NATO Ortadoğu’da: “Petrol ve isyan nasıl çalınır”

"NATO sadece silahla mı müdahale eder? Süreçleri nasıl, hangi araçları kullanarak dönüştürür? Taktikleri nelerdir? “İşbirlikçiler” nasıl bulunur? Ülkelere nasıl sızar ve tarihi nasıl yönlendirir?" Güney Asyalı yazar Vijay Prashad, “Arap Baharı, Libya Kışı” adlı kitabında, bu soruları yanıtlıyor.

Malum olduğu üzere medya, NATO’nun hedefinde olan Suriye için akıl sınırını zorlayacak haberler yapmaktan bile çekinmiyor artık. İşi, son bombalama eyleminin ardından "saldırı emrinin Esad vermiş olabilir” demeye kadar getirdiler. Suriye, medyanın da dâhil olduğu bir NATO operasyonuyla karşı karşıya…

Peki, NATO sadece silahla mı müdahale eder? Süreçleri nasıl, hangi araçları kullanarak dönüştürür? Taktikleri nelerdir? “İşbirlikçiler” nasıl bulunur? Ülkelere nasıl sızar ve tarihi nasıl yönlendirir?

Güney Asyalı bilim insanı Vijay Prashad, Yordam yayınlarından çıkan son kitabı “Arap Baharı, Libya Kışı”nda bu soruların yanıtlarını veriyor.

Mısır ve Libya örneklerinin incelendiği kitapta, isyan dalgalarının başlamasıyla birlikte NATO güçlerinin, -ilk şaşkınlığın atılmasının hemen ardından- sürece hangi taktiklerle nasıl “müdahil olduklarını” ve bulunan işbirlikçilerle bu süreçlerin nasıl “dönüştürüldüğünü” ayrıntılarıyla analiz ediyor.

Kitap bize, emperyalizmin bölgedeki hedefleri ve karakteri hakkında eşsiz bir bakış açısı sunuyor. Petrol, enerji kaynakları ve dağıtım ağının denetimi, bölgesel işbirlikçiliğin tahkimi, hedefte olan İran, İsrail’in dokunulmazlığı, neoliberal politikalarla bölgenin uluslararası kapitalizme eklemlenmeye çalışılması gibi…

Seçimler “tatlı rüşvettir”…
Libya’da 7 Temmuz genel seçiminin resmi sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklandı. Hepimizin bildiği gibi seçimin galibi, Mahmud Cibril liderliğindeki liberallerin oluşturduğu Ulusal Güçler İttifakıydı. Kaddafi sonrası yapılan ilk genel seçime katılım oranı yüzde 62 olarak açıklandı.
Mısır’da haziran ayında yapılan seçimlerden ise Müslüman Kardeşlerin Özgürlük ve Adalet Partisi ve lideri Mustafa Mursi galip çıkmıştı. Katılım oranı yüzde 50’ydi ve Mursi oyların yüzde 51’ni almıştı.

Prashad’a göre, “Mısır ve Libya’da seçimler, tatlı bir rüşvetti” ve seçim süreçlerinin arkasında NATO ve Merkez Bankaları, petrol şirketleri, uluslararası hisse senedi piyasaları ile IMF’ye sadakatini göstermiş teknokratlar vardı.

Her ne kadar Prashad, “bu bir öngörü kitabı değildir” dese de, Mısır ve Libya’da yaşananlar, yazarın tüm tahlil ve öngörülerini doğruluyor aslında.

Devrimci disiplin yoksa yenilgi kaçınılmazdır…
NATO güçlerinin süreçlere nasıl “müdahil” olduğunun ayrıntılarına geçmeden önce, önemli bulduğumuz için yazarın bu yenilgiler üzerine yaptığı tahlili aktararak başlayalım:

“Bir devrim, karşı devrime dayanacak örgütlenmeler yaratamamışsa, halkın isyanı devrimci gücün disiplini altına alınamamışsa, bu tip hareketler her zaman yenilgiye mahkûmdur."

Yazara göre bu yenilgilerin ardında şu reel durumlar vardı:

“Önderlik yoksunluğu, örgütlülük eksikliği, ideolojik eksiklik, politik netlik bakımından gösterilen zaaflar …”

Ve ekliyor Prashad

“Bu isyan duygusunun, kitlesel bir işçi sınıfı partisinin yaratılmasına dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmiyoruz. Bu ileride anlaşılacak. Ancak, bölgedeki neoliberalizm vahşetinin ve sosyal boğulmanın tek alternatifi budur."

Bundan sonra anlatacaklarımız kitapta yer alan iki farklı deneyim Mısır ve Libya’da NATO taktiklerinin ayrıntılarıdır. Emperyalizmi anlamak açısından çok önemli bulduğumuz başlıkları özetleyerek aktarmaya başlıyoruz:

Önce Mısır isyanı “dönüştürülüyor”…
Bu bir Mısır devrimiydi ve önderliğini Kahire’nin Kuzeyindeki sanayi bölgesi olan Mahalle’deki işçiler, Süveyş Kanalı işçileri, köylüler ve Kahire üniversitelerinde okuyan öğrenciler yapıyordu. Tahrir’de toplananların isteği ulusal onur, iş ve adaletti… Müslüman Kardeşlerin Tahrir’e inişi çok sonradır ve küçük bir grupla temsil edilmiştir.

Tahrir meydanındaki protesto görüntüleri ve kalabalık, Washigton’da sarsıntı yaratmıştı. ‘Devrimci bir durum görüntüsü vermeye başlayan bu süreci’ yönetmek için bir şey yapılmalıydı. Ve süratle süreci “dönüştürecek” bir çözüm aranmaya başlandı. Doğu Avrupa ya da Orta Asya’da bu gibi durumlar için “güdümlü demokrasi”ye izin verilebilirdi ama bu Ortadoğu için söz konusu olamazdı. Çünkü Batılılara göre Araplar “demokrasi gibi aydınlanma yeniliklerini benimseyebilme yeteneğinden yoksun” bir halktı.

İmparatorluğun çantacısı…
İlk akla gelen, en klasik yöntem oldu. Amerika’nın karanlık görevler için yetiştirdiği “hayaletler”i vardı. Büyük incelik isteyen görevler için yetiştirilmişti bu isimler. “Hayalet” deniyordu, çünkü bunların herhangi bir resmi görevleri bulunmuyordu. Yaptıkları gizli göreve atfen “imparatorluğun çantacısı” olarak da adlandırılırlardı.

ABD çözüm için “çantacıların” en ünlüsü Frank Wisner’i görevlendirdi. Wisner güvenilirdi. Babası uzun yıllar CIA’de görev yapmış, İran’da Musaddık (1953) ve Guatemala’da Arbenz’in (1954) devrildiği iki darbede de aktif rol almıştı. Ayrıca, Mübarek’in yakın dostuydu ve bu önemli bir avantajdı.
Wisner, “yeni görevi gereği” elinde çantasıyla, kalkıp Mısır’a gitti. Yakın dostu Mübarek’e ilk önerisi, “halkının istekleri konusunda biraz ödün ver” oldu. Diğer önerisi ise, askerlerinin elinde sopalarla Tahrir’e gönderilmesiydi.

Fakat bu saldırı, isyanın sindirilmesine değil iyiden iyiye büyümesine sebep oldu.

Bu gelişme ve Wisner’ın Münih’te yapılan bir toplantıda söylediği “ulusal uzlaşma için anlaşılmalı, değişikliklere yön vermesi için Mübarek iktidarda kalmalı” sözleri, ABD’nin “hayaletli” seçeneği saf dışı bırakmasıyla sonuçlandı.

Çünkü ABD Mısır’da, hem “istikrardan” hem de “değişimden” yana görünmek istiyordu. “Mübarek’in iktidarda kalmasının” savunulacağı günler değildi.

Mübarek gönderilecek ama “Mübarek rejimi” kalacak…
Risk çok büyüktü ve iş şansa bırakılmazdı. Yapılacak en küçük bir hata, daha önce Güney Amerika’da olduğu gibi Ortadoğu’nun da kaybedilmesi anlamına gelebilirdi.

ABD’nin temel direğini oluşturan dört temel politika bir an önce sağlama alınmalıydı petrolün güvenliği, terörle işbirliği, İsrail’e gelebilecek tehdidin önlenmesi ve “İran revizyonizmi” denen şeyin önünün kesilmesi…

Mübarek gönderilecekti ancak “Mübarek rejimi” kalmalıydı. Wisner görevden alındı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton yeni bir öneri sundu Mübarek’in yardımcısı Ömer Süleyman denenebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Mübarek görevi bıraktı, yerine Ömer Süleyman geldi.

Ancak, Tahrir’deki göstericiler bununla yetinmiyordu. 8 Şubat’ta Tahrir bir kez daha dolup taştı. ABD, kısa zaman içinde Ömer Süleyman’la da bu işin olmayacağını kavradı. Süleyman “defedilmeliydi”… Ama nasıl?

Bunun için uzun yıllardır ABD tarafından finanse edilen ordunun bu işin içine çekilmesi gerekiyordu. ABD Dışişleri’nden Bill Burns ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı David Lipton aceleyle Kahire’ye gönderildi. Bu isimler Kahire’de Genelkurmay Başkanı Hüseyin Tantavi ile bir araya geldiler. Bu görüşmenin ardından, 9 Şubat’ta ordu yönetime el koydu ve Süleyman’ı görevden aldı.

ABD için, Müslüman Kardeşler (MK) seçeneği bir kenarda duruyordu hala. Ancak İsrail, MK’nın iktidara geldiği takdirde 1979’da İsrail ve Mısır arasında imzalanan Camp David antlaşmasını tanımayacağından korkuyordu. Bu endişesini ABD’ye de iletmişti.

Müslüman Kardeşlerden beklenen açıklama geldi iktidara geldiklerinde söz konusu antlaşmaya karşı çıkmayacaklardı. Müslüman Kardeşlerin NATO ülkeleriyle yapacağı görüşmelere Katar Emirliğinin aracılık etmesine karar verildi. Ve görüşmeler başladı.

Mısır, şimdilik “halledilmişti”…

Petrolun lanetlediği Libya…
1960’larda Arap ülkelerinde Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın önderlik ettiği anti -emperyalist “Arap Birliği” rüzgârı tüm hızıyla esiyordu. Bu rüzgârı arkasına alan Albay Kaddafi, 1969 yılında bir darbeyle iktidarı Kral İdris’ten aldı. Kral İdris, o sıralarda Türkiye’de tedavi görüyordu. Hiçbir direnişle karşılaşmayan Albay Kaddafi’nin arkasında Libya halkı vardı.

Kaddafi’nin iktidara gelir gelmez yaptığı ilk iş ülkedeki yabancı üsleri kapatmak oldu. Büyük petrol yataklarının keşfinden beri bu ülkede petrolün ihracatını Standart Oil adlı şirket yapıyordu. Kaddafi’nin ikinci hamlesi tüm petrol şirketlerinin millileştirilmesiydi. El konulan büyük topraklar ve araziler, yapılan reformlarla halka dağıtıldı. Gecekondu semtleri yıkıldı, yerlerine işçi mahalleleri yapıldı. Yaygın eğitim politikasıyla yüzde 20’lerde olan okuryazarlık oranı on yıl içinde yüzde 90’lara çıkartıldı.

Bu düzen, 1980’lerdeki Çad savaşına kadar devam etti. Savaşın kaybedilmesi ve ardından gelen Birleşmiş Milletler yaptırımları Libya’ya büyük parasal kayıplara mal oldu. Bu mali kayıp, Libya’da artık işlerin eskisi gibi olmayacağı anlamına geliyordu. Libya bu yaptırımlarla teslim alınmıştı…

Libya’nın piyasalara teslimi…
2000’lere gelindiğinde her ne kadar Kaddafi, önemli bir petrol tedarikçisi ve müttefik olarak Batı’ya teslim olmuş olsa da O’nun karar süreçlerindeki değişken karakteri neoliberal geçişin önünde büyük bir engel olarak görülüyordu hala. Kaddafi fiyatları ve vergileri yükselterek ya da başka taleplerde bulunarak petrol şirketleri için hep sorun çıkarıyordu. Ve tabi, “hakaretleriyle” ünlü kişisel çıkışları… Bu çıkışlar bile başlı başına Basra Körfezindeki Arap Emirlerinin Kaddafi’den nefret etmesi için yeterli sebepti.

NATO güçleri, Suudilerle ve Basra Körfezindeki Arap devletleriyle bir anlaşma yaptılar. Anlaşmaya göre, bu ülkelerdeki huzursuzluğun bastırılmasına karşılık, onlar da BM ve Arap Birliği’nin ikna edilmesi koşuluyla NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkmayacaklardı. Ve düğmeye basıldı.

Libya “isyanı”…
Libya’daki hareketliliğin birleşenlerini, sanayi tesislerinin bulunduğu Trablus’un kenar semtlerindeki işçiler ve doğu kesiminde yer alan İslamcıların huzursuzluğu oluşturuyordu.

NATO güçleri, bu hareketliliği Libya’nın “dönüştürülmesi” için fırsat olarak gördü. Burada durum Mısır’dan farklıydı. İşbirliği yapılacak güç baştan belliydi ülkedeki neoliberaller…

Libya, Mısır ve Tunus’a benzemiyordu. Bu ülke“ayrıcalıklıydı”. Günlük petrol üretimi 1.6 milyon varildi, toplam rezervleri ise 46.2 milyar varil olarak hesaplanıyordu. Üstelik toprak altında 142 trilyon litre doğalgazı vardı.

Bu ayrıcalıklı ülke için daha ayrıcalıklı bir NATO “doktrinine” ihtiyaç vardı o da kısa sürede bulundu zaten. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi “insancıl müdahale” doktrini…

Başrollerde yine El Cezire…
Bingazi’deki isyan 15 Şubat 2011’de başladı. Ve bir anda büyüdü. Libya Hava Kuvvetleri birkaç gün sonra bu bölgeye saldırdı. Derne’de isyancıların buna yanıtı, polis karakollarını yakmak, Afrikalı paralı askerleri öldürmek oldu.

23 Şubat’a gelindiğinde BM, Kaddafi’nin Libya’da “tek taraflı bir saldırı ve soykırım başlattığını” duyurdu. Oysa durum tek taraflı değildi, ordu ikiye bölünmüştü ve taraflar çarpışıyordu.

Bu arada El Cezire, BBC ve ABD medyası “Libya’da soykırım” haberleriyle dolmaya başladı. Bu haberlere göre ölü sayısı 10 bini bulmuş, yaralı sayısı ise 50 bine dayanmıştı. Katledilecek insan sayısı olarak da 100 bin rakamı veriliyor, bu rakamın neye dayanılarak telaffuz edildiğini ise kimse bilmiyordu. Yayınladıkları, hastanelerin saldırıya uğradığına, kan bankalarının yıkıldığına, kadınlara tecavüz edildiğine ilişkin haberler ise daha sonra hiçbir kaynak tarafından doğrulanmadı.

BM ve NATO ülkeleri “soykırım iddialarını” gündeme getirirken bu yayın organlarındaki haberleri kaynak gösteriyorlardı. Ortada hiçbir resmi belge ya da rapor yoktu.

Oysa resmi kayıtlara göre Kaddafi, Ez Zaviye’yi geri aldığında can kaybı 8, Mısrata’yı bombaladığında ise 21 olmuştu. Resmi kayıtlarda, katliam yapıldığı söylenen diğer yerlerde de buna yakın rakamlardan bahsediliyordu...

Bu arada belirtelim, NATO müdahalesinin ardından Libya insan hakları örgütleri ne kadar uğraştılarsa da, yedi aylık saldırının ne kadar cana mal olduğuna ilişkin rakamlara ulaşamadılar.

14 Mart’ta Libya’da denetim tamamen isyancıların eline geçti. Kaddafi’nin en yakınlarından biri olan Libya’nın BM Temsilcisi Abdurrahman Şalgam’ın asiler katılması Libya için dönüm noktası oldu. Şalgam BM’den Libya’nın uçuşa yasak bölge ilan edilmesini istemişti.

19 Mart’ta BM Güvenlik Konseyi Libya üstünde uçuşa yasak bölge oluşturulmasını öneren kararı onayladı. Karar daha kâğıda geçirilmeden, Fransa savaş uçaklarına bombalama emri verdi, ABD de bu bombardımana füzeleriyle katıldı.

“Petrol şirketlerinin çıkarları korunacaktır”
NATO operasyonun başlamasıyla birlikte –bugün Libya’da iktidarda olan- asilerin oluşturduğu Ulusal Güvenlik Konseyi üç ana başlıktan oluşan gündemle toplandı Kaddafi’nin durumu, Bingazi Merkez Bankası’nın Libya’nın para politikasında yetkili olacağının onaylanması, ülkenin petrol üretiminde ve petrol politikasında tek söz sahibi olacak olan Libya Petrol Şirketi’nin kurulması… Toplantıda “yabancı uyrukluların ve petrol şirketlerinin çıkarları ve hakları korunacaktır” ibaresi de kayıt altına alınmıştı.

Dünyadan, Libya halkının yukarıda sözü edilen talepler nedeniyle ayaklandığına inanılması isteniyordu.

NATO “ganimet” dağıtıyor…
Trablus düştüğü gün New York Times’ta yer alan makalenin başlığı şöyleydi: “Libya’nın petrol zenginliğine erişmek için itiş kakış mücadelesi başlıyor..."

Buradaki “itiş kakış” ifadesi rastgele kullanılmış bir ifade değildi. Bu tanım tarih kitaplarında, Almanya ve müttefiklerinin Afrika’yı harita üstünde bölüştükleri 1884 Berlin Konferansı sonrası dönemi anlatmak için kullanılan bir ifadeydi. Ve Libya için yeni dönemin adını tanımlıyordu.

Kaddafi’nin ölüm şekli de NATO doktrini ve savaşının özetidir aslında. Linç edilmesi bile “diğer söz dinlemeyecek olan liderlere” bir mesaj olarak kullanıldı.

ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton Kaddafi’nin ölümünün ardından yaptığı açıklamada “bu, tüm bölgedeki askeri diktatörlük ve tiranlara kendi halklarının seslerini duymazlıktan gelemeyeceği yönünde güçlü bir sinyaldir” dedi.

Libya’da da “başarılmıştı”… Libya’nın alınmasıyla NATO, Katar, Suudi Arabistan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan dinamiğin denetimini tamamen ele geçirmişti.

NATO Genel Sekreteri Anders Fog Rasmusen bu durumu daha sonra şöyle özeledi: “Afganistan’dan Kosova’ya, Somali sahilinden Libya’ya kadar NATO’ya duyulan ihtiyaç ve istekler zamankinden fazladır. Önceki durumdan daha da meşgulüz”…

Bu notları aktarmakla yetinelim ve ayrıntıları okuyucuya bırakalım.

Vijay Prashad kimdir?
Güney Asyalı Prof. Prashad, halen ABD Trinity Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı olarak çalışmaktadır. Marksist bir bilim adamı olarak bilinmektedir. Uzmanlık alanları AFRİCOM (ABD Afrika Savaş Komutanlığı) ve Afganistan Savaşıdır. Bilim adamının Arap Baharı, Libya Kışı dışında özellikle Ortadoğu konusunda yayınlanmış çok sayıda kitabı vardır.

Hatice İkinci (soL)