'Ortadoğu'da Kanlı Bahar': Bu kitapta okuyacağınız her şey yaşanmıştır

Gazeteci-yazar Hüsnü Mahalli’nin son kitabı “Ortadoğu’da Kanlı Bahar”da “Batılılar’ı kızdırmayın, yoksa size de demokrasi getirirler!” diyor. Suriyeli gazetecinin bu kitapta anlattığı her şey yaşanmıştır...

Burası Ortadoğu, bu toprakları en güzel Bertolt Brecht’in şu sözleri anlatıyor olmalı

“Yenilenlerle birlikte yenenlerin de halkları kırılıyordu açlıktan”...

Savaş, kan ve gözyaşının toprakları... Binlerce yıllık sahipleri, bu, dünyanın en zengin toprakları üzerinde yaşarken, sadece aç kalmamak için bile en sefil savaşları vermek zorundalar. Her bir halkın bir sonraki kuşaklara aktarmak için biriktirdiği her değer, inanış ve gelenek, onlardan olmayanlarca, bir diğerini katletmek için fırsat olarak görülür ve kullanılır bu topraklarda.

Bu topraklardaki zengin petrol yataklarının yanında, insan, insanlık, halk, ülke, sınır, hak ve adaletin hiçbir önemini yoktur. Ve burada tek gerçek, bu zenginliğe sahip olma isteğidir.

Hüsnü Mahalli Kimdir...
Uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan Suriye asıllı gazeteci-yazar Hüsnü Mahalli, bir dönem BBC’nin Ortadoğu Temsilciliği görevini yürüttü. Mahalli, halen Akşam Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor.
Yazarın, ilk kitabı “Tezkereden Tezkereye Gerçekler” 2006 yılında yayımlandı. İkinci kitabı “Ortadoğu’da Kanlı Bahar” ise 2012 yılında Destek yayınlarından çıktı.

Suriyeli gazeteci-yazar Hüsnü Mahalli son kitabı, “Ortadoğu’da Kanlı Bahar”da bize, bir yandan bu toprakların 200 yıllık Batı işgalleri tarihini anlatırken bir yandan da bölgede yaşanan son gelişmelerde, Ortadoğu halkları için biçilen yeni görev Büyük Ortadoğu Projesi’nin izlerini sürüyor.

Kitapta ayrıca, özellikle Suriye’de yaşananlar ve Türkiye’nin aldığı saldırgan tavrın gerekçeleri de ayrıntılarıyla analiz ediliyor.

Aileler, şeyhler, emirler...
Ortadoğu’nun kanlı tarihi aynı zamanda işbirlikçi ailelerin, şeyhlerin, emirlerin tarihidir. Şerif Hüseyin, Zevahiri Ailesi, Hasan el-Benna, El Suud’lar, Katar Emirliği ve Şeyh Hamed Ailesi gibi isim ve ailelerin Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde hala daha ne kadar büyük önemde olduklarını bir kez daha görüyoruz kitapta. Bu ailelerin, çocukları ve torunlarının Müslüman Kardeşler, El Kaide gibi örgütler ve “bahar” sonrasında kurulan yeni hükümetlerde aldıkları kritik görevler bile bize “bahar” hakkında bir fikir veriyor aslında.

Ve anlıyoruz ki, bu topraklarda bu aileler için “işbirliği” sözü vermek demek sadece Ortadoğu değil, dünyanın tüm kritik bölgeleri için söz vermek demektir. Suud Ailesi’nin Amerika’yla “işbirliğinin” boyutlarını, Şili’de Allende’ye karşı faşist darbe ve Nikaragua’da Sandinistler’e karşı ayaklanmaları finanse etmeye kadar götürmesi gibi.

Ve tabi, ünlü El Ezher Üniversitesi ve buradan verilen fetvalarla siyasetin nasıl şekillendirildiğini de görmek mümkün kitapta.

Kanlı 200 yılın başlangıcı...
Yine kitaptan, ilginç detaylar

Ortadoğu’da batılıların kanlı işgal tarihi, Temmuz 1798’de İskenderiye Limanı’na ordusunu indiren Napolyon Bonapart’la başlıyor. Burada yaptığı ilk konuşmaya besmeleyle başlayan Bonapart’ın, Mısırlı din adamlarına “Fransızların Allah’a inanan, gerçek Müslümanlar olduklarına” dair fetvalar verdirttiğini öğreniyoruz.

Halk arasında, “Ali Napolyon Bonapart” ya da “Bonapart Paşa” olarak anılmak istediğini belirtmiş Napolyon ve yanına aldığı 11 kişilik Müslüman Danışma Kurulu Üyeleri ile birlikte, Mısır sokaklarında Arap giysileriyle dolaşmış.

Kitapta anlatıldığına göre, bu tarihten yaklaşık 200 yıl sonra, yani 2005’te İngiltere Başbakanı Tony Blair de Libya’ya yaptığı ziyareti, -Bonapart’a gönderme yaparak- yanına aldığı 11 kişilik “İslami Danışma Kurulu” üyeleriyle ile gerçekleştirmiş.

Yukarıda belli ailelerden ve kritik görevlerinden söz etmiştik. Tıpkı, Blair’in Danışma Konseyi’nde, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el Benna’nın torunu Tarık Ramadan ‘ın da yer alması gibi...

Bu topraklardaki işgal tarihinde bu tür atıflara özenli ve sürekli bir şekilde yer verildiğini görüyoruz. Batılılar, bu göndermelerde Doğulular’ın anlayamayacağı bir “şiirsellik” buluyor olmalılar. Verdi’nin, Babil Kralı Nabukadnezar’ın Yahudilerle ilişkisini anlatan “Nabucco” eserine yapılan göndermede olduğu gibi Amerikalılar’ın Irak işgali sırasında, çoğu Yahudilerden oluşan Polonya Birliği ile birlikte Babil antik kenti içinde askeri üs kurmasının da bu operaya bir atıf olduğunu öğreniyoruz kitaptan.

Halklar için yeni görev: BOP...
Mahalli kitabında, Ortadoğu’da bugün yaşanan ayaklanma, iç savaş ve müdahalelerin miadı olarak, 90’lı yıllardan itibaren konuşulmaya başlanan Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) işaret ettiğini söylüyor.

Kitaptan devam ediyoruz

Kasım 1998 ‘de Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel tarafından dile getirilen BOP, 9 Haziran 2004’te G-8’in Sea Island’daki zirvesinde açıklandı. Bu ana başlık altında yapılan görev dağılımında Türkiye, İtalya ve Yemen “Demokrasi İnisiyatifi Eş Başkanları” olarak seçildi.
Hemen ilerleyen günlerde Başbakan Tayyip Erdoğan, ünlü Diyarbakır konuşmasında bu projenin eş başkanı olduğunu bizzat açıklamıştı zaten.
BOP üzerine, çok şey yazılıp söylendiği için burada ayrıntılara yer vermiyoruz.

Ancak, ABD tarafından “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırılan Fas’tan Pakistan’a, Yemen’den Türkiye ve Karadeniz’e kadar uzanan bölgedeki Müslüman ülke pazarlarının “demokrasi ihracı” adı altında uluslararası sermayeye açılmasının amaçlandığını ve tüm bu proje için en uygun siyasi alt yapının “ılımlı islam” olarak belirlendiğini söylemekle yetinelim.

“Çünkü” diyor Mahalli, “bölgesindeki Müslüman ülkelere kabul ettirebilmek için AKP yönetimindeki Türkiye daha hızlı bir şekilde İslami gelenek, motif ve anlayışların ağır basacağı bir ülkeye dönüştürülmeli. İslamcı ülkelerin Türkiye modeline ilgilerinin sürmesi için bundan böyle daha da İslamlaşması ve giderek Arap ülkelerine benzemesi gerekmektedir.”

Kitapta, BOP’un ayrıntılı bir şekilde anlatıldığını hatırlatalım ve önemli bulduğumuz birkaç başlık daha vermeye devam edelim.

Model ülke daha sağcı Türkiye...
Hepimizin bildiği gibi, BOP’un Türkiye’ye biçtiği öncelikli rol ise “demokrasi ihracı” yaşanacak ülkelere “model” olması.

Hüsnü Mahalli kitabında, Graham Fuller ve Samuel Hungtinton’nun “Eğer Türkiye, batılı bir ülke olmak ısrarından vazgeçer ve modernleşme ile demokrasinin bir arada olabileceğini bir İslam ülkesinde de göstermeye ve kanıtlamaya daha çok çaba harcarsa, İslam için büyük bir model olur ve herkese yardımcı olur” tespitinin de yer aldığı tezlerinin yayınlanmasıyla birlikte, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının ABD ve Batı’nın ilgisini çekmeye başladığını anlatıyor.

Ve Mahalli, Batı ve ABD tarafından proje çerçevesinde Türkiye’ye verilen görevin “İslamcı AKP yönetimindeki bir Türkiye’nin, hep Batı’nın yörüngesinde kalması ve bölgede Batı’ya karşı yükselen direnişi, bölgesel barış, istikrar, kalkınma, dinler ve medeniyetler arası diyalog ve benzeri söylemlerle yumuşatması ve zaman içinde kırması” olarak tanımlandığını belirtiyor.

Mahalli’ye göre, Türkiye’nin verilen bu görevi yerine getirebilmesi için daha da sağcılaşması ve dindarlaşması gerekiyor.

“Çünkü” diyor Mahalli, “bölgesindeki Müslüman ülkelere kabul ettirebilmek için AKP yönetimindeki Türkiye daha hızlı bir şekilde İslami gelenek, motif ve anlayışların ağır basacağı bir ülkeye dönüştürülmeli. İslamcı ülkelerin Türkiye modeline ilgilerinin sürmesi için bundan böyle daha da İslamlaşması ve giderek Arap ülkelerine benzemesi gerekmektedir.”

Mahalli, El Cezire’nin karanlık yüzü ile ilgili iddialarını iki önemli bilgiyle de destekliyor: El Cezire Yönetim Kurulu Üyeleri’nden Mahmud Şamma’nın Kaddafi sonrası yeni yönetimde görev alması ve yine aynı yayın organının siyasi danışmanlarından Refik Abdülselam’ın yeni Tunus yönetiminde Dışişleri Bakanı olması gibi.

Ve biz, doğal olarak eğitim reformu adı altında yasalaştırılan ve eğitimin gericileştirilmesi anlamına gelen “4+4+4” formülünü hatırlıyoruz.

Mahalli, Batı ve ABD’nin “AKP kadrolarının ABD, İsrail, Siyonizm, emperyalizm ve benzeri konulardaki inanç, algı, tutum ve davranışlarının bundan bir 15 yıl öncesine göre geçirdiği değişimin” de izlendiğini belirtiyor. Ve bu durumun “bölgedeki İslamcıların dönüşmesi konusunda Batı’ya yol göstermesi” konusunda hesaplar yapıldığını da anlatıyor.

Ve “bahar” başlıyor, önce El Cezire...
Kitapta yer alan ve Katar Emiri Şeyh Hamed El-Sani’nin sahibi olduğu El Cezire ile ilgili iddialarda oldukça dikkat çekici. Buna göre, “Arap Baharı”nın hemen öncesinde, Tunus, Mısır, Yemen, Libya ve Suriye’den yüzlerce kişi Katar’a taşınarak, haber, haberleşme ve iletişim teknolojiler konusunda eğitimden geçirildiler.

Mahalli’ye göre, bu bile Tunus, Mısır, Libya vs. gibi ülkelerdeki isyanın aşağı yukarı hesaplandığını ve bu hareketlerin ABD ve Batı çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi için önceden planlama yapıldığının göstergesi.

Mahalli, El Cezire’nin karanlık yüzü ile ilgili iddialarını iki önemli bilgiyle de destekliyor: El Cezire Yönetim Kurulu Üyeleri’nden Mahmud Şamma’nın Kaddafi sonrası yeni yönetimde görev alması ve yine aynı yayın organının siyasi danışmanlarından Refik Abdülselam’ın yeni Tunus yönetiminde Dışişleri Bakanı olması gibi.

Mahalli kitabında, BOP gereğince “bahar”a maruz kalmış Arap ülkelerinde yıpranmış liderlerin zaten değiştirilmesi gerektiğine karar verildiğini, Tunus’la başlayıp, Mısır ve Libya’yla devam eden ayaklanmaların bu sürecin hızlandırılması için kullanıldığını savunuyor. Ve ayaklanma ve müdahalelerin ardından bu ülkelerde demokratikleşme adına yapılan seçimlere katılımların yüzde 40-45’lerde kaldığını hatırlatarak, bu durumun bile bölge halklarının bu süreci aslında benimsemediğinin göstergesi olduğunu söylüyor.

Mahalli’ye göre “Bahar’dan iktidarlara İslamcılar’ın gelişleri anlaşılıyorsa, bu ülkelere demokrasi, şeytanın kanatları üzerinde gelmiş demektir”.

Ve Suriye...
Önemli bulduğumuz için kitapta ayrıntılı olarak yer alan “neden Suriye” sorusuna da birkaç cümleyle değinelim.

Mahalli, hedef ülke Suriye için süreç, 1993’te Bağdat’ın düşmesinin ardından Şam’a giden ABD Dışişleri Bakanı Powell’ın Başkan Esad’a “ya dediklerimizi yapar destek olursun ya da başına geleceklere hazırlıklı olursun” tehdidinde bulunmasıyla başlıyor. Esad’dan istenen, İran’dan uzaklaşması, Iraklı direnişçilere destek vermemesi, Hamas ve Hizbullah’la ilişkilerini kesmesidir. Mahalli, Powell’ın uçakta gazetecilerle yaptığı sohbet sırasındaki “İstediklerimiz yerine gelmezse geleceğe yönelik stratejilerimiz için tedbirlerimiz hazır” sözlerini de hatırlatıyor.

Suriye için süreç, Haziran 2004 BOP Zirvesi’nin toplanması ve hemen ardından Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesiyle hızlanıyor. Suikastten, önce Suriye sorumlu tutuluyor. Ve bu ülkeyi yargılamak üzere BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla bir uluslararası mahkeme kuruluyor. Ancak Mahkeme Başkanı Alman savcı Mehlis’in Mossad ajanı olduğunun ortaya çıkmasıyla bu mahkeme lağvediliyor.

Ve izleyen yıllarda bu süreç, 2004-2008 yılları arasında ABD’nin Suriyeli muhaliflere 200 milyon dolar yardımda bulunmasıyla devam ediyor.
Mahalli’ye göre, söz konusu ülkelerde İslamcı yönetimlerin iktidar ya da iktidar ortağı olması BOP için yeterli değil. Suriye ve İran bu proje içine çekilmedikçe tüm bu değişimler bir anlam ifade etmiyor Batı için. İran zor bir hedef olarak görülse de Suriye’nin kazanılması bu ülke için de sonun başlangıcı olabilir. Bu yüzden hedef ülke Suriye…

Çünkü “Suriye’de kazanan, oyunun tümünü kazanmış olacaktır”...

Kitapta ayrıca, Suriye’de yaşanacak olası bir iç savaşın Şiiler, Hanefiler, Araplar ve Kürtler açısından sonuçları ve maliyeti de ayrıntılı olarak analiz ediyor.

Biz, kitapla ilgili bu ayrıntıları vermekle yetinelim, değerlendirmeyi okuyuculara bırakalım. Ve Hüsnü Mahalli’nin Ortadoğu’ya ilişkin öngörülerinin isabeti konusunda son bir not aktararak bitirelim

Yazarın, 3 Kasım 2004 tarihinde yazdığı “Gestapo Bin Ali” başlıklı makalesinden

“...yasaklı El-Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşi ve diğerleri Londra, Paris ve Berlin’de yaşıyorlar. Demek ki, Bin Ali’ye her türlü desteği veren ABD ve müttefikleri yedekli çalışıyorlar. Şimdilik Bin Ali, onların işine yarıyor, değiştirip, değiştirmeyeceklerini bilmiyoruz. Bilmiyoruz diyorum, çünkü, Tunus’un tek bir önemi vardır, o da Libya’ya komşu olması. Yani batı, Libya’da ne zaman değişim isterse o zaman Tunus’a ilgi gösterir.”

Hatice İkinci