"Anadolu'da tarım uzun zamandır kapitalist"

Aynı zamanda Üniversite Konseyleri Derneği Genel Sekreteri olan Dr. Nevzat Evrim Önal'la yeni çıkan "Anadolu Tarımı'nın 150 Yıllık Öyküsü" kitabı vesilesiyle Anadolu'da tarımın geçmişine ve bugününe dair sohbet ettik.

Anadolu Tarımı’nın 150 Yıllık Öyküsü isimli kitabınız geçtiğimiz hafta Yazılama Yayınevi’nden satışa çıktı. Neden bir çalışma konusu olarak tarımı seçtiniz ve bu kitapla ne amaçlıyorsunuz?
Tarım bir yandan insanlığın varlığı ve sağlığı açısından en önemli sektörlerden biriyken, diğer yandan sermaye kârlılığı açısından pek çok diğer sektöre göre daha az cazip olduğu için bir üvey evlat muamelesi görüyor. Bu, bugün gelinen nokta ancak Anadolu’da kapitalist üretim ilişkilerinin boy atma ve modern sınıfların oluşma sürecinde tarım kesimi çok önemli bir konuma sahip. Ben Türkiye burjuva sınıfının maddi zeminini oluşturacak olan ilkel birikimin 19. yüzyıl itibariyle kırsal eşrafın, yani kırsal alanın önde gelenlerinin elinde birikmeye başladığını düşünüyorum. Bu birikim, toprakta özel mülkiyetin yasal hale geldiği 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile ete kemiğe bürünüyor ve o tarihten itibaren gerek köylülüğün ürettiği zenginliğe türlü yollarla el koyarak, gerekse özel mülkiyet altındaki toprakları genişleterek büyüyor ve gelişiyor. Bu kırsal zenginler, Kemalist devrimin sınıfsal destekçilerini oluşturuyor ve devrimle birlikte ülke yönetiminde büyük ölçüde söz sahibi oluyorlar. Bu tarihten itibaren Türkiye kapitalizminin gelişmesinin, bu sınıfsal yapının burjuvalaşma süreci olarak izlenebileceğini ve toprak sahiplerinin burjuvalaştıkça kendi kırsal mülklerine yabancılaşarak topraktan koptuklarını düşünüyorum.

Bu süreç, 20. yüzyılın son çeyreğine girilirken büyük ölçüde tamamlanıyor ve 12 Eylül darbesinin ardından uygulamaya konulan neoliberal ekonomi politik çerçevesinde büyük sermaye tarımı iyiden iyiye dışlıyor. Sermayenin tarıma olan ilgisi kayboldukça, bekleneceği üzere bilimin de, siyasetin de bu kesime olan ilgisinde bir aşınma oluyor ve tarıma olan ilgi de kayboluyor.

Ben bu çalışmayı (hem kitaba temel teşkil eden doktora tezimi, hem de kitabın kendisini) iki amaçla yürüttüm. Bunlardan birincisi Marksist-Leninist teori ve ideolojinin tarıma yönelik tezlerinin Türkiye özelinde bir kez daha yeniden üretilmesiydi. Bunun bugüne dek yeterli derinlikte yapıldığını düşünmüyorum. İkincisi ise, tarım kesiminin sorunlarını ve bunlara yönelik ekonomik ve siyasi tartışmaları ülkenin olmasa da sol siyasetin gündemine bir kez daha sokmaktı. Sonuçlarını göreceğiz.

Dolayısıyla kitabınızı bir iktisat tarihi çalışması olarak değerlendirebilir miyiz?
“Tarih”ten kastınız, geçmişle bugün arasındaki süreklilik ve kopuşu diyalektik çerçevesinde inceleyen bir tarihsel materyalist bakış ise, evet diyebiliriz. Ancak iktisat tarihi çoğunlukla olmuş bitmiş, ya da olmuş ve bitmiş olduğu zannedilen iktisadi fenomenleri ele alır. Ben bu çalışmada 150 yıllık bitmemiş bir süreci ele alıyorum. “Anadolu tarımının kapitalistleşmesi” olarak adlandırılabilecek süreç, çok önemli aşamalar kaydetmiş olsa da, bugün tamamlandığını söylemek mümkün değil. Diğer yandan, zaten süreçler asla “tamamlanmaz”, ancak eşikler atlarlar. Ben bu açıdan Anadolu tarımının uzun yıllar öncesinden bu yana kapitalist olarak tanımlanabileceğini ancak köylülüğün topraktan kopması ve toprak mülkiyetinin merkezileşmesi gibi kimi başlıklarda halen dönüşümün sürüyor ve daha uzun yıllar da sürecek olduğunu düşünüyorum.

Kitabınızın uzunluğu 200 sayfanın biraz üzerinde. 150 yıl için 200 sayfa çok kısa değil mi?

Bu, kitabın sistematiğine yönelik beklediğim bir eleştiri ve önsel olarak kitabın önsözünde bunu yanıtlamaya çalıştım. Şöyle açıklamaya çalışayım: 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden biri olan, belki de en önemlisi olan Edward Hallett Carr, “Tarih Nedir?” kitabında tarihçiliğin özünün, sonsuz sayıdaki olgu içinden açıklayıcı nitelikte belirli sayıda olgunun seçilmesi ve bunların etrafında tezler oluşturulması olduğunu söyler. Ben, ekonomi politiğin de benzer bir sistematiğe sahip olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir tarihsel dönemde, ele alınan meseleyi etkileyen sayısız faktör, olay ve süreç olabilir, ancak bunların içinde başat ve belirleyici olanların sayısı sınırsız değildir. Ben, “Anadolu tarımının kapitalistleşmesi” olarak tanımladığım temel meselenin, 150 yıl boyunca farklı dönemlerde farklı faktörler tarafından etkilendiğini, ancak doğru bir dönemlendirme ile her dönemin başat belirleyici faktörler etrafında sadeleştirilebileceğini düşünüyorum. Bu yüzden 200 sayfa bence kısa değil yeterli. Eğer amacım açıklayıcı olanı öne çıkartmak değil önemli, az önemli ve önemsiz tüm faktörleri ele almak olsaydı, 200 değil 2 bin, hatta 20 bin sayfa dahi yeterli olmazdı ancak olguların önem hiyerarşisinin önemsenmemesi eğiliminin postmodernizmin bilime verdiği en büyük zarar olduğunu ve bununla mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Az önce bir “ilgisizlik” tespitinde bulundunuz. Bunu açar mısınız?

Sermayenin neoliberalizmle birlikte tarıma olan ilgisini yitirmesi çok anlaşılır bir durum, devlet politikalarının bu çerçevede sadece piyasalaştırmaya yönelik bir nitelik kazanması da aynı derecede anlaşılır. Ancak akademik faaliyetin Türkiye tarımının yaşadığı dönüşümü görmezden gelmesi anlaşılabilir değil. Türkiye’de hâlihazırda tarım çalışan bir avuç akademisyen var, bunların önemli bir kısmı da organik tarım, çevre gibi kanımca tali olan konulara fazlasıyla kafa yorum, tarımsal dönüşümün Türkiye’nin sınıf mücadelesi içerisinde nereye oturduğu ile hiç ilgilenmiyorlar. Aralarında bu konuya ısrarla dikkati çeken ve kitabımın sunuş metnini kaleme alma nezaketi gösteren Korkut Boratav hocamın da bulunduğu az sayıda akademisyeni bu değerlendirmenin dışında tutmak istiyorum. Ancak meselenin özünü verimli biçimde tartışmıyor olduğumuz çok açık.

Biraz da güncelden bahsedelim. Türkiye’nin güncel tarım politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İki süreç yan yana ilerliyor. Bir yanda devlet tarafından atılan her adım tarımın daha fazla piyasalaşmasını getiriyor. Bu, piyasa koşullarında tutunamayan köylülüğün topraktan kopması ve tarım topraklarının önemli bir kısmının ya boş kalması, ya da bankacılık sistemi dolayımında merkezileşmesini getiriyor. Diğer yanda ise AKP’nin destekleme politikaları, başka pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da devleti vatandaşını kollayan değil, kuluna sadaka veren bir konuma getirdi. Eskisine göre düşük, ancak üretim yapmayı zorunlu kılmayan destekler sayesinde kıt kanaat geçinen, üretimle fazla ilişkisi kalmamış bir köylü tipolojisi güçlendiriliyor ve AKP'nin sadaka ekonomisi ile iktidar destekçisi olarak kırda tutuluyor. Ancak bu üretmeden varolma halinin de geçici olduğunu düşünüyorum. Son on yıl içerisinde tarım topraklarının bir üretim aracı olarak önemi yeniden kavranmaya başladı ve emperyalist sermaye grupları bağımlı ülkelerde büyük miktarlarda tarım arazisi satın alıyor. Ben son oluşturulan havzalar sistemi de dâhil olmak üzere AKP’nin tüm tarım politikalarının yabancıların toprak tercihleriyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Yabancı sermaye grupları, bilhassa da İsrail ve Arap sermayesi Türkiye’den tarım toprağı almak için sıraya girmiş durumda ve ben bunun sosyalistler açısından çok önemsenmesi gereken bir durum olduğunu düşünüyorum.

Yani başat belirleyen emperyalizm…

Bu, sadece şu an değil, Anadolu tarımının 150 yıllık kapitalistleşme sürecinin pek çok dönemi için dile getirilebilecek bir tez. Gerek Osmanlı Anadolusu, gerekse Türkiye hep emperyalizmin özel ilgisine mazhar oldu ve bu topraklarda yaşanan hemen her iktisadi ve siyasi dönüşüm emperyalizmin gölgesi altında gerçekleşti. 12 Eylül’ün emperyalist bir komplo olduğu aklı olan herkesçe malumdur, peki Osmanlı Anadolusu’na imtiyazlı olarak İngiliz, Fransız ve Alman şirketleri tarafından döşenen, dokundukları her yeri Avrupa piyasalarına eklemleyen demiryolları ya da 1948 yılında 1750 olan traktör sayısını 1958 yılında 42 binin üzerine çıkartan Marshall Planı emperyalist bir müdahale değil midir? Bugünün dünyasında emperyalizm apaçık biçimde bir olgu olarak ortadadır. Emperyalizmin etkisini yadsıyan bir düşünsel çerçeve olsa olsa liberal bir yanılgıdır ve bilim dışıdır. Bizim, sosyalistlerin konuya bakışı eğer devrimci olacaksa, öncelikle bilimsel olmalı diye düşünüyorum.

Sizce sosyalizmin tarıma bakışı ne olmalı?
Dediğim gibi, öncelikle bilimsel ve gerçekçi olmalı. Bugün gelinen noktada Türkiye’de köylülüğün bağımsız ya da az bağımlı bir sınıf olarak varlığının hayli tartışmalı hale geldiğini, köylülüğün önemli bir kısmının artık işçileştiğini, köylerde kalanların çok yaşlı bir toplamdan ibaret hale geldiğini görmemiz lazım. Köylülüğün çözülüyor, topraktan kopuyor ve işçileşiyor olması kapitalist üretim biçiminin tarıma yönelik doğal bir sonucu ve bize düşen bunu geriletmek için değil, bu işçileşme sürecinden açığa çıkan sınıfsal enerjiyi devrimci bir hatta doğru örgütlemek olmalı. Aynı konu yabancılara toprak satışı başta olmak üzere tarım sektörüne halkın çıkarlarına aykırı her türlü AKP müdahalesi için de geçerli. Tüm bu başlıklar, bütünlüklü bir devrimci programın parçası haline getirildiğinde anlam kazanıyor. Bu sebeple kitabın son kısmında “nasıl bir tarım programı?” sorusunu ele almaya çalıştım.

Son tahlilde tarım sorununun, Türkiye’nin sosyalistleri için halen çok önemli olduğunu ve bu önem gözetilerek, derin bir düşünsel emek çerçevesinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu kitapta da bu yönde bir katkı koymaya çalıştım.

(soL - Ekonomi)