27 Mayıs’ın kategorik bir darbe olması da, 1961 Anayasası’nın demokratik haklar ve sosyal ilişkileri düzenlemedeki olumlulukları da bu yönleriyle katışıksız halleriyle geçerler literatürümüze. Ama aslolanı karartamadan, bütün kötülüklere yalnızca bu düzenin bütünüyle yürürlükten kaldırılmasının son verebileceğini unutturamadan. Sınıfa, yalnızca ona dayanarak.

60 yıllık muhasebe konusu: 27 Mayıs

Hatırlayalım, Cemal Süreya’nın kısa Türkiye tarihini. Beş kısa şiirden oluşan bütününden, üçünü seçip alalım. Nasıl başlıyordu? “Şelaleye / Düşmüştür / Zeytinin dali; / Celaliyim / Celalisin / Celali”… Tarihsel bir olgudan çok, kavramsal bir izleğe bakacak olursak, neden bir dizi farklı örneğin yerine, 16. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın başlarına kadar süren bir “isyan” hareketinin kuşatıcı bir kimlik, bir süreklilik olarak kullanıldığına varabiliriz.

Celali isyanları, ‘âleme cevr-ü cefayı ziyade kıldılar, bu nedenle itaatlerinden çıktık” denilen Osmanlı’ya karşı, medrese öğrencilerinin, topraksız köylülerin, sipahilerin bir kesiminin başlattığı ve giderek yaygınlaşan silahlı mücadeleydi. Zor yoluyla bastırılırken, ardında, merkezî feodalitenin yatıştırıcı bazı “reform”larını da bırakmıştı.

Tarihsel olgudan değil, kavramsal izlekten devam edersek, Türkiye’nin kısa tarihinin başlangıç babı, barışın ve huzurun egemene itaatle eşanlamlı olduğu yaklaşımını şelaleye yuvarlamış, durgunlukların sadece köpürerek yuvarlanan bir dönemece kadar sürebileceğini göstermişti. Gerisi ancak isyanlarla çözülebilecekti.

Burada, konumuz gereği, bir noktaya parmak basmamız gerekiyor. Celali isyanlarının temel güçleri arasında, halktaki ve gençlikteki memnuniyetsizliği arkasına alan askerî yapının oynadığı rol dikkat çekicidir. Buna, ayaklanmayı bastırmak için Osmanlı tarafından kurulan ve silahlandırılmış köylülerden oluşan “il erleri”nin de isyancılar safına geçişi dahildir. Bu bir yerde dursun, ikinci parçaya geçelim.

“Üç anayasa / ortasında büyüdün: / Biri akasya / Biri gül /  Biri zakkum”…

Hiç kuşku yok, üç anayasa üç bitkiyle tanımlanırken, botanik özellikleri de gözetilmiştir şairce, ama buna pek vakıf olduğumuz söylenemez. 1924 anayasası, yaprakları her daim yeşil olduğu ve baklagiller sınıfı nedeniyle mi akasyadır, 1982 anayasası dinsel motiflerde de cehenneme uygun görülmüş, insanı zehirleme özelliği nedeniyle mi zakkumdur? Muhtemelen, fazlası da vardır. Ama ya 1961 anayasası? Gül? Bu bitkinin çiçeğine yönelik bütün olumlu nitelemelerin yanı sıra, tıpkı akasya gibi, dikenleri de olması bir sebep midir? Bakalım.

Çatışmadan uzlaşmaya, devrimden darbeye 

27 Mayıs, başta CHP olmak üzere, bütün düzen “sol”unun Menderes’i “demokrasi şehidi” olarak saygıyla anmaya başladığından bu yana, keskin bir tartışma odağı olma özelliğini kaybetti. Yakın zamana kadan süregelen “devrim” nitelemesi, yerini, kadife eldivenli de olsa “darbe”ye bıraktı ve bu nitelemenin bütün olumsuz çağrışımlarıyla bir yeni uzlaşmaya varıldı.

Ama marksistler, adlandırmalardan çok, olgulara bakarlar. Biçimden çok içeriğe. Ve tarihe, seçmece yapılan bir karpuz sergisi olarak değil, bıraktığı izler ve geleceğe yönelik dersleri itibariyle bütüncül yaklaşırlar. 27 Mayıs’ı, bu açıdan gündeme alırlar. Bu itibarla da, iyi ya da kötü, yaşasın ya da kahrolsun gibi konumlanmalarla fazla ilgilenmezler, nesnelliği resmederler. Sebep? Toplumlar sınıflara bölünmüştür ve iki temel sınıf vardır. Bunu gözetmeyen, üretim ve bölüşüm ilişkilerini kerteriz almayan değerlendirmeler, hükümsüzdür.

1924, 1961, 1982 birer anayasa somutluğunda kendilerini ortaya koysalar da, aslolan, onları doğuran tarihsel, sosyal, sınıfsal olgular ve sonrasıdır. Bu üçü arasında, gerçekleşme sürecinden çok, bizatihi ortaya koyduğu toplum sözleşmesi üzerinde durulan, 27 Mayıs’ın 1961 anayasasıdır.

1924 anayasası, öncülü 1921’den aldıklarıyla, özellikle 1930 ve 1933’teki düzenlemeleri ve ek maddeleriyle, emperyalist işgale karşı verilen bağımsızlık ve uluslaşma mücadelesinin, imparatorluktan Cumhuriyet’e geçişin, dinsel taassubun hâkimiyetinden laik yurttaş bilincine uzanan haklar ve görevler tanımlarının bir belgesi olarak, kurucu ideallerin ifadesidir.  Bir devlet yapılanması ve toplumsal ilişkiler biçiminin yürürlükten kaldırılması, yerini bir yenisinin alması itibariyle, diğerlerinden ayrılır. Akasyanın her daim yeşil yaprakları ve besleyici bir familyaya ait olması ise, şiirsel bir saf tutuşta geçerli olmakla birlikte, imtiyazlı ve sınıflı, kaynaşamayacak kitle olan toplumların tarihince, kaçınılmaz olarak tağyir ve tebdil edilmiştir.

1982 anayasası, 12 Eylül faşizminin, Türk-İslam sentezi ideolojisiyle sermaye sınıfının cennetini kurma, emekçi sınıfın ve solun üzerindeki tahakkümü sosyal anlaşma olarak dayatma, otoriter kurumsallaşmayı hukukileştirme manzumesidir. Darbecilerin olağanüstüyü olağanlaştırma amacının, bir zakkum nitelendirmesinin sonuç alıcılığıdır.

'Türkiye'ye bol gelen' anayasanın fonu 

Peki, sağın uzun yıllardır dile getirdiği haliyle 1982 anayasasının dibacesini oluşturan, yürürlükten kaldırılması gereken “Türkiye’ye bol gelen özgürlükler” anayasası, 1961 açısından durum nedir? İşte 27 Mayıs’ın tartışma gündeminden düşmemesini sağlayan, bu sorunun doğuşudur.

Önce, adlandırma olarak değil, olgusal olarak tanımlayalım: 27 Mayıs, ordunun, emir ve komuta hiyerarşisi içinde, parlamenter rejime el koyması, kurulu düzenin bir iktidar aracını devirmesi ve yürütücü yerini almasıdır. Bu, kategorik olarak darbedir.

Bu kategorik darbeler, rejimin tıkanıklıklarını aşmak, stabilizasyonu sağlamak için güç kullanımı anlamı taşırlar ve bunun doğal sonucu, üretim ilişkilerinde sermaye sınıfının çıkarlarını gözetirler, onun işlevsel temsilcisi olurlar.

Tam da burada başlar kafa karışıklığı. Madem bu böyledir, neden gerek sermaye sınıfı, gerek onun siyasal temsilcileri, gerek 12 Eylül generalleri, sürekli bu anayasadan yakınmış ve ilk fırsatta yürürlükten kaldırmıştır? Nedir bu anayasanın ertesinde emekçi haklarının ve mücadelesinin, sosyalist hareketin yükselişi, patronların feryadı o zaman?

O halde, önce 27 Mayıs 1960 dünyasına ve Türkiyesi’ne bakacağız.

1945’ten 1960’a iz sürersek, kefenin bir gözünde, ABD emperyalizminin hükümranlığının yükselişi durur. Truman, Marshall, McCarthy, soğuk savaş, anti-komünizm, hegemonya, sömürgeleştirmeler… ve bunun Türkiye’ye yansımaları. Kefenin diğer gözünde, buna verilen karşılık durur. Asya, Afrika, Latin Amerika’da yükselen mücadeleler, devrilen diktatörler, bağımsızlık savaşları. 1950 Kore, 1954 Mısır, Cezayir, Gine ve Nkrumah, Kamboçya, Vietnam, Laos, Küba’da Batista’nın yıkılışı, Güney Afrika… ve bunun Türkiye’ye yansımaları.

Yani, 1946’da “çok partili rejim ve seçim”e giden Türkiye’yi saran atmosfer, böyle saflaşmaları, alt üst oluşları da içeriyordu. “Tek parti”, “Millî Şef” döneminin izlerine karşı, “Yeter!” diyen ve demokrasi, sosyal adalet vadeden Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerini kazanması sonrası izlediği “küçük Amerika olma”, emperyalizme ve sermayeye dizginsiz alan açma politikaları, diğer kefeden karşılık bulmaksızın ve bunu bastırmak için diktatörlüğe yönelmeksizin pek mümkün değildi.

Amerikan nüfuzu ve antikomünizmin yükselişi

CHP iktidarı döneminde başlayan, Truman doktrini ve Marshall planıyla ABD emperyalizminin Türkiye’ye “el koyması” süreci, özelleştirmeler, sanayi planlarının iptali, ithalata ve özel yatırımlara, yabancı sermayeye teşvikler, DP iktidarında, emperyalizme bağımlı bir tarım ülkesinde “her mahallede bir milyoner yaratma” planıyla, katmerlenmişti. Sanayi daralmış, montaja indirgenmiş, tarım ve hayvancılık çökmüş ve ülke tümüyle emperyalizmin “iç pazarı” haline gelmişti. İşsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı, “milyonerlerin yaratılması”nın ayrılmaz parçasıydı. Karayolları inşa politikası, yol makinaları ve motorlu taşıtların yanı sıra, petrol ürünleriyle de emperyalizme yeni sömürü alanları yaratmıştı. IMF, verdiği borçlarla çarkını çevirmeye çalışan ülkenin ekonomisini yönetiyor, yasalar çıkartıyordu.

Ülke tümüyle ekonomide dışa bağımlı hale getirilirken ve bu sayede milyonerler yaratılırken, bunun siyasal ve askerî sonuçları olmaması beklenemezdi. ABD’nin koçbaşı olarak girilen paktlar, uluslararası sözleşmeler, Kore halkının mücadelesine karşı ABD adına asker göndermeler, 1954’teki “Askeri Kolaylıklar Anlaşması”, Suriye, Irak, Ürdün, Mısır, Cezayir, Lübnan’da emperyalistlere destek ve üsler kullandırma, çok kısa bir zamanda Türkiye’yi, dönemin yaygın söyleyişiyle ifade edersek, NATO’nun ileri karakolu yapmıştı. 1959’daki “Dolaylı Saldırı Anlaşması”yla, bir iktidarın, kendi ülkesine müdahale hakkı tanımasına kadar uzanmıştı bağımlılık.

Bütün bunların faturasını ödemek istemeyenlere karşı, dizginsiz bir baskı uygulanması kaçınılmazdı. 1951, komünistlerin, yurtseverlerin takibatı, tutuklamalar, işkenceler ve zindanlar olarak kazınacaktı tarihe. Ünlü 141, 142 ve 146’ncı maddeler daha da ağırlaştırılıyor, işçi direnişleri, miting ve grevler şiddetle bastırılıyor, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasaklanıyor, basın sansür kıskacına alınıyordu. İşçi sınıfının durdurulamayan mücadelesinin önüne kendi sendikalarını kurarak da dikiliyordu iktidar, işsizliği ucuz emek sömürüsünün bir enstrümanı olarak kullanarak da.

Bütün bunlara, gerici ideolojinin topluma enjekte edilmesi, tarikatların, cemaatlerin geliştirilmesi, Kur’an kursları, CHP döneminde başlayan kadükleştirmeye hız vererek Köy Enstitüleri’nin izlerinin silinmesi, Menderes’in “siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyeceği noktaya varması eklenince de, resim yine tamamlanmıyor.

İktidarın belki de yaklaşan hesaplaşmaya hazırlığı olarak görülebilecek son uygulaması, kurulan Vatan Cephesive buraya katılma çağrılarıydı. Bu, hâkimiyetini bir gövde gösterisiyle sağlamlaştırmanın, toplumda dışlanma tedirginliği yaratmanın, muhalefete gözdağı vermenin ötesinde, adı üzerinde bir cepheleşme örgütlenmesiydi. “Vatan Cephesi’ne katılan yurttaş”lar düzenli olarak radyo ve gazetelerden anons ediliyor, geriye kalanlar üzerinde bir korku zemini yaratılıyordu.

28 – 29 Nisan ve mor menekşe gökyüzü

Tarihsel, dokümanter olgular böyleydi iktidar açısından, Türkiye’nin 1950’den 27 Mayıs 1960’a uzanan evresinde. Bunlar, terazinin bir kefesiydi. Aynı yöntemle, diğer yöne bakalım biraz da.

İşçilerin, köylülerin, çalışan kesimlerin itirazları, özellikle gençlik hareketinde kendini dışavuruyordu öbür kefede de. Tarih 27 Nisan 1960’ı gösterdiğinde, doruk noktasına da geliniyordu…

DP iktidarının, hukuksal kurumların üzerinde bir keyfîlikle toplumsal muhalefeti bastırmasının aracı olarak kullanacağı Tahkikat Encümeni’ne olağanüstü yetkiler veren yasa tasarısı Meclis’te kabul ediliyor Ankara’da. Arbede yaşanıyor. İstanbul’da ise Tıp Talebe Cemiyeti’nin yıllık olağan kongresi var. Menderes’in ABD’nin komünizmle mücadelesi adına asker gönderdiği ülkede özgürlükleri için mücadeleyi sürdüren Koreli gençlere dayanışma telgrafı çekilmesi önerisi, polisin vahşi saldırısı için yeterli gerekçe oluyor.

Sonrası, 28 – 29 Nisan… Ceyhun Atuf Kansu’nun deyişiyle, “gökyüzü mor menekşe”dir. Polis saldırısını ve Tahkikat Komisyonu’nu protesto eylemi için İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan öğrenciler kurşunlara, coplara, gaz bombalarına karşı yumrukla, taşla direniyor, toplanıp yürüyor ve Beyazıt Meydanı’nda atlı polisleri de dağıtıyor. İşte orada açılan ateşte, Turan Emeksiz, “ders kitabı bir elinde / bir elinde başlamadan biten rüyası”yla düşüyor parke taşlara. Halkın öfkesi ve gençlere desteği, sıkıyönetim ilan ettiriyor, üniversiteler kapatılıyor.

Ertesi gün, arkadaşlarının cenazesini kaldırmalarına sıkıyönetim komutanının izin vermemesi, direnişi ve halkın desteğini büyütüyor, barikat yarılıyor.

Sonrası, çalınan bir ıslık, bitiş düdüğü gibi. Cemal Süreya’nın, kısa Türkiye tarihine dipnot olacak şiiriyle, 555 K. 5 Mayıs’ta, saat 5’te Kızılay’da. Islık, bir eski marşa, yeni sözler uyarlanmış ezgiye ait: “Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı!”

Ordunun rahatsızlığı ve sosyal düzenleme ihtiyacı

Olguları burada bırakmak, yetersizdir ve 27 Mayıs tartışmasının vereceği dersler açısından eksikler bırakır.

Gençlik hareketinin, “Türkiye’de ordunun tarihsel ilericiliği ve Kemalist damarı” tezlerinin henüz canlı oluşundan, ekonomik ve hiyerarşik açıdan tahribata uğramış subayların gidişattan duyduğu rahatsızlıktan, güçler dengesini lehlerine değiştirecek bir müttefik arayışından geçerek, CHP’nin halen düzenin ve kurumlarının içindeki otoritesinin de yönlendirmesiyle, “ordu – gençlik el ele” şiarına varması da bir vakıadır. DP diktasına karşı bunun zemininin olduğu da görülecektir zaten. “Rejim kurucu” CHP’nin geleneksel dayanakları arasında olduğundan hareketle DP yöneticilerinin, bizzat Menderes’in orduyu ve mensuplarını arka plana atar tutumları da tepkinin bir parçasıdır

Yine not düşmekte fayda var, 27 Mayıs, bütün bu bileşenlerin kesişme noktasında, rejimin gerek ülke gerek dünya çapında içine düştüğü derin krize ve sosyal hareketlenmeye karşı, ordu içinde belirleyici olmasa da varlığını sürdüren, demokrat ve bağımsızlıkçı bir damarın da “günün gereklerini ve ihtiyaçları” gözeten müdahalesiydi aynı zamanda.

Bu faktör, 27 Mayıs değerlendirmelerinde bir ağırlık noktası oluştursa da, vardığı nokta ve ideolojik girdileri açısından, ikincildir.

Celaliyim, Celalisin, Celali… Ama ortasında büyünecek, farklı nitelemeler yapılsa da, asker eli değmiş üç anayasa… İşte burada, olguların dökümünden, olguların analizine geçebiliriz. Şiirle girmişsek, bunu neden romanla sürdürmeyelim?

Varsayalım ki başka bir şey yazmasaydı Vedat Türkali, ama “Bir Gün tek Başına”yı da, kahramanı Kenan nezdinde 26 Mayıs 1960’taki intiharla bitirmeseydi, nasıl bir seyir izlerdi roman? Gençlik hareketinin içindeki yarı-bilinçli Günsel’le eylemsiz, tedirgin aydın Kenan figürü, eğer bir araya gelebilirlerse, ne tartışırlardı? “Batı’dan umudu kesip Sovyetler’e yanaşan ve bu nedenle devrilmesine ışık yakılan Menderes” tezi gündeme gelir miydi, yoksa “örgütlü sosyalistler olmazsa olmaz” mı öne çıkardı? Kenan’ı Vatan Cephesi üyeliğiyle cezalandıran ve kendine güvence arayan Nermin, ne yapardı?

Aslında yanıtları verilmiştir bunların. Ama, analizden bahsediyorsak, iki kişiliği daha çok merak etmemiz doğal. Her ne kadar onlarınki de gerçek hayattaki karşılıklarıyla biliniyorsa da. “Baba” ve Rasim. Seçilen analiz tutamakları bunlar, diğerlerinin olgusallığına karşı.

Bunlar beklesin, önce, Kenan’ın göremediği 27 Mayıs sabahına göz atalım.

Bilinir, ordunun yönetime el koyduğunu duyuran ses, Alpaslan Türkeş’indir. Genelkurmay’ın

NATO Dairesi’nde görev yapmış Amerikancı ve faşist bir subayın sözcülüğünde, ilk taahhüt de “NATO ve CENTO’ya bağlılık”tır.

Rejimin parlamenter ıslahına asker ayarı 

Millî Birlik Komitesi’nin içindeki iki eğilim, 27 Mayıs Anayasası’nın mantığını oturtmamıza yarayabilir. Ağırlıklı olarak CHP’nin telkin ettiği toplumu yatıştırmaya ve DP iktidarına tepkileri arkalarına almaya yönelik reformcu sivilleşmeyle rejimin zıvanasını oturtmak, ya da, bizzat darbe sözcüsünün de yer aldığı bir kesimin bu cunta rejimini sürdürme ısrarını kabul etmek. İkinciler tasfiye edildi. Rejimin ıslahı, parlamentoyla mümkün olabilirdi.

Başlangıç bölümünde, milletin “anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs Devrimi’ni yaptığı” ifadesi yer alan 1961 Anayasası, dünyanın ve ülkenin dinamiklerini de gözeterek, burjuva demokratik hükümler getiriyor, iktidar katında keyfîliği sınırlandırıyordu. İfade, basın, toplantı ve gösteri hakları, dernek ve sendika kurma, grev, toplusözleşme teminatları, toprak reformunun adımları, üniversite ve radyoya özerklik, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Danıştay, güçler ayrılığı ilkeleri bunlar arasında sayılabilir.

Özellikle grev hakkı, 1800’lerin ikinci yarısından itibaren kullanıldığını gördüğümüz “Ta’til-i Eşgal”, “Terk-i Eşgal” gibi yasaların sönümlendiği 1920’lerden bu yana, üstelik anayasal bir hak olarak ilk kez yürürlüğe giriyordu ki, bu, izleyen dönemin yükselen emekçi mücadelesinde çok önemli bir etkendi. Nitekim, erki devralan hükümet, 1963’te çıkardığı ek yasalarla, MBK’nın yürürlüğe soktuğu bu “bol gelen özgürlük veren” hakkı budamakta bulmuştu “rejim” adına çareyi. 274 sayılı sendikalar kanunu, 275 sayılı toplusözleşme, grev ve lokavt kanunu buna yönelikti. Köylü hareketlerinin önüne çekilen “ağa topraklarının dokunulmazlığı” setiyle birlikte, 1961 Anayasası’nın “tahammül edilemeyecek” yönleri kısa zamanda belirginleşmeye başlamıştı.

İşte uzun yıllar Türkiye sağının ve sermayesinin yakınmalarına yol açan bu en temel haklar, yoğun bir baskı döneminin ardından, devrim coşkusu yaşatmaya yetmişti. Ama, anayasanın girişinde bahsedilen “direnme hakkı”nın belli ki sadece belli kesimlerin ayrıcalığı olması ve “rejime meşruiyet kazandırma” amacı, bilince çıkmak için biraz bekleyecekti.

Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını geçerek -ki, en hararetli savunucularının bile doğal olarak yumuşak karnı burasıydı- 1961 başlarında parlamenter rejime dönüşe ve seçimlere bakarsak, 27 Mayıs’çıların, sanayi burjuvazisi ve orta sınıfların, bürokratların CHP’sinin, Adalet Partisi olarak yeniden hızla örgütlenmiş büyük ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarının  siyasal temsilcilerine galebe çalamadığını, hâkim sınıfların partilerinin dengede kaldığını görüyoruz. Koalisyon hükümetleri sonrasında ise, darbeyle devrilen partinin, bir yıl sonra iktidar ortaklığı elde etmekten, 1965’te tek başına iktidara gelişine varan gelişmeleri.

27 Mayıs olgusunu burada bırakabilir ve 1961 Anayasası’nın evrelerine bakmayı erteleyebiliriz. Çünkü, aktarım da bir yere kadar.

“Bir Gün Tek Başına”nın iki kişiliğine dönelim.

Romanın, Hikmet Kıvılcımlı’dan esinlenildiği söylenen kişiliği, devrimci, solcu gençlerin saygısına mazhar, deneyimli, birikimli ve teoriye hâkim “Baba”sı, memleketin gidişi üzerine sohbetlerinin bir yerinde, Kenan’a “Bizim yargılarımız, ülkeyi hep aştı. Bekleyelim, bir kez de ülke yargılarımızı aşsın,” der. Bu, değerlendirmelerde öngörülen seyrin dışına çıkan değişik etmenlerin devreye girişi ihtimalinden olduğu kadar, iktidar katında kendiliğinden bir rol değişimiyle, düzen dengelerinin bir yöne evrilmesini bekleyişten de söz etmedir.

Meşrutiyet’ten, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, halkın bir güç ve eğilim olarak tuvalini oluşturduğu tablonun, paspartusunu ve renklerini Jakoben öncünün belirlediği bir sürecin izdüşümüdür bu.

Tarihsel gelişme, bu müdahalelerin toplumsal yaşama etkileri ve ülkenin elde ettiği pozisyona göre ölçülür. Toplumsal dinamikler ilişkisinde ilerleme, devrim zincirinin halkasıdır ve asla önemsizleştirilemez. İşin bir yanı, bu türden Jakoben hamlelerin “biçimsel” yönüne bakar gibi yapıp aslında devrimci müdahalelere nefretlerini dışavuran liberallerle verilen mücadelede tavır almak, olgusal olarak savunmaktır. Cumhuriyet, kurucu değerlerinin ağırlıklı yönleriyle de, sosyalist hareketin tarihsel kazanımlar kefesinde yer alır. Karşıdevrimci tahribata karşı, aşmayı içeren bir doğrultuyla sahiplenilir. Dahası, sosyalistler bu açıdan en küçük kırıntıları bile değerlendirmekten imtina etmezler.

Ama onlar, yine tarihsel akışın tekrarı olanaksız dönemeçlerini de, bütün bu ilerleme içindeki sınıfsal karakteri de bilince çıkartırlar. Bu ayrı bir konudur.

Neden böyle olması gerektiğini de, romanın bir diğer kişiliği, her devrin üstte kalan adamı Rasim’in temsil ettiği sınıf ya da kast gösterir.

Nitekim, Cemal Süreya’nın kısa tarihi, şöyle biter: “Kahvede subay yok, / Bu nasıl iştir!” Gerek yoktur, iki masa ötede, Rasim oturmaktadır. Rasim özel mülkiyettir, sermaye ve ticarettir. O kahvede oturmayı sürdürdükçe, ilerlemelerin bile sıçramaya varışı yoktur.

Türkiye solunda askerciliğin derin izleri

“Türk ordusunun tarihsel ilericiliği” görüşü, 1908’den bugüne, siyasal yelpazenin değişik kesimlerinin dağarcığında, şu ya da bu oranda yer alır. Komutanlar, subaylar, askerler, bireyler olarak ele alındığında ortaya çıkabilecek tabloyla, askerî otorite bir kurum olarak ele alındığındaki tablo arasındaki farkın bulanmasına, solda da sıkça rastlanır.

Kıvılcımlı’nın Türk tarih tezlerinden Doğan Avcıoğlu’nun ön plana çıkan Yön ve Devrim dergilerinin etki alanına, nüve halinde hep varolan bu yaklaşımın, 1960’lardaki “millî demokratik devrim” stratejisinde de belirginleştiğini, ama bununla sınırlı kalmadığını biliyoruz.

Nitekim 27 Mayıs, “devrimin itici güçleri” arasında “asker-sivil-aydın zümre”nin yer alışının kanıtı gibi kullanılarak sol içinde etkisini büyüttü ve dönemin koşullarında bir toplumsal ilerlemeyi temsilden çıkıp, darbeciliğin kabulüne, dahası beklentisine kadar uzandı. Öncü parti altında örgütlenmenin teorik ve pratik açıdan cılızlığı süreci, buna elverişli zemini doğurdu.

Sosyalistlerin siyaset arenasına 1951’in yıkıcılığından sıyrılarak, işçi ve yoksul köylü tabanla kendi siyasal doğrultusunda buluşma adımları atarak, Türkiye İşçi Partisi’yle geniş aydın ve halk kesimlerini etkileyerek ve büyüyerek girmesi, 1965’te Parlamento’da azımsanmayacak sandalye elde etmesi, hızla yaygınlaşan sosyalizm perspektifinin özellikle öğrenci gençlikte ve emekçi kesimlerde onay görmesi dönemlerinde bile, bu bel bağlamacılığın derin izleri yok edilemedi. “Demokrasinin genişletilmesi ve emperyalizme karşı ikinci kurtuluş savaşı”, dönemin koşulları gereği üretilen bir meşruluk ve taban genişletme siyasetleri olduğu kadar, sınıf ideolojisinin ve sosyalizm için iktidar perspektifinin ötelenmesinin de ifadesidir.

Ordunun da bir bileşeni olduğu düzen siyasetinden, devlet katında atılacak Kemalist tarihsel geleneğe uygun ve bunun dışına çıkılmasına izin vermeyecek bir hareket beklentisi, ideolojik zedelemelerden pratikteki eylemciliğe kadar, bağımsız sınıf siyasetini akamete uğratacak girdilerde bulundu. İzleyen yıllarda, zamanın hegemonik sol hareketi TİP’in, yükselen gençlik eylemciliğine “itidal” tavsiyesiyle mesafelenmesi, parlamenter çıkış ısrarı, gençlik açısından yalnızca tepkisel bir uca çekilerek kopmayı değil, partisiz mücadele ve hareket örgütlenmeleri gibi bir geleneği de doğurdu.

Bunlar, bir dönemin özgül yapısına ilişkin, tarihsel bir momentin ifadesi olsaydı, konu burada da bırakılabilirdi. Ama bugüne kadar değişik tandanslarla sirayet edişi, devamı zorunlu kılıyor.

‘Devrimin vurucu zinde gücü’ ve işçi hareketi 

Dönemin tartışmalarında ve göreceğiz ki 12 Mart darbesi sırasında da, marksistlerce sıkça tekrarlanacak olan “ordu, hâkim sınıfların baskı aracıdır” gerçeğinin dile getirilişi, bir yönüyle bu askeri merkeze alan gelenekten sıyrılmayı ifade eder. Ama sıkça kullanılmak zorunda kalınması ise bu bakışın canlılığının işaretidir.

DİSK’in kuruluşunun ve büyüyen sınıf hareketinin 15 – 16 Haziran büyük direnişine sahne olan ülkede, sıkıyönetim ilanı da yeterince uyarıcı olamamış, ordu içindeki bazı kliklerin ve Demirel iktidarının “ordunun tarihsel devrimciliği”ne karşı giriştiği hareket olarak yorumlanabilmişti. “Devrimin vurucu gücü”yle gençliğin ve sınıfın arasını açmak içindi bunlar:

“Ordu ile devrimci gençliği, işçileri köylüleri karşı karşıya getirerek uzaktan seyredip keyfine bakma oyunudur. Böylelikle ordu, şaibeli iktidarın halka karşı politikasının savunucusu olarak gösterilecek ve ordu ile devrimci güçler arasında uçurumlar açılacaktır.”

“… sıkıyönetim ilan edilirken yapılmak istenen, işçi sınıfı mücadelesini ordu ile bastırarak, işçi – ordu çelişmesini zıtlaşma haline getirmek ve böylece, ordunun işçi sınıfı karşısında, büyük burjuvazinin yanında yerini almasını sağlamaktır.”

“Türkiye’de millîci ve devrimci bir geleneğe sahip Atatürkçü Türk Ordusu’nun varlığı, faşizmi özleyenlerin önüne dikilen büyük bir engeldir…”

1970 yılının temmuz ve ağustos aylarında, devrimci, sosyalist oluşumların farklı dergilerinde yer alan bu ifadelere örnek, çok artırılabilir.

Birincisi, ordunun sınıflarüstü bir kurum olduğu kanaatinin yerleşmişliğini, ikincisi, iktidara sahip elin kullanımına girebileceğinin kabulünü gösterir ki, bu zıtlaşma, devrimci geleneğine aykırı bir iktidara ordunun direneceği beklentisini pekiştirir.

Dönemin militan karakterli gençlik eylemleri göz önüne alındığında, bu görüşlerin, “Devrimci Güçbirliği” pratiğinde 27 Mayıs önderlerinin de yer aldığı bir düzeyde olduğunu not düşelim.

Beklenen odur ki, 12 Mart 1971’de bu tezler durulsun. Öyle olmadı. Çünkü, 9 Mart’ta yapılması beklenen, Demirel iktidarının faşizan uygulamalarına ve orduyu halkla karşı karşıya getirmesine dur diyecek MDD’ci bir “sol darbe”ydi. Genelkurmay içinde buna göre karşılıklı mevziler bile alınmıştı. Bu yöndeki söylentiler bekleyişi üç gün sonrasına taşırken, 12 Mart faşist darbesinin, ilk anda “ordu kılıcını / şalını attı” diye karşılanması da doğaldı. İşte AP’ye görevden el çektirilmişti! Ordu misyonunu yerine getirmişti! “Zinde güçler”, gidişata el koymuştu!

Sonra tarih işledi kendi rotasında ve biraz daha aydınlandı ortalık, zifirî bir karanlık ülkeye çökerken.

Darbeciliğin farklı tezahürleriyle günümüz 

O tarihten bu yana, giderek incelse, açıkça görünürlüğünü kaybetse de, tümüyle yok olmamış bu damar, her tarihsel dönemeçte, farklı tezahürlerle karşımıza çıkar. Bizi ilgilendiren yönü de budur daha çok.

Süreci özetlersek: 1960’lı yıllarda, 27 Mayıs’ın siyasal planda solun önünü açan düzenlemelerinin de etkisiyle, devletin, bir parçası olarak da ordunun niteliği konusunda marksist yaklaşım, oldukça bulanmıştır Türkiye solunda. Daha doğrusu, bir sınıf perspektifinin oturmamışlığında, Kemalizmin süren yoğun etkisiyle, şu ya da bu görüşteki mensuplarının toplamı olarak ele alınan ordu, kurumsal niteliğinden yalıtılmış, Kurtuluş Savaşı’nın ve 27 Mayıs’ın etkin gücüne, sınıflarüstü, ilerici bir rol kayıtsız şartsız atfedilmiştir. Bu nedenle, bir darbecilik eğilimi sızabilmiştir.

Bir analizde, tarih, “olduğu gibi olan şeylerin toplamı”nın ötesindedir. Darbecilik, orduculuk, 27 Mayıs’çılık gibi nitelendirmelerden çok, bunların dolayımlı etkileri anlam taşır. Bu etkilere biraz bakarsak, 27 Mayıs’ın neden hâlâ gündemimizde olduğu, buradan görülebilir.

1978 - 79 sıkıyönetiminin ya da 12 Eylül’ün bile kimi çevrelerce hayırhah karşılanabilmesi, dilekçelerle yön verilmeye çalışılması, “militarist olmayan bir ordu” keşifleri ya da 28 Şubat’ın “balans ayarı”nda endazenin kaçırılması gibi etkilerden söz etmeyelim bu noktada.

Aslolan şudur ki, bağımsız bir sosyalist doğrultu ve bunun örgütlenmesi, emekçi sınıfın iktidara taşınması, düzen değişikliği, kapitalizmin yerle bir edilmesinin zorunluluğu perspektifinin kaybolduğu her yerde, sermaye-emek çelişmesinin birincilliğinin ve her şeyi belirleyiciliğinin yitirildiği her yerde, sonsuz ve boş bir beklentinin doğmasıdır sorun. Asker ya da sivil, düzen içi bir “kurtarıcı”nın emekçi sınıfın önüne geçirilmesidir.

12 Eylül, ondan daha iyi bir seçenek olarak ANAP’ı destekletir; ANAP Demirel’leri, Çiller’leri çağırır; Refah Partisi tekrar orduya bel bağlatır; AKP, daha önce bel bağlanan ordunun mezalimini bitiren bir sivil güce dönüşür, demokrasi şampiyonu olur; günü gelir CHP, AKP’yi bitirecek tek çıkış olarak görülür; bakılır ki olmuyor, dış müdahalelere çevirilir gözler; sonra yine aynı sarmalda başa dönülür…

“Hesaplaşma” konusunda böyle sürekli bir vekalet verilebilmesi için de, ne genel doğrulardan eser kalmalıdır, ne ilkelerden, ne dünyayı değiştirme umudundan.

Ordu dahil,  düzenin değişik temsilcilerinde, içkin olmadığı bilinse de dışarıdan yüklenmiş nitelikler keşfedilerek, kötüsünün iyisine razı olma ve umut besleme, genel bir karakteristik olarak bugün karşımıza çıkıyorsa, temelinde, 27 Mayıs’ı da içeren bütün bir tarihsel sürecin açtığı izler yatar. Hep bir kötüden görece daha iyi, daha iyi olmasa bile hiç değilse farklı bir alternatifle oyalanma mirasıdır.

Sınıf perspektifi, tarihe iyiler ve kötüler olarak değil, eskiler ve yeniler olarak bakar, adlandırmalarda, kavramsallaştırmalarda, tarihsel süreçteki rolleri dikkate alır. Biçimler değil içeriklerdir konusu.

Ve bu içerik, sınıfa, sosyalist siyasal hatta getirip götürdükleriyle ilgilidir.

27 Mayıs’ın kategorik bir darbe olması da, 1961 Anayasası’nın demokratik haklar ve sosyal ilişkileri düzenlemedeki olumlulukları da bu yönleriyle katışıksız halleriyle geçerler literatürümüze.

Ama aslolanı karartamadan, bütün kötülüklere yalnızca bu düzenin bütünüyle yürürlükten kaldırılmasının son verebileceğini unutturamadan. Sınıfa, yalnızca ona dayanarak.

Sosyalizmin bayrağını, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti temelinde sermaye sınıfının iktidarına son verecek biricik alternatif olduğu gerçeğinin, bir emekçi iktidarı zorunluluğunun karartılmasına karşı yükselterek. “İlerleme”leri yoksayarak değil, ama her momentte bir odak “kötü”nün peşine takılmaya dönüşmesine ve gerçek kurtuluşun belirsiz geleceklere ertelenmesine izin vermeyerek. Bugüne razı olmayarak, geleceği isteyerek.

Celaliyim, Celalisin, Celali… Şiirin izleğinde, gelecek kuşakları dördüncü anayasa ortasında büyütmektir borcumuz, sabit fikrimiz. Emekçilerin iktidarında doğan anayasa. Ona çiçeklerden çiçek beğenin işte o zaman. Kahvede bizim subay, çayı getiren Rasim ve yargılarımızı, tasavvurlarımızı aşmış bir memleket…