Peter Mayo yazdı: Muhafazakâr–neoliberal ittifak ve Gezi direnişi

Protestolar göz yaşartıcı gaz, biber gazı, tazyikli su, plastik mermi ve polis şiddetinin çok yaygın olarak kullanıldığı, bu çok sert faşist yöntemlere karşı yapılıyor. Boğazın iki yakasındaki çeşitli yerelliklerde ve özellikle büyük şehirlerde yapılan bu eylemler, eşi benzeri olmayan bir ölçekte gerçekleşiyor.

PETER MAYO
COUNTER PUNCH – 10 Haziran 2013
Çeviren: Mert Çelikbilek

Yeni sağ siyaset genellikle ABD tarafından yürütülen neoliberal politikalarla muhafazakar değerlerin bir karışımı olarak tanımlanıyor. İngiltere'de bunu sanayisizleştirme, piyasanın yaygın hükümranlığı ve eski Viktoryen muhafazakâr değerlerle kendini gösteren bir neoliberal ekonomi olarak da tanımlanabilecek Thatcherizm biçiminde gördük. ABD’de Reagan, baba Bush ve bağnaz Hıristiyan politikanın iyi kurulmuş neoliberal öğelerle yan yana yürütülmesinin öncülüğünü yapan oğul Bush dönemlerinde de benzer durumlar hakimdi. Binlerce insanın sokaklarda karşı koyduğu, İslamcı ve sekülarizm karşıtı öğelerle ABD merkezli neoliberal kapitalizmin ittifakına dayanan bir yönetim anlayışına sahip olan Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP hükümeti de Türkiye'yi benzer bir rotaya sokmuş durumda.

ABD destekli 1980 askeri darbesi ve 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı gibi örneklerde görünen kapitalizmin, özellikle neoliberal kapitalizmin kanlı tarihi ve vahşi doğası şimdi de Türkiye'de varlığını hissettiriyor. Geçtiğimiz birkaç haftada bu konuda bir tırmanış yaşandı. Önce 11 Mayıs Cumartesi günü Suriye sınırındaki Reyhanlı'da 51 kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan patlamaların ardından, patlamalara hükümetin sebep olduğunun iddia edildiği protestolara şahit olduk. O sırada yabancı bir arkadaşım ve Türkiye'den meslektaşlarımla katıldığım bir konferans için Ankara'daydım ve Ankara Üniversitesi'nde medyadaki sansüre karşı düzenlenen barışçıl bir öğrenci eylemine katıldım. Ertesi Cumartesi yine Ankara'da, benzer protesto gösterileri sırasında polis, konferanstaki önemli konuşmacıların da aralarında bulunduğu eylemcilere karşı göz yaşartıcı gaz kullandı. Çok yakın bir tarihteyse bu neoliberal–İslami senaryoya karşı, kamuya açık bir alan olan, İstanbul’daki Gezi Parkı’nın çevresinin kapatılmasıyla tetiklenen bir başka protesto gerçekleşti. Bu sırada İstanbul'da Türk Havayolları çalışanlarının işten atılmalarına karşı düzenlenen grev ve protestolar da sürüyordu.

Türkiye’deki bir üniversitede birlikte çalıştığım bir yüksek lisans öğrencimin gözlemlediği üzere, AKP'nin kamusal alanın iş adamlarına satılmasını da içeren bu neoliberal politikası, kısmen inşaat sektörüne, kısmen de insanların mahallelerinden edildiği kentsel dönüşümü sağlayan gayrimenkul spekülasyonuna dayanıyor.

Öğrencimin Facebook’ta paylaştığı, öğretmenlerinden birinin yorumu şöyleydi: “Kendi evimin sahibi olamayacağım için ya da son on yıldır kulaklarım Ağaoğlu'nun reklamlarıyla çınlarken 25 yıl boyunca eşek gibi çalışmak zorunda olduğum için baş kaldırıyor olabilir miyim?”

Türkiye halkının gücü
Bunun yanında Tunus, Mısır, Avrupa, Güney Amerika (örneğin Şili'de Pinochet'ye karşı eğitim sistemi ile ilgili yapılan protestolar) ve ABD'de (öğrenci eylemleri ve Occupy hareketi) açıkça ortaya çıktığı gibi “halkın gücü”nün tezahürünü görüyoruz. Her ne kadar bu gücü harekete geçiren kaynak dijital teknoloji olsa da hareket, parklar ve sokaklar gibi fiziki kamusal alanlara da yayılıyor. İnsanlar bu alanları geri kazanmak için yalnız ve rahat köşelerini, bilgisayarlarını terk ediyorlar.

Türkiye'deki protestolar göz yaşartıcı gaz, biber gazı, tazyikli su, plastik mermi ve polis şiddetinin çok yaygın olarak kullanıldığı, bu çok sert faşist yöntemlere karşı yapılıyor. Boğazın iki yakasındaki çeşitli yerelliklerde ve özellikle büyük şehirlerde yapılan eylemler, eşi benzeri olmayan bir ölçekte gerçekleşiyor. Basında yer alan resmi bir bilgiye göre, 81 ilin 78'inde protesto düzenlendi. Dolayısıyla bu 78 ilin içinde tüm büyük şehirlerin yanı sıra bazı muhafazakâr şehirlerin de bulunduğu protestolarda, sendikalar, öğretmen örgütleri, öğrenci örgütleri ve akademisyenler gibi hayatın her yerinden insanlar yer alıyor. Milliyetçi Hareket Partisi eylemleri desteklemese de, bazı genç üyelerinin de belirli gerekçelerle protestolara katıldığı görülüyor.

Neoliberal ekonomik politikalar, saygın bir eğitim niteliğine sahip olan-olmayan insanları da kapsayan şekilde giderek artan işçi sınıfını iki kola ayırıyor. Bu politikalar devam ettikçe, yalnızca “hisseden” değil, aynı zamanda “bilen” insanların öfkesi artıyor ve karşıt düşünceleri kışkırtılıyor.

Hareket kendiliğinden mi?
Burada şu önemli soru ortaya çıkıyor: Bunlar sadece kendiliğinden gelişen olaylar mı, yoksa kimi bilinçli yönlendirmeler de mevcut mu? Söz konusu yönlendirmeyi yapabilecek ve Erdoğan hükümetini yıkabilecek böyle bir politik güç ya da ittifak var mı? Gramsci İtalya'daki durumu veya zaman içinde Avrupa'daki başka ayaklanmaları değerlendirirken “kendiliğindenlik” ve “bilinçli yönlendirme”den bahseder. Bu kilit soru, şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleşen tüm ayaklanmalar için sorulabilir. Bu öfkenin politik doğrultusuna dair bir garanti vermek mümkün olmasa da, Türkiye'deki durumda sol tandansın hakim olduğu söylenebilir. Yine de direnişte yer alan solcu gruplar, merkezi veya öncü bir konumda değiller. Eğitim-Sen gibi sol bazı sendikalar da, sürecin içinde yer alıyorlar. Bu sendikalar, dışlayıcı herhangi bir “Türkleştirme” fikri olmaksızın, Mustafa Kemal Atatürk'ün laiklik mirasını sahipleniyor ve tüm sınıfsal ve etnik kesimler içerisinde dayanışma değerini ön plana çıkarıyorlar.

Türkiye'nin neoliberal doğası herkesin görebileceği şekilde duruyor. Ankara ve İstanbul'un şehir siluetlerinde camilerle Amerikan tarzı gökdelenler yan yana yer alıyor. Kebap, dürüm gibi hazır Türk yiyecekleri de yurtiçinde ve yurtdışında mantar gibi çoğalıyor. İngilizce dil okulları arasındaki yarış, patlayan özel üniversite endüstrisi ve çeşitli kurumsal firmalar formundaki küresel pazar, Türkiye'nin imajını modernleşmiş bir ülke olarak sunuyor.

Bununla birlikte ordunun muhalif duruşu da şu anda Erdoğan hükümeti tarafından zayıflatılmış durumda. Bir taraftan tüm kamu dairelerinden televizyon kanallarına, üniversitelerden konferans salonlarına her bir köşede resmi bulunan Atatürk'ün büyük mirası laikliğin kalesi gibi hizmet eden ordu, diğer yandan NATO'nun önemli bir üyesi ve ABD’nin bu bölgedeki jeopolitikaları için uydu olarak görev yapıyor. Şimdiye kadar da aralarında çevrecilerin ve diğer grupların da bulunduğu barışçıl protestocularla direnişten uzak durmaları konusunda uyarılmış olan ordu arasında herhangi bir bağlantı bulunmuyor.

Türkiye'de tansiyon, 1 Mayısların da yasaklanmasına sebep olan 1977 katliamından bu yana düşmedi. 2011 yılı, muhtemelen seçimlerin yaklaşıyor olması nedeniyle, 1 Mayıs'ı herkesin Taksim Meydanı'nda kutlayabildiği ilk yıl oldu. Ancak bu yıl da Taksim Meydanı etrafında gerilim ve çatışmalar vardı. Türkiye halkı çeşitli baskılara rağmen meydanlara ve caddelere sahip çıkmaya devam ediyor. Her cumartesi kadınlar, tıpkı Buenos Aires’teki “5 Mayıs Anneleri” gibi, bugünkü neoliberal politikaların önünü açan darbe döneminde kaybettikleri sevdiklerini anmak ve devleti protesto etmek için Galatasaray Meydanı'nda toplanıyorlar.

Giderek daha fazla insanın dahil olduğu bu gösterilerde halkın gücü şu anda kendisini önemli oranda hissettiriyor. Bu durum uluslararası çaptaki, neoliberalizme ve gelir eşitsizliğine karşı ayaklanmalara yeni bir sayfa ekliyor. Görev, ulusal ve uluslararası çapta birleştirici, kapitalist saldırıya ve metalaştırmaya set çeken bir siyasi hattı olan ve dünyanın %99'u için saygın bir hayat ve sosyal istikrar sağlayan modern bir yapı, parti veya ittifak oluşturmak.

(soL- Haber Merkezi)