'Anayasal cumhuriyetin' güncel durumunu, dünyada ve Türkiye’de sermaye sınıfının yönelimlerini Anayasa Mahkemesi emekli raportörlerinden Ali Rıza Aydın ile görüştük.  

Ali Rıza Aydın ile söyleşi: Anayasal cumhuriyetin durumu üzerine

Geçtiğimiz ayın ana gündemlerinden bir tanesi de anayasa tartışmalarıydı. AKP iktidarı “2023 hedefleri” doğrultusunda “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine” uygun ve Türkiye’yi “21. yüzyıldaki yeni hedeflere” hazırlayacak yeni bir anayasa yapılması çağrısı yaptı. Daha doğrusu böyle bir sürece dair bir “kart” açmış oldu. Kart diyoruz çünkü kimileri anayasa başlığının sadece AKP karşıtı düzen-içi muhalefet bloğunu çözmek için açıldığını düşünüyor. Kimileri ise anayasanın AKP iktidarı tarafından yeniden gündeme getirilmesini “seçimlere hazırlık “ olarak yorumluyor. Ancak sermaye sınıfının ve siyasetçilerinin uzun yıllardır “sivil bir anayasa” aradıkları da iyi biliniyor. Tüm bu tartışmalar içinde ise laiklik, hilafet, gericilik gibi başlıklar duruyor. İşte tüm bu başlıkları ve “anayasal cumhuriyetin” güncel durumunu, dünyada ve Türkiye’de sermaye sınıfının yönelimlerini Anayasa Mahkemesi emekli raportörlerinden Ali Rıza Aydın ile görüştük.  

AKP’nin iktidara geldiğinden beri imza attığı pek çok yasa değişikliğini belirli bir karşı-devrimci ajandanın, diğer bir deyişle, bir hedefin parçası olarak okumak mümkün. Örneğin, 2010 Anayasa Referandumu dönemin siyasi-ideolojik koordinatları düşünüldüğünde AKP'nin rejim değişikliği projesi içinde özel bir işlev görmüştü. Yapılan bunca değişikliğe rağmen şimdilerde “yeni anayasa”nın tekrar gündeme alınmasından AKP'nin söz konusu hedefini gerçekleştiremediğini mi anlamalıyız? 

Soruya, söyleşinin bütününe de destek olmak üzere AKP döneminin öncesinden başlayarak yanıt vermek yerinde olacak. Türkiye’de seçimle, darbeyle ya da muhtıra gibi uyarılarla yapılan siyasi iktidar değişimleriyle ekonomik durumun, ulusal ve uluslararası ilişkilerin ve ihtiyaçların bağlantısı var. Bu bağlantı hem devlet organlarını, devlet eşgüdümünü etkiliyor hem de hukuku etkiliyor. Bu etkilemeye emekçi halkın mücadelelerini eklemeden olmaz.

Hukuk, anayasasıyla, yasalarıyla, diğer düzenlemeleriyle ve ilkeleriyle deyim yerindeyse gelgit yaşayan düzenlemeler denizi. Örneğin 12 Eylül darbesinin önünde 24 Ocak kararları var. Amacına ulaşamayınca darbe geliyor. Darbe yönetimi 1982 Anayasası ve devamındaki ilk seçimlere kadar meşguliyetinin içine hukuku da ekliyor. 1983 seçimlerinden sonra ANAP 1982 Anayasasına uyum yasalarını yaşama geçiriyor. 1990’ların koalisyonlar döneminde düzene dokunmadan kısmi iyileştirmeler görülse de, noeliberal düzene uyum devam ediyor. IMF’nin istediği “onbeş günde onbeş yasa” unutulmamalı. IMF gözetimindeki yılların ve ekonomik krizlerin üzerine 2002’nin proje partisi AKP yerleştiriliyor.

Hukuk her dönemin ekonomik ve siyasal ilişlerinin yansımalarının yer aldığı araç olarak, bir “mevzuat katarı” olarak hep devrede. Farklı dönemsel özelliklere, krizlere, emperyalist ilişkilere, emekçilerden gelen mücadele etkilemelerine ve iktidardaki farklı siyasal partilere göre bu mevzuat katarı hareket halinde. Ama AKP iktidarının birçok özelliği var. Bu özelliklerle 19. yılını kesintisiz devam ettiriyor, ortaklıkları değişse de AKP hep iktidarda. Uzun AKP dönemi, önceki dönemlerin hukuksal hareketi üzerine kendi yasal ve diğer hukuksal değişikliklerini, hukuksuzluklarını eklese de kapitalizmin yapısından ve sermaye sınıfıyla siyasal iktidar arasındaki ilişkiden kaynaklanan ihtiyaçlar, sorunlar, bunalımlar gereği hukuk üzerinde süresiz ve sınırsız oynamalarını yapmadan hareket edemiyor. 

Parlamentonun her seferinde daha çok sermaye yanlısı kılınması, işlevsizleştirilmesi, denetim gücünün zayıflatılıp neredeyse sıfırlanması, önemsizleştirilmesi bu hareketin önemli ayağı. Eş zamanlı olarak hem yasaların hazırlanması hem de kabulünde AKP tek söz sahibi. İsteyip de geçirmediği yasa yok. Muhalefetten gelen teklifleri de hemen eritip yok ediyor. Güvenlik soruşturması yasa teklifinde olduğu gibi niceliksel kazaları da karşılayabiliyor.  Bu sürdürülebilirlik yolculuğunun parlamento yönünden sorunsuzluğu da yetmediğinde KHK’lere -2011’i anımsayalım- ve OHAL KHK’lerine -2016’yı ve bu KHK’lere OHAL’le ilgili olmadığı halde yerleştirilen yüzlerce kuralı anımsayalım- başvurmaktan geri kalmıyor. Şimdi de CB kararnameleri ve kararlarıyla dalıyor hukukun içine. Bir yıllık pandemi koşullarını ve bu koşullara bağlı fırsatçılıkları da ekleyelim. Hepsinin üstüne, egemen olduğu bu hukuksal yapıyı ve uygulamaları denetlemekle görevli ve yetkili yargıyı aşağıdan yukarıya hem kadrolarıyla, hem örgütlenmesiyle hem de ödül-ceza yöntemiyle başkalaştırmayı; yine parlamentoda yaptığı gibi işine geldiği kararları tanıyıp gelmeyenleri tanımayarak önemsizleştirmeyi asli işleri arasına alıyor.

“AKP’nin hedefini gerçekleştirip gerçekleştirmeme” konusu kendisiyle sınırlı değil tabii. Bir kere sermayeyle ve emperyalizmle bağları var, bu bağlar ve buradan kaynaklanan ihtiyaçlar belirleyici. İkincisi, geniş tarikat ve cemaat ağı içinde dinsellikle ilişkileri önemli. Bu iki ilişki birbirine bağlı, birbirini ve tabii ki düzeni besliyor. Üçüncüsü, siyasi iktidarı elde tutmak için de muhalefeti ve gücü yettiği kadarıyla halkı suskunlaştırıp “rızacı” yapmaya ihtiyacı var. Dördüncüsü TÜSİAD içindeki patronları memnun edip siyasal İslamla sömürmeye sorunsuz devam edebileceklerini her seferinde göstermesi gerekiyor. Bunun için de hem piyasayı hem de dinselliği doyuracak düzenlemeleri hep gündemde tutuyor. Bir yanda teşvikler, destekler, kamu kaynaklarının aktarılması, sermaye içi mülkiyet dağıtımlarının dengelenmesi, sermayenin ve dinsel örgütlenmelerin iç çelişkilerine çözüm arayışları var. Diğer yanda emekçi halk üzerinde daha çok hak ve özgürlük gaspı, esnek ve güvencesiz yeni emek rejimini sağlamlaştırma girişimleri var. Beşincisi, susturamadığı siyasal muhalefeti susturmak ama daha da önemlisi ne kendilerinin hukuksuz, keyfi siyasetini ne de sömürücü düzeni kabul eden, bu düzen değişmeli diyen siyaseti kırmak için düşman hukuk, düşman ceza hukuku yaratma ihtiyacı var. Masumiyet karinesi sözcüklerini yineleyip karşıtlara uluorta terörist demek, eleştiri ve protestoları hakarete sokmak, haber yasakları getirmek ve basın mensuplarına yüklenmek bunların tipik örnekleri. 

Anayasa gündeminin bugünlerde yeniden açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni anayasa gündemi bugün AKP açısından nasıl bir ihtiyaca denk düşüyor ve AKP bu konuda ne kadar ciddi?

Bu tartışmalara az önce çizdiğim bütünlükle bakmak gerekiyor. Yukarıda kısaca özetleyerek aktardığımız tablo Cumhuriyetin ilerici nitelikleri, aydınlanma, laiklik, yurtseverlik, toplumculuk, eşitlik, adalet, özgürlük karşıtlıklarıyla, genel oy ve siyasi faaliyet gasplarıyla, hak ve özgürlük gasplarıyla ve bütünsel olarak sömürüyle buluşturulduğunda Anayasaya el atılmaması kaçınılmaz. Anayasanın askıya alınan hükümleri çoğaldığında Anayasaya el atılmaması kaçınılmaz. Evet, 2010 Anayasa değişikliği AKP'nin rejim değişikliği projesi içinde özel bir işlev görmüştü. Nitekim devamında 2017 rejim değişikliği geldi. Yalnızca bunlar değil tabii… 

Türkiye sermaye sınıfınının uzak ve yakın geçmişte kimi zaman yasal değişiklikler hakkında doğrudan yorumlarda, övgülerde veya eleştirilerde  bulunduğu oldu.  Örneğin, TÜSİAD’ın demokrasi, reform, AB’ye uyum süreci gibi konularında zaman zaman yaptığı çıkışlar gibi. Erdoğan’ın geçtiğimiz Aralık ayında AB'ye daha çok ekonomik ve jeopolitik işbirliğini kast ederek "geleceğimizi birlikte kurmak istiyoruz" mesajını  da dikkate alarak AKP'nin "hukuk reformları" ve yeni anayasa gündemini nasıl değerlendirmeli? Ulusal ve uluslararası sermaye bu tartışmaların neresinde yer alıyor?

Yukarıda AKP’nin hukuk üzerindeki inisiyatifini kullanırken yalnız olmadığını söyledim. Sermaye sınıfıyla ilişkiler ve emperyalist ilişkiler de bunların başındaydı. Neoliberalizmin, 12 Eylül’ün ürünü olan bir siyasi iktidardan ne yalnızca İslami sermayeyle ne de uluslararası İslami devlet ve güçlerle yetinmesi beklenemez. Zaten böyle bir bekleyiş kapitalizmin özüne de ters düşer. Kaldı ki artık ABD de yalnız değil, Rusya ve Çin var. AB’yle ilişkiler var ki bunu soruda belirtildiği gibi kendileri söylüyor. İçerde de başta TÜSİAD olmak üzere sermaye içi dengeler yadsınamaz. Bu durumu, AB ilişkilerini, İHAS ve İHAM’la sorun yaşamamayı son İnsan Hakları Eylem Planında da dile getiriyorlar. 

Ulusal ve uluslararası sermayeyle artık sınır tanımayan ilişkilerde birlikteler ve sınıfsal çıkarları için düzen istikrarında mutabıklar. Bu istikrarın göstergesi sermaye için yatırım ve kâr güvencesi, paylarının vergilerle tırpanlanmaması, bunalımlarının kamusal kaynaklarla ve teşviklerle aşılması; sorunsuz, esnek, ucuz, güvencesiz, örgütsüz, grev gücü olmayan, mücadele gücü budanmış işgücü… Hukuka ihtiyaçları burada. Bir de hukukla dinselliği aynı havuzda buluşturma var tabii, kendilerine dokunmadıkça bundan da memnunlar. Örneğin İnsan Hakları Eylem Planını memnuniyetle karşılarlar ama İstanbul Sözleşmesinin başına gelenlere ve siyasi iktidar tercihlerine de ses çıkarmazlar. Örneğin, çocuk hakları da uluslararasıdır ama işçi çocuklara ses çıkarmazlar. Örneğin kimileri laiktir ama dinselin hukuka, devlete, siyasete, topluma girmesine, işçinin “kul” yapılmasına ses çıkarmazlar.

Buradaki “ekonomik ve jeopolitik işbirliği”ni anayasa ve hukuk yönünden okursak, ne anayasa ne de yasalar kendi içine kapanık, ekonomi ve siyasetten uzak, toplumsal ilişkilerden kopuk salt hukuksal metinler değil. Pozitif hukuk metinlerini yalnızca hukuksal yorum teknikleriyle okumamak, ekonomik, toplumsal, siyasal ve tabii ki sınıfsal bütünlük içinde analiz etmek gerekiyor. Yalnızca içinde bulunulan durum için geçerli değil bu bakış. Örneğin 2023’ü, başkanlı rejimin sağlamlaştırılmasını ve yeni anayasa öngörülerini bu bütünlükle değerlendirmek gerekiyor.  

Anayasa Erdoğan tarafından yeniden bir gündem olarak toplumun önüne kondu. Peki, anayasa Erdoğan'ın gündeminde gerçekten ne kadar var? Yani Erdoğan kendine gündem yaratmak için mi bu tür başlıkları açıyor yoksa sermaye sınıfının da böyle bir derdi, yani bir “anayasa sorunu” var mı?

1982 Anayasası AKP’ye gelene kadar, yani 20 yıllık ANAP ve Koalisyonlar döneminde 8 kez değişiklik girişimine hedef oluyor; bunlardan biri halkoylamasından dönüyor, 7’si yürürlüğe giriyor. 19. yılında olan AKP dönemindeyse 17 kez değişiklik girişimi var. Bunların 4’ü Cumhurbaşkanından geri dönüyor, 1’i Anayasa Mahkemesince iptal ediliyor, 12’si yürürlüğe giriyor. Bu hafife alınmayacak bir tablo. 

Hâlâ yeni anayasa mı? Evet, hâlâ yeni anayasa diyorlar. Çünkü yıkıyorlar ama yerine istedikleri rejimi koyamıyorlar. 2007’de yeni anayasa denemesini yapamadılar. Akademisyenlerden oluşan Komisyon’a yazdırılan anayasa taslağı işlerine de gelmedi diyebiliriz. Nitekim o Komisyon’un başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun’dan bugün AKP hukukuna eleştiriler dinleyebiliyoruz. 2010 ve 2017 Anayasa değişiklikleri kafalarındaki modele yakınlaştırdı. Bu arada, “çerçevesi belli bir modelleri var mı, bu nedir, Yeni Osmanlı mı, 21. yüzyılın siyasal İslamı mı” ayrı bir konu. 19 yıllarını hazırlık dönemi diye tanımlamaları da bunu gösteriyor. Laik devleti, içinde parlamentoyu, yargıyı, orduyu, polisi, sağlığı, eğitimi getirdikleri yerden şu an şikayetçi değiller. Ama mevcut Anayasa’ya yamadıkları başkanlı rejimi de güçlendirip sağlamlaştırmayı, dinsel özgürlük adı altında tarikat ve cemaatleri legalleştirmeyi istiyorlar elbette. Tabii, buraya siyasal İslamın devletin, hukukun ve toplumun içine rahatça yerleşmesini de eklememiz gerekiyor. Yeterli olur mu? Olmaz. Piyasanın ve dinselliğin doymak bilmez ortaklığı için “yeterli” sözcüğü kullanılamaz. Bunun en belirgin kanıtı da kendi hukuksuz hukukuna ve Anayasa’sına dahi uymayan, Anayasa’yı ihlal ve ihmalde engel tanımayan bir yönetim modelinin varlığı. 

Anayasa ve hukuk üzerindeki her oynamaya “sermayenin mi, siyasal iktidarın mı”, “kimin isteği” diye ayrım yaparak bakmak analizin başlangıç noktasıdır ama burada kalmak bizi yüzeyde bırakır. Nasıl bir kural, içinde bulunduğu anayasanın ya da yasanın bütününden soyutlanamazsa, anayasa ve yasa da içinde bulunduğu düzenden soyutlanamaz. Kimi dönemlerde parlamento içi dengelerle, halkoylamasıyla, Cumhurbaşkanı’nın geri çevirmesiyle veya Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararıyla ortaya çıkan düzeltici ya da engelleyici denetim örnekleriyle karşılaşmamız olası tabii. Örnekleri var. Ama bunlar düzeni sarsıcı örnekler olamıyor, zaman içinde yerine başka kurallar yerleştiriliyor. Ya da uygulamada ihmal veya ihlal yöntemine gidilebiliyor. Bu seyir rotasını Anayasa’da da görüyoruz. 2010’da yargıyla oynamak bunlardan biriydi. Yasayla aşılamayanları yukarıda vurguladığımız gibi KHK’yle aşmak, KHK’yle aşılamayanları OHAL KHK’siyle aşmak, hepsinin üzerine başkanlı rejime geçerek CB kararnamelerini ve kararlarını oturtmak, hukukun içine “karma hukuk” diye tanımlayabileceğimiz dinsel davranış kurallarını yerleştirmek, olmadı yargıyla ve anayasal denetim modeliyle oynamak… 

Çalışma hukukuna ve pandemi dönemi hukukuna emek rejimi yönünden baktığımızda esnek ve güvencesiz çalışma getirilirken daha önce mücadelelerle kazanılan hakların da gasp edildiğini görüyoruz. Burada patronların çıkarı var. İhale Kanunu da sık değişikliğe uğratılan yasalardan biri, burada da patronların çıkarı var. Seçim yasalarıyla sıklıkla oynanıyor, burada da patronların istediği yönetimde istikrar var.  Daha ekleyebileceğimiz birçok örnek Anayasa ve hukuku kimin, neden kontrol altında tuttuğunu gösteriyor.

Erdoğan ve AKP etiketleriyle tanımlanan siyasal iktidarın gündeminin Cumhuriyete karşı siyasal İslam cumhuriyetine geçiş olarak manşete taşınması ve burada sabitlenmesi yalnızca başlıklardan biri. Eksik, hem de özünde eksik. Ne içerde ne de dışarda sermaye sınıfının bu konuda kaygısı yok, tersine emek gücü ve emekçiler üzerindeki yönetim ve denetimde kolaylık sağlayan bir iktidarla yürümenin keyfini sürüyorlar. AKP, 12 Eylül darbesi ve devamı iktidarların tüm eksiklerini tamamladı. Sık kullanılan kendi sözcükleriyle, “ne istediler de vermedi” AKP? Nihayet çok ideal buldukları başkanlı rejimine de eksik de olsa AKP’yle kavuştular. Yalnız AKP değil, sermaye de güçlü, sağlam, ayakları yere basan bir başkanlı rejim istiyor. Erdoğan’ın Mart sonunda dile getirdiği “yeni anayasa cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin tahkimi açısından fırsat” sözleri yalnızca Erdoğan ve AKP’nin güçlenme, esnek ve denetimsiz olarak daha rahat ve hızlı yönetebilme hedefini değil, sermayenin de istikrara kavuşmuş bir başkanlı rejim hedefini işaret ediyor.

Bunalımları arttıkça, enerjisi azaldıkça yeni yollar arayan sermaye sınıfı ve siyasal iktidar, 1982 darbe Anayasasından kurtulmayı başlık yaparak yeni bir anayasayı gündemde tutmayı seviyor. Birincisi istikrarı, ikincisi iktidarını sağlamlaştırmayı hedefliyor. Bu ikiliye uygun siyasal ve hukuksal ortam esnekliği ve serbestliği, kendilerine engel olmayan ama emekçileri kıskaç altında tutan hukuksallığı ve kullanımı işaret ediyor. Esneklik zaten kapitalizmin önemli ekonomik ve siyasal araçlarından biri.  

Geçmiş değişiklikleri AKP'nin tek başına gerçekleştirdiğini söylemek mümkün mü? Örneğin 2010 Anayasa Referandumu’nun onaylanmasında liberal çevrelerin desteği büyük rol oynamıştı. Diğer siyasi partiler de doğası gereği tartışmaların merkezinde yer alıyor. Sizce diğer siyasi partilerin rolünü nasıl değerlendirmeliyiz? Ayrıca liberallerin 2010’da üstlendiğine benzer bir işlevi şimdilerde yeniden üstlenmesi mümkün görünüyor mu?

Meclis içinde ya da dışında olsun düzen içi siyasi partilerin ve düzen içi siyasi faaliyetin -soru içindeki liberaller de burada tabii-, 12 Eylül’den sonra liberal, sosyal demokrat, muhafazakar, milliyetçi “dört eğilimin birleşimi” diye ortaya çıkan ANAP gibi, Türkiye siyasetinde “değişim”i işaret ederek neoliberalizmle uyumlu AKP’yi de benimsemesi hiç sorunlu olmadı bilindiği gibi. Sermaye sınıfı yanlısıydı, emperyalizmle bağı güçlüydü. Vesayet tartışmalarını buna ekleyip komünizm karşıtlığında da tavrını net koyunca bütün yağlar eridi. AKP Programında bunların hepsini okumak olanaklı. Bir yandan da Programda yazılanlarla 19. yılındaki AKP’yi karşılaştırmayı sözün ve özün tutmadığı ilginç bir çalışma örneği olarak önerebiliriz. Liberalizmin ve Sünni İslam özgürlüğünün “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” üzerine kurulu ortak yolculuğu keyiflerince devam ediyor.    

AKP’li dönemin Erdoğan’a milletvekilliği ve başbakanlık yolunu açan ilk Anayasa değişikliğinin CHP desteğiyle gelmesi, Türkiye ittifakı, yalnızca yasalarla değil Anayasayla da rahatça oynayabilmenin rehaveti ve düzen istikrarı düzen içi siyasi partilerin rolünü -örtülü ya da açık, destek vererek ya da “elimizden gelen bu” masumiyetiyle fark etmiyor- siyasal iktidara desteğe dönüştürdü. Yeni Anayasa söylemi ve tartışmalarında da tali başlıklar dışında aynı tablo gözüküyor. Cumhuriyetin niteliklerini ve bu kapsamda Anayasa’yı açıkça uygulamayan, Anayasa’ya aykırılık konusunda kaygı taşımayan bir iktidarla bırakalım anayasa yapmayı, yasa bile yapılmaz, ki bunu birçok örnekte gördük.

Türkiye'de sola da sirayet eden bir denklem vardı: "Askeri" ve "sivil" anayasa karşıtlığı. Sermaye sınıfının her iki durumda da kazançlı çıktığı görüldü. Peki işçi sınıfının yaşadıklarını nasıl değerlendirmek gerekir? “Askeri“ ve “sivil” demişken, bugün yasa değişikliklerinin tartışılma biçimleri hakkında nasıl bir yorum yapılabilir?

Anayasa ve yasaları tanımlayan temel unsur, askeri-sivil ayrımına bağlanmaz. Anayasa koyucuya bağlı kalarak anayasa okuma düşüncesi biçimsel bir durumdan öteye gitmez ve özün perdelenmesinden başka işe yaramaz. Anayasa, üretim ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin yansımasıdır ve temel unsuru sınıfsallıktır. Bunu anayasanın ekonomi politiği olarak tanımlıyoruz. Askeri-sivil ayrımı olmaksızın 1960’a kadar yürürlükte olan 1924 Anayasası tipik örnektir. Korkut Boratav’ın değerlendirdiği dönemlerle açıklarsak, “açık ekonomi koşullarında yeniden inşa” (1923-1929), “korumacı-devletçi sanayileşme” (1930-1939), “bir kesinti - İkinci Dünya Savaşı” (1940-1945), “dünya ekonomisi ile farklı bir eklemleme denemesi” (1946-1953), “tıkanma”  yeniden uyum” (1954-1960) gibi farklı dönemlerde, kapsamlı değişiklikler geçirmeden yaşamıştır 1924 Anayasası. Burjuva devletinin ve demokrasisinin hareketlerine uyum sağlama anlamında, ekonomi politiği sorun yaratmayan bir anayasa olarak da tanımlanabilir ki, dönem içindeki devletçilik uygulamalarına rağmen sermaye sınıfı büyümeye devam etmiş, işçi sınıfı yönünden kısır mücadeleler dışında gelişme hareketleri gözükmemiştir. 1937 yılındaki “laiklik”, “çiftçiyi toprak sahibi yapma” ve “ormanları Devlet tarafından idare etme” değişikliklerini anımsatarak ilerlersek, 1946’da başlayan “dünya ekonomisine farklı eklemlenme”yle birlikte, “emperyalizmin işbirlikçisi” bir rejim aynı Anayasa ile yürütülmüştür. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve NATO üyelikleri bu Anayasa altında gerçekleştirilmiştir. 1924 Anayasası, “tek partili” dönemin de “çok partili” dönemin de anayasası olmuştur. Ekonomik ve sosyal hak düzenlemelerine yer verilmemesi, farklı siyasal iktidarların aynı anayasa ile devamını kolaylaştırmıştır. 1924 Anayasası, hem “korumacı-devletçi” hem “liberal-piyasacı” ilişkilerin egemenliğine hem de ABD’nin “siyasal ve askeri yayılmacılığı”yla işbirliğine hizmet etme “marifeti”ni göstermiştir. Tıkanmanın sonuda 27 Mayıs 1960’la yolu açılan “yeniden uyum” dönemi ve 1961 Anayasası devreye girer.  

Asker ve Anayasa denildiğinde aklımıza doğal olarak 12 Eylül geliyor. 12 Eylül'ün öncesinden bugüne doğru baktığımızda yasa değişikliklerinden belli bir örüntü çıkarabilir miyiz?

1924 Anayasasını kısaca örnekledik. 1961 ve 1982 Anayasaları dönemlerini de içine alan “Anayasaların Ekonomi Politiği Üzerine” çalışma için Gelenek Dergisinin 120. sayısını anımsatarak ilerlersek, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan “sermayenin karşı saldırısı”nın, 12 Eylül darbesiyle 12 Eylül hukukuna ve 1982 Anayasasına yansıdığını görürüz. 1988’e kadar süren bu dönemleri -yine Boratav değerlendirmesiyle-, 1989-1997 arasında “finans kapitale teslimiyet ve popülizme aksak dönüş”, 1998-2009 arasında “kesintisiz IMF gözetimi ve krizler”, 2010’dan sonra da “sermayenin sınırsız hükümranlığı” olarak ayırabiliriz ki bu son dönem laikliğin tanımının değiştirilerek dinin ve dinsel örgütlerin devlete, hukuka ve siyasete yerleşmesiyle birlikte başkanlı rejimi de içerir. Anayasa yönündense, 1924’ün ve 1961’in -12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonra ağır darbeye uğratan- sınırlı sayıdaki değişiklikleriyle kıyaslandığında, 1982 Anayasası’nın -ağırlığı AKP döneminde olmak üzere- sık sık değişikliğe uğratıldığı görülür. Bitmeyen, “yeni, yeni” diye sürdürülen anayasa nakaratı bu piyasacı ve gerici düzenin çare bulunamayan felaketlerinin kılıfı olmaya devam edecek gibi gözüküyor.

Klasik anayasacılık anlayışında, toplum içinde devletin, devlet içinde de siyasal iktidarın sınırlandırılması söz konusu. AKP iktidarında bu durum tersine çevriliyor. Sermayeyi gözetip emekçi halkı baskı altında tutan, hak ve özgürlükleri sermayeye açıp emekçilere kapatan, düzen siyasetini kendi siyaset kafesinin içine sıkıştıran, dini her alanda çıkar, uyumlaştırma ve baskı aracı olarak kullanan, devletin içinde siyasal iktidarın değil siyasal iktidarın içinde yasaması ve yürütmesiyle devletin sınırlandırıldığı bir yönetim…   

AKP’yle hukuk, hukuk güvenliği ve hukuksal disiplin arasındaki ilişkinin Anayasa’yla sınırlı olmadığı yukarıda söylendi. Yasalarda, ağırlığı çalışma hukuku, ihale hukuku ve seçim hukukunda olmak üzere sıklıkla yapılan değişiklikler; cezadan medeniye, borçlar ve ticarete kadar yeniden yazılan yasalar, KHK’ler, OHAL KHK’leri, CB kararnameleri ve kararlarıyla mevzuatı bol ama hukuk güvenliği ve disiplini zayıf mı zayıf bir hukuksuzlukla karşı karşıyayız.

Bu tablodan çıkacak örüntü şu: Çalışma hukuku içindeki tüm düzenlemeler esnekliğin hakim olduğu bir kapsamla yeniden yazıldı ve emekçilerin hak mücadeleleriyle kazandıkları gasp edildi. Yazılmakla kalınmadı, kendi yasalarını sıkça değiştirdiler. Seçim hukuku, adaletsizlikler içine yerleştirilerek genel oy hakkının çalınmasına dönüştürüldü. İhale hukuku, siyaset ve çıkar ilişkilerine göre paylaşım yapılabilecek esnekliğe itildi. Sermayeye, özelleştirmeler dahil her türlü kaynak aktarımı ve teşvikler hukuksal güvence altına alındı. Laiklik yok edilerek dinsel davranış kurallarının hukuk içine yerleştirildiği karma hukuka geçildi. Etkili ve nihai denetim organı olarak yargı, hem usul hukukuyla, hem örgütlenme ve kadrolaşma hukukuyla hem de yargıç ve savcılara ödül-ceza yöntemiyle baskı altına alınarak siyasal iktidarın onay makamı haline getirildi; parlamento görev ve yetkileri budanarak, yargı beğenilmeyen kararlarıyla yok sayılarak itibarsızlaştırıldı; seçim, siyaset ve örgütlenme alanlarına yönelik karşıtlık/düşmanlık yasalarla beslenerek terörle mücadele kapsamında değerlendirildi; seçme, seçilme ve siyasal faaliyet haklarının -kayyım atama, milletvekilliği düşürme ve HDP’nin kapatılması girişiminde olduğu gibi-  yargı desteğiyle yok sayılmasına girişildi. Sözleşme hukuku yalnızca patronlara yarıyor, arabulucular ağırlıklı olarak patronlara çalışıyor. 

Hukuktaki kaos saymakla bitmiyor ama uygulamada daha karmaşık bir hal alıyor. Anayasanın da içinde olduğu hukuk kuralları isteğe, çıkara, ihtiyaca bağlı olarak kimi zaman çifte standart uygulanıyor, kimi zaman uygulanmıyor. Hukuksal ilişkilerde sorun var ve bu ilişkilerde varlığı vazgeçilmez bir unsur olan iyi niyet kurallarına da uyulmuyor. Siyasal iktidarın beğenmediği kararları veren yargıçlar hakkında soruşturma başlatması alışkanlık haline geldi.

Hukuksuzluğun yazılı olduğu pozitif  hukuk kurallarıyla sahneye konulan bir hukuksuzluk oyunu söz konusu. Bu durum hem siyasal İslama yarıyor hem de mülkiyet değişimi ve kaynak aktarımında çıkarcılığı, siyasal ve ekonomik fırsatçılığı besliyor. Hukuksuz hukuk iç çelişkileri ve çatışmaları kolayca dengelemeye, uzlaştırmaya yarıyor, sıkışmalar esnek yöntemlerle aşılıyor. TÜSİAD'ın ara ara yakındığı biraz da bu ama siyasal iktidardan memnuniyetsizliğe dönüşmüyor. Her oyun, emeği daha fazla sömürerek sermaye sınıfına ve siyasal iktidarına kazandırıyor. Hukuksal güvence isteyen sermaye sınıfının, adı yazılı olan ama Anayasa’yla aslında ortadan kaldırılan grev hakkına, emekçiler üzerindeki diğer hak gasplarına, sendikal örgütlenmedeki esnekliğe, işten çıkarmalara, toplantı ve gösteri yürüyüşleri üzerindeki yasak ve baskılara, esnek ve güvencesiz çalışma koşullarına, düşük ücrete ses çıkarmaması, kıdem tazminatına göz koyması, pandemi koşullarını fırsatçılığa çevirmesi, işsizliği yedek işgücü ordusunun kaynağı yapması hangi hukuksal etiğe ve güvenceye sığar? 

Tekrarlamadan kaçınmayarak laiklik karşılığı karşısında suskunluklarını ya da laiklik karşıtlığını kanıksamalarını defalarca vurgulamak gerekiyor. Örüntü içinde dinselliğin daldığı hukukla buna gözlerini kapatıp onay veren Anayasa Mahkemesi ve diğer yargı organları da var. Burjuva demokrasisiyle yapamadıklarını dinsellikle yapmak hem kolaylarına geliyor hem de amaçlarına ulaşmalarına yarıyor. Sınıfsal karşıtlığı kolayca perdeleyip, emekçilerin sınıfsal mücadelelerini sömürü havuzlarında kolayca eritebiliyorlar.  

Son olarak, komünistlerin ilke olarak anayasaya ve yasal düzenlemelere bakışı hakkında neler söyleyebilirsiniz? Tüm bu tabloya rağmen “komünistler anayasal cumhuriyetçidir” diyebilir miyiz? 

Komünistler burjuva düzenin içinde anayasanın cumhuriyetçi, cumhuriyetin niteliklerini eksiksiz yazan ve uygulamaya yönelik kurumsallığı yaratan, kurumsal ve kuralsal sapmalara yol açmayan, hak ve özgürlükleri sınırlandırmayan koşullara “hayır” dememekle birlikte anayasal cumhuriyetçiliği değil gerçek cumhuriyeti savunur ve gerçek cumhuriyet için mücadele ederler. 

Anayasal cumhuriyetçilik sınıflı toplumun anayasasının içinde nitelikleri yazılan cumhuriyeti tanımlar ve “kayıtsız koşulsuz” ama soyut olarak “ulus”a teslim edildiği yazılan egemenliğin kullanımını yetkili organlara bırakır ki buradaki devlet de sınıfsaldır. Her ne kadar devlet yetkisi kaynağını anayasadan alsa da egemen sermaye sınıfının bütün araçlarıyla donatılmış bir sermaye iktidarı ve onunla özdeş siyasal iktidar tarafından biçimlenip uygulandığı için sömürücü düzenin ihtiyaçları dışına çıkmaz. Marx’ın söylediği gibi, “parlamentonun varlık nedeni, başkalarını aldatmak ve böylece aynı zamanda kendi kendisini aldatmaktan ibaret” olunca güçlendirilmiş parlamenter rejime, demokratik ve laik hukuk devletine geçilse, anayasal cumhuriyete uyulsa ne olacak?

Anayasal cumhuriyeti, nitelikleriyle ve bu niteliklere uyulup uyulmadığıyla birlikte okumak gerekir. Niteliklerin belirleyicisiyse sınıfsallık. 1982 Anayasasında yazan “toplumun huzuru, milli dayanışma, adalet anlayışı, insan hakları, demokratik, laik, hukuk” kavramları ve bu kavramlarla nitelendirilen “devlet” burjuva devletini tanımlıyor. Bu niteliklere uyulup uyulmaması konusuysa, uyulmadığı Anayasa Mahkemesi kararlarıyla da belirlenmiş bir siyasal partinin 19 yıllık iktidarıyla, laikliğin çarpıtılmış tanımlarla yok sayılmasıyla, genel oyun çalınmasıyla ve seçilme hakkının gasp edilmesiyle, siyasetin sermayenin ve siyasal iktidarın alanıyla sınırlandırılmasıyla, demokrasinin adaletsizlik simgesi sandığa sıkıştırılmasıyla, emekçilerin hak ve özgürlük gasplarıyla, keyfiliğin hukuk yapılmasıyla, eşitsizlik ve adaletsizliklerle, uygulanmayan Anayasa hükümleriyle sabit.     

Anayasal cumhuriyet derken bu içeriğe ve uygulamaya/uygulamamaya, düzene, Anayasada yazan cumhuriyet ve niteliklerine karşın değiştirilen, hatta dönüştürülen cumhuriyete bütünsel bakmak gerekiyor. Ne devlet ne de hukuk kendi başlarına ve insan aklıyla açıklanabilir. Her ikisi de maddi yaşam koşullarıyla ve ekonomi politikle anlam kazanır.  

Öte yandan koşullara, siyasete ve ideolojiye bağlı olarak sınıfsal mücadelelerin sürdürülmesi ve bu mücadelelerin emekçi halkın yaşamına dokunup damgasını vurması için, yaşanılan sömürü düzeninde anayasal cumhuriyetçilik kestirilip atılacak bir alan da değil. Bu nedenle de kapitalizmin koşullarında emekçilerin eşitlik, adalet, hak, özgürlük, hukuk ve laiklik müdahaleleri, siyasal ve ideolojik örgütlü mücadeleleri hep olacaktır ve anlamlıdır.

Gerçek cumhuriyet, gerçek demokrasiye, gerçek halk yönetimine oturur ki, bu yönetim şeklinin oluşacağı yer de yapıdır; üretim araçlarının, güçlerinin ve ilişkilerinin sermaye sınıfının egemenliğinde olmadığı, sınıfsız ve sömürüsüz toplum yapısı. Komünistler, anayasaya, yasal düzenlemelere, genel adıyla hukuka bir üst yapı kurumu olarak buradan bakarlar, sınıfsal bakar ve analiz ederler. Bir yandan hukukun emekçiler üzerinde baskı aracı olarak kullanılmasına, sermayenin silahı olarak daha çok baskıya dönüştürülmesine, hak ve özgürlük gasplarına yol açmasına karşı çıkarken diğer yandan da hak ve özgürlüklerin bireyselliği aşarak toplumsal olarak hukuk içinde yer alması ve eksiksiz uygulanması, genel oy hakkının ve gerçek demokrasinin yaşama geçirilmesi konusunda mücadele ederler. Gerçek kurtuluşun yaşanacağı sosyalizme ulaşıldığı zaman, işte o zaman “Toplumcu Anayasa” uygulanacağı ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullara kavuşmuş olur.