerde, parti örgütlerini parti tüzüğüne uygun olarak aşağıdan yukarıya doğru örgütlü bir şekilde yaratmak; 3) kendi sürekli illegal [yayın] organını yeniden ayağa kaldırmak, şartlar gerektirdiğinde zaman zaman (partinin legal çalışmasını tahrip etmeyecek) bildiriler çıkarmak; 4) halk evlerinde, kulüplerde, kooperatiflerde, sportif örgütlerde, zanaatçı odalarında vb. kitleler arasında çalışmayı güçlendirmek; 5) komsomol örgütünü yeniden ayağa kaldırmak; 6) saflarına sızan sınıf düşmanı troçkist ajanları ve “muhalefet” kalıntılarını temizlemek, her tür ödlek, teslimiyetçi ve haini partiden atmak.
  14. Komünist Partisi, mevcut şartlarda şu sloganları ileri sürmelidir:
    1) Demokratik hürriyetler: basın hürriyeti, söz hürriyeti, toplanma, grev, örgütlenme vb. hürriyeti.
    2) Bütün gerici kanunların iptali.
    3) Devrimci siyasi tutuklulara genel af.
    4) Kahrolsun spekülatörler, savaş çapulcuları, kahrolsun pahalılık.
    5) Bütün işçiler için bir çalışma kanunu. Ücretler artırılsın. 
    6) Milli azınlıkların hakları verilsin. 
    7) Savaş silahı olan İngiltere-Fransa-Türkiye anlaşması yırtılıp atılsın. 
    8) Kahrolsun yabancı emperyalist sermaye.
    9) SSCB ile karşılıklı yardım anlaşması imzalayalım.
    10) Yaşasın bağımsız Türkiye’nin dostu Sovyetler Birliği.
    11) Kahrolsun emperyalist savaş ve kapitalist gericilik.
    12) Kahrolsun Türkiye halkını emperyalist savaşa iten burjuvazi.
    Halklara barış! Emekçilere ekmek, hak ve hürriyet!
  • 1. Yalın H. “En uzun kurultay: Devrimden evrime”, Medya Günlüğü, 27 Temmuz 2020, https://medyagunlugu.com/haber/en-uzun-kurultay-devrimden-evrime-47575.
  • 2. РГАСПИ, Ф. 495. Оп. 11. Д. 397. Л. 53-65, 76-84. (RGASPİ, “Rusya Devlet Sosyal Siyasi Tarih Arşivi”, fon 45, dosya 11, Almanca sayfa no.53-65, Rusça sayfa no. 76-84) Almanca orijinal belgede, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Sekreteri Wilhelm Pieck’in kurşunkalemle düştüğü notlar da var.
  • 3. Rauf Orbay, Meclis-i Mebusan’da Ahmet İzzet Paşa kabinesinde bahriye nazırı. İlk mecliste II. Grup’un en önde gelen üyelerinden. Cumhuriyetin ilanından sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları arasında yer aldı. İzmir suikastı davasında on yıl kalebentliğe, medeni haklarının alınmasına ve mallarının haczine karar verildi, ama bu sırada yurtdışında olduğu için kurtulmayı başardı. Atatürk’ün ölümünden sonra 1939’da altıncı dönem Kastamonu milletvekili olarak meclise girdi. 1922-1923 yıllarında Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçiliği Basın Müşaviri olan Georgiy A. Astahov, Orbay’ın II. Grup’taki etkinliğini olayların içinden, renkli bir dille anlatır. (Astahov’un bu dönemde yazdığı makalelerden oluşan kitabı da, benim çevirim ve önsözümle yayınlanmayı bekliyor.) (Rauf Bey’in adı, Komintern belgesinde (hem Almanca hem Rusçasında) “Reuf” diye yazılmış.)