Çocuklarınıza ‘soya sütü’ içirmeye hazır mısınız?

Bir zamanlar zengin tarım potansiyeliyle bifteğin ‘fakir yiyeceği’ olduğu Arjantin’in bugün soya eti yiyip, soya sütü içtiğine dikkat çeken Araştırmacı Erhan Ünal, okuyuculara 40 yılda 6 kez iflas eden Arjantin’in yakın tarihini dikkatle okumalarını öneriyor.

Yusuf Yavuz

Bir zamanlar tarımda kendi kendine yeten ülkelerin arasında anılan Türkiye bugün buğdaydan mısıra, mercimekten pirince net bir ithalatçı konumunda. Ukrayna’dan buğday, Pakistan’dan pirinç, Nijerya’dan susam, Moldova’dan ceviz ithal ediyoruz. Hayvancılıkta da durum farklı değil. Siyasi gündemin arasında kendine yeterince yer bulamayan “geçim derdi” ve sağlıklı beslenmeye ilişkin tartışmaların içeriği ve üslubu ise insanın ruh sağlığını bozacak nitelikte.

Bu tartışmaların başında ise endüstriyel tavuk eti geliyor. Ancak bir ülkenin bağımsızlığı için oldukça stratejik bir konu olan gıda ve tarımdaki uygulamalara bakıldığında yalnızca tavuğu tartışmak yeterli görünmüyor. Çünkü endüstriyel gıda üretiminde görünen buzdağının yalnızca küçük bir bölümü…

ARJANTİN'DE FAKİR YİYECEĞİ OLAN BİFTEK NASIL SOYA’YA DÖNDÜ
Biz de bu konuda dünyanın pek çok ülkesinde araştırmalar yapan, yazıp çizen, üreten ve tartışan bir tarım sevdalısı olan Erhan Ünal’ın kapısını çalıp, son dönemde görünen ve görünmeyen tarım ve gıda tartışmalarını konuştuk. Erhan Ünal, Arjantin’den Malezya’ya, Almanya’dan ABD’ye pek çok ülkede üretimden pazara tarıma ilişkin gelişmeleri yakından izleyen bir araştırmacı. Geleneksel tarıma önem veren ve kendisi de Toroslar’ın eteğindeki bir köyde küçük ölçekte üretimi sürdüren Ünal, Türkiye’deki tarım ve gıda konusunda varılmak istenen noktayı, “Türkiye halkı Cargill soya küspesi ile beslenen tavuk etlerini, Cargill mısır özü yağında kızartıp, Cargill unu ile yapılmış ekmek ile yemeli ve üstüne Cargill şekeri ile tatlandırılmış ‘Cola’yı’ içmeli. Hesap bu!” sözleriyle özetliyor ve ekliyor: “Arjantin, 1970’li yıllara kadar Güney Amerika’nın ‘tahıl ambarı’ konumundaydı. Uçsuz bucaksız meralarında (Pampa) dolaşarak beslenen sığırları ile en sağlıklı, lezzetli ve en ucuz sığır etini üreten ülkeydi. 1978’de Arjantin’i ziyaretimde görmüştüm, ızgarada kuzu pirzolası gibi çıtır çıtır pişebilen sığır pirzolaları ‘fakir yiyeceği’ idi. Menem iktidarında, ‘ultra liberal politikalarla’ ülkenin neyi var, neyi yoksa yabancı sermayeye satıldı, özelleştirildi. Her iflas ile ülke IMF ve Dünya Bankası’na daha bir tutsak oldu. Bu ortamda Monsanto dünyada ilk ülke olarak Arjantin’de GDO’lu soya fasulyesinin kitlesel ekimini dayatabildi. 1970’lerde sadece 37 bin hektar olan soya fasulyesi ekimi alanları, 2007 yılında inanılmaz bir rakam olan 16 milyon hektara çıkmış, koca ülke bir ‘soya cumhuriyetine’ dönüştürülmüştü.”

'Biz güçlü değiliz'
Tüketicilere AVM’lere tutsak olmayın çağrısında bulunan Ünal, “kimse başka yerlerden köklü çözüm beklemesin. Küresel merkez ne kadar güçlü ve örgütlüyse de bizler de sayısal olarak çok fazlayız. Aydın birey bilinçli olarak direnmeye başlarsa, bu olgu süratle yayılacak ve küresel sistemi en hassas olduğu noktadan vuracaktır” diyor.

İşte Arjantin’in son 40 yılının iyi incelenmesi gerektiğini vurgulayan araştırmacı Erhan Ünal’ın gözünden, tavuktan soyaya Türkiye’nin tarımsal analizi…

Siz uzun yıllardır geleneksel tarım üretimi ve endüstriyel üretim arasındaki farklılıkları çok yönlü olarak araştırıyor ve yazıyorsunuz. Son günlerde başta tavuk olmak üzere süt ve endüstriyel gıdalar konusundaki tartışmalar yeniden gündeme geldi. Bu konudaki tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Endüstriyel tavuk yetiştiriciliği, gerçekten zor durumda. Yirminci yüzyılın başlarından bu yana, adım adım geliştirilen ‘endüstriyel kanatlı hayvan yetiştiriciliği’ yöntemleri, günümüzde tam bir garabet halini almış durumda. Dolayısı ile konuyu bilen ve takip edenler haklı olarak bu olumsuz gidişe pek çok açıdan eleştiri getirmekte, tüketiciyi olası riskler ve oluşmuş tehlikeler üzerine uyarmaya çalışmaktalar. Ortada bilgi ve analizlere dayanan haklı eleştiriler, iyi niyetli uyarılar var. Kaldı ki konu milyonlarca tüketici için yaşamsal öneme sahip. Hele çocuklarımız açısından konuyu ele alırsak durum, daha bir ciddiyet kazanmakta. Milyonlarca insanın sağlığını ilgilendiren bu konuya ciddi olarak yaklaşan ve aydınlatıcı bilgilerle katkıda bulunmak isteyen herkese saygı duymak gerekir.

Günlük geçim derdinde oradan oraya koşuşturan insanların, endüstriyel gıda üretimi üzerine kaygılanmaları sizce gereksiz mi? Bu insanların beslenme konusundaki sorunlar üzerine bilgilenmek hakları değil mi?
Kaygılar kesinlikle haklı ve yerinde. Mızrak çuvala sığmaz hale geldi. Endüstriyel Gıda Üretimi’nin paydaşları ne yapsalar, gerçeklerin üstünü örtemiyorlar. Bu konudaki tartışmalar dünyada çok yaygın ve kapsamlı hale geldi. Türkiye’yi bir cam kâsenin altında izole etmeleri mümkün değil. İnsanlar kendilerinin ve çocuklarının geleceğini birinci derecede ilgilendiren böylesi yaşamsal bir konuda gelişmelerin farkında olamayacaklarsa, gerisinin hiç önemi kalmaz.

Gıda endüstrisi eleştirilere karşı nasıl bir yaklaşım gösteriyor. Sizce bu oluşmakta ve gittikçe yoğunlaşmakta olan haklı tüketici baskısına karşı ne gibi bir strateji takip ediliyor?
Ah… Tavırlarına ‘yaklaşım’ denilebilir mi, bilemiyorum. Bir yandan tamamen samimiyetsiz olarak eleştirileri toptan reddediyorlar. Öte yandan eleştirileri dile getiren insanları, ‘körkütük cahil’, hatta ‘insanları proteinsiz bırakmak isteyen kötü niyetli yaratıklar’ ilan ediyorlar. İnsan şaşırmadan edemiyor. Ya benim gibi insanlar, yıllarını araştırma yaparak değil de ‘Büyük Sahara’da kertenkele avlayarak’ geçirmişler ve dünyadan haberleri yok. Ya da gıda endüstrisinin ‘paydaşları’ kendilerini Mars’ta zannediyorlar. Aramızda bu derece anlamsız bir uçurum var… Stratejilerine gelince, dudak bükmemek çok zor. Bir ‘uzmanlıktır’ tutturmuşlar gidiyor. Neymiş uzman? Akademik olarak Prof. Dr. unvanına sahip olmakmış. ‘Uzman olmayanlar konuşmasın!’ diyorlar. Sanki üniversiteler, sermaye sahiplerinin çelik kasaları gibi. Evrensel olan ‘bilgi’ orada kilitli ve emniyet altında. Sadece akademisyenler o kasadaki değerlere ulaşabiliyorlar ve diğer insanlara da bu ayrıcalıklı uzmanlara sadece alkış tutmak düşüyor. Stratejinin bir diğer ayağını da yine bu uzmanların, gıda endüstrisine yöneltilen eksik ve hatalı eleştirilere, şevk ve zevkle oluşturdukları karşı saldırılarında görüyoruz. Bir hatalı eleştiriye cevap verirken, ‘fırsat bu fırsat’ diyerek aslında dile getirilmemiş, fakat olduğunu var saydıkları ya da kendilerinin bizzat uydurdukları hurafe ve dedikoduların tümüne birden ver yansın ederek, tüm gıda sektörünü bir kerede tertemiz yıkama gayretine giriyorlar.

‘BAZI UZMANLAR GIDA ENDÜSTRİSİ’NİN PAYDAŞI’

Sizin deyiminizle sözünü ettiğiniz ‘uzmanlar’ ne söylüyorlar bu konuda?
Uzmanların dile getirdikleri en önemli stratejik talep ise demokrasi ve toplumsal barış açısından epey tehlikeli bir beklenti. Eğer buna strateji denilebilirse tabii. Talepleri: ‘hukuksal korunma.’ Ülkemizde, ‘devletin kanatları’ altında palazlanmış olan ‘milli sermayenin’ korunma refleksi onları, biraz sıkıştıklarında ‘devlet baba koru bizi!’ diye bağrışma kolaylığına bağımlı kılmıştır. Görülüyor ki gıda endüstrisinin paydaşlarından olan ‘bazı uzmanlar’ da bu kolay yolu yeğliyorlar ve kendilerinin dışındaki araştırmacıların ve farklı dallarda eğitimi olan akademisyenlerin görüş bildirmesini, ortaya yeni bilgi ve savlar sürmelerini, hukuksal engellerle önlemek istiyorlar. (Bu konudaki talepleri okurlar yukarıda bağlantısını verdiğimiz yazının son bölümünde görebilirler.) Kısacası bir kalkan olarak taşıdıkları, ‘akademik etiketleri’ onlara yetmemiş olacak ki ikinci bir kalkan olarak da ‘hukuksal koruma’ talep ediyorlar. Bu ne biçim bir şımarıklıktır?! Amaç kendileri dışında herkesi susturmak, insanlarımızı tek boyutlu sözde bir ‘bilimsellik’ borazanı ile yönlendirmek. Yağma yok!

Uzmanların beklentileri sizce tek yanlı devlet koruması mı?
Kendileri öyle yazıyor… Kaldı ki bazı televizyon programlarında aynı talebin kendini uzman kategorisinde tanımlayan kişilerce dile getirdiklerine de şahit oldum. Söyleşinin başında söyledim, zor durumdalar diye. Yıllarca ülkede hakim geleneksel tarımın, küresel merkezlerin plan ve isteklerine uyarak endüstriyel tarıma dönüştürülmesine çanak tutmuşlar. Kırsalda yaşayan, bir yandan bu ülkeyi beslerken kendilerine de yeterli olabilen, milyonlarca çiftçi vatandaşımızın şehirlere göçüne ve üretkenlikten tüketici konumuna düşmelerine sebep olmuşlar. Şimdi de birileri çıkmış, halkımız açısından çok tehlikeli sonuçlara doğru yol alan, endüstriyel tarım ve hayvancılığın ülkemizdeki güncel yapısını, bu yapının oluşumunu, ardındaki güçleri ve bütün bunların sonucu olan gıda maddeleri üretimini eleştirisel olarak irdelemeye başlıyor. Çok huzursuz oluyorlar. Bu durumun uyara bileceği toplumsal farkındalık, endüstriyel tarım ve gıda üreticileri ile onların tüm paydaşları açısından çok tehlikeli.

Ne tür bir tehlike sözünü ettiğiniz?
Eğer halkın ilgisi bu konulara artar ve oluşacak olan farkındalığın sonucu, geniş halk kesimlerinde (ki onlar bu kesimlere ‘kitle/yığın’ diyorlar) tüketimde tavır değişikliklerini tetiklerse bu sonuç, tüm bunların ardındaki itici güç olan küresel sermaye sahipleri açısından çok can acıtıcı olur. Görülüyor ki küresel sermayenin ülkede ‘ganimetten’ göreceli olarak daha fazla pay sahibi olabilen yardımcı ve paydaşları ‘aman kitle uyanmasın!’ diye çırpınıyorlar.

HALK CARGİLL’E MAHKUM OLSUN İSTENİYOR

Yem konusunu da kısaca açar mısınız?
Dünyada en büyük yem üreticisi Tayland’da CP Group (Charoen Pokphand Group) dur. ‘Ne alaka, Tayland’da bu kadar çok mısır ve soya fasulyesi yetişiyor mu?’ diye soranlar olabilir. Tabii ki hayır! CP Group’a yem için gerekli mısır ve soya (büyük oranlarda GDO’lu) küspesini tedarik eden stratejik ortağı Cargill’dir. Bu yem ile yetiştirilen, endüstriyel üretim kanatlı hayvan etlerini satın alıp işleyip, Japonya ve Avrupa’da piyasaya süren de Cargill’dir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ortada tıkır tıkır işleyen bir ‘al gülüm ver gülüm’ tezgahı ve milyarlarca dolarlık ‘Big Business’ düzeni var. CP Group Türkiye’de de ‘CP Piliç’ adı altında aktif. Cargill’in Türkiye’deki stratejik ortağı ise Ülker! Cargill ve Ülker, Türkiye’de beraberce sadece para kazanmıyorlar. Daha da önemlisi, Türkiye gıda üretimini ve dağıtım sistemini küresel planlar doğrultusunda ve uzun vadeli olarak yeniden yapılandırıyor ve kilit üretim birimlerini kontrol altına alıyorlar. Kısacası onlara kalırsa, tüm Türkiye halkı Cargill soya küspesi ile beslenen tavuk etlerini, Cargill mısır özü yağında kızartıp, Cargill unu ile yapılmış ekmek ile yemeli ve üstüne Cargill şekeri (fruktoz’u) ile tatlandırılmış ‘Cola’yı’ içmeli. Hesap bu!

Aktardıklarınız çerçevesinde Türkiye'deki tüketiciler nasıl bir kıskacın içinde olduklarını farkındalar mı?
Pekçok kimse bir şeylerin çok da düzgün gitmediğinin farkında. Gıda ve beslenme konusu çok hassas bir konu. İnsanlar konuyu anlamak için yaklaşırken bile ‘sıcak çaydanlığı tutar’ gibi çekinceli davranıyorlar. Arada sırada açıklayıcı kitaplar çıkıyor ve eleştirisel makaleler yayınlanıyorsa da bunların geniş çevrelere ulaşabildiğini zannetmiyorum. Tv programlarında ise kimsenin kalıcı bir sonuç çıkartması mümkün olmuyor. Konuyu bilenler ise ya halka ulaşamıyor ya da korkup susuyor, susturuluyor. Dönen çarklar çok büyük. Eskiden çok parayı tarif eden bir deyim vardı, ‘eşek yüküyle para’ denirdi. Günümüzde bu deyim yetersiz kalır, herhalde ‘kamyonla götürüyorlar’ demek daha gerçekçi olur. Açıkçası konu ‘Big Business’ olunca kimin umurunda bir annenin, yavruları için endişe içerisinde çırpınması. Bu şartlarda insanlar iyi organize sisteme nasıl müdahil olunur bilemiyorlar ve kapalı bir sosyo-ekonomik sistem içerisinde çırpınıyorlar.

ARJANTİN’DE 'FAKİR YİYECEĞİ' OLAN PİRZOLA SOYA ETİNE DÖNDÜ

Arjantin, 1970’li yıllara kadar Güney Amerika Kıtası’nın ‘tahıl ambarı’ konumunda olan bir ülkeydi. Geniş bir tarımsal ürün çeşitliliği vardı. Uçsuz bucaksız meralarında (Pampa) dolaşarak beslenen sığırları ile en sağlıklı, lezzetli ve en ucuz sığır etini üreten ülkeydi. 1978’de Arjantin’i ziyaretimde görmüştüm. Izgara da kuzu pirzolası gibi çıtır çıtır pişebilen sığır pirzolaları ‘fakir yiyeceği’ idi. Önce bir askeri darbe Arjantin’in sosyal yapısını darmadağın ederken ekonomik açıdan liberal ekonomik yapılanmaların önünü açtı…

Ardından 1989 ile 1999 yılları arasında bir kasırga gibi ülkeyi darmadağın eden Carlos Menem iktidarında, ‘ultra liberal politikalarla’ ülkenin neyi var, neyi yoksa yabancı sermayeye satıldı, özelleştirildi. Birkaç kere Arjantin Devleti iflas etti ve halkın birikimleri bankalarla beraber uçup gitti. Her iflas ile ülke IMF ve Dünya Bankası’na daha bir tutsak oldu. Bu ortamda Monsanto dünyada ilk ülke olarak Arjantin’de GDO’lu soya fasulyesinin kitlesel ekimini dayatabildi.

Sonra neler yaşandı Arjantin’de?
İlk anlarda giren bir miktar para kurtuluş ışığı gibi geldi ama, Süleyman Demirel’in deyişi ile ‘armudun büyüğünün heybede olduğu’ çok geçmeden anlaşıldı. 1970’lerde sadece 37 bin hektar olan soya fasulyesi ekimi alanları, 2007 yılında inanılmaz bir rakam olan 16 milyon hektara çıkmış, koca ülke bir ‘soya cumhuriyetine’ dönüştürülmüştü. Gıda üretimi önemli miktarlarda gerilemiş, örneğin halkın beslenmesinde önemli yeri olan pirinç, mısır, mercimek ve et yüzde 40’lara varan oranlarda azalmış, temel gıda maddelerinin fiyatları yüzde 100 ila yüzde 200 oranlarında artmıştır. Azalan gıda maddeleri üretiminin boş bıraktığı alanı GDO’lu soya ile doldurmak kaçınılamaz hale gelmiştir. Ve herkese uyarı olacak son aşama: Arjantin’de geniş halk kesimleri artık, et yerine ‘soya bifteği’ ve süt yerine ‘soya sütü’ tüketmeye özendirilmekte. Ülkede dar gelirlilerin yaşadığı bölgelerdeki çocuk yuvalarında artık soya sütü dağıtılmakta, fakir mutfaklarında ‘soya çorbası’, hastane ve bakım evleri mutfaklarında soya yemekleri pişirilmekte. Çaresizlik soya çılgınlığına dönüşmüş ve özellikle geniş halk kesimlerini tek düze soya fasulyesi üzerine yapılandırılmış bir ‘yemleme’ sistemi ile kontrol altında tutmaya çalışmaktalar. Bkz: (Marie Moniq Robin ‘Mit Gift und Genen’ Sayfa: 379 -382. Goldmann Verlag, München.)

Özetlersek: Arjantin, küresel tarım konzernleri, onların yol açıcıları İMF ve Dünya Bankası’nın baskı ve dayatmaları ile endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinin yem ihtiyacını karşılamak için muazzam bir soya fasulyesi üretim alanına dönüştürülmüş, bu güzel ve zengin ülkenin cana yakın insanları, bu uğurda sahip oldukları pek çok şeylerini yitirmişlerdir. Daha geçenlerde Arjantin Devleti’nin yeniden iflas noktasına geldiğini okudum. Sanırım bu kez 1970’lerden bu yana altıncı iflas olsa gerek…