Japonya'da savaş karşıtı mücadele sürüyor

Japonya'da savaş ve militarizm karşıtı mücadelenin önde gelen militanlarından Yoiçi Komori'yle Japonya'nın militarizmle olan geçmişine tüm ayrıntılarıyla konuştuk.

Japonya'nın önemli edebiyat düşünürlerinden, Tokyo Üniversitesi'nde Modern Japon Edebiyatı ve Söylem Çözümlemesi alanında öğretim üyesi olan Yoiçi Komori'yle görüştük. Japonya Araştırmaları Derneği'nin öncülüğünde 4 - 6 Haziran 2010 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen "1. Türkiye'de Japonya Araştırmaları Konferansı"nda bir konferans vererek İstanbul'u da ziyaret eden Komori, aynı zamanda Japonya'da savaş ve militarizm karşıtı mücadelesiyle de tanınan bir kişi.

Röportajı soL adına 1996 yılında Japonya Eğitim Bakanlığı (MEXT) bursunu kazanarak Japonya'ya giden, 2001 yılında Tokyo Üniversitesi'nde Modern Japon Edebiyatı üzerine yüksek lisansını tamamlayan ve halen serbest çevirmen ve araştırmacı olarak Tokyo'da yaşayan İnan Öner yaptı.

soL: Edebiyat araştırmalarınızın yanısıra 2004 yılından beri Japonya Anayasası’nın “barışçı madde” olarak bilinen 9. maddesinin değiştirilmesine karşı dokuz değerli Japon aydınının girişimiyle kurulan “9. Madde Derneği”nin genel sekreterliğini yürütüyorsunuz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya'da militarizm, bizzat Anayasa'daki 9. maddeyle yasaklanmıştı. Fakat ülkede bu maddenin kaldırılmasına dönük bir siyasi kampanya da yürütülüyor. Genel Sekreterliğini yürüttüğünüz “9. Madde Derneği”nin, 2004 yılından sonra benzer adlarla tüm ülkede kurulan binlerce topluluk ve dernek açısından bir bakıma bir çatı örgütü işlevini yerine getirdiğini, bu derneklere yön kazandırdığını gözlemekteyiz. Bugüne kadar bu hareketin ulaşmış olduğu sonuçları ve geleceğe dair planlarınızı anlatabilir misiniz?

Prof. Yoiçi Komori: Öncelikle, “9. Madde Derneği”ni kurduğumuz 10 Haziran 2004 tarihinde Japonya’nın içinde bulunduğu durumu tespit etmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi 2003 yılı Mart ayında ABD ve İngiltere Irak Savaşı’nı başlattılar. Bunun ardından Japonya’da, bir yandan Japonya Öz-Savunma Birlikleri’ni Irak’a göndermek üzere, diğer yandan da Japonya-ABD Güvenlik Anlaşması’nı esas alarak ABD’nin küresel stratejisi içerisinde Japonya’nın askeri bir duruma dahil olması halindeki savaş hukukunu belirlemek üzere Silahlı Saldırı Durumuna Dair Üç Yasa diye bilinen yasalar Koizumi hükümeti tarafından meclisten geçirildi. Bu düzenlemeler Öz-Savunma Birlikleri Yasası dahil olmak üzere bir dizi mevzuat değişikliğini de içeriyordu. Hemen sonra Irak Özel Yasası çıkarıldı ve Kara Öz-Savunma Birlikleri Irak’taki Samava kentine gönderildi. Daha sonra 2004 yılında ulusu savaş koşullarına seferber etmek üzere hazırlanan yedi ayrı yasa tasarısı mecliste tartışılmaya başlandı. Genel hatlarıyla 2004’te durum böyleydi.

Kamuoyunun durumuna da açıklık getirelim.

Yomiuri Şimbun gazetesi her yıl Nisan ayında anayasanın barışçı hükümleri hakkında kamuoyu yoklaması yapar ve ilan eder. 2004 yılı Nisan ayında açıklanan kamuoyu yoklamasında anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmesi gerektiği görüşü yüzde 65’e varmıştı ve değiştirilmemesi gerektiği görüşü yüzde 20’lerdeydi. Bir başka deyişle, anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmesini isteyenlerin sayısı değiştirilmemesini isteyenlerin sayısının üç katını aşmaktaydı. İşte bu yüzden ömrü boyunca hiçbir harekete katılmamış olan edebiyat araştırmacısı Şuiçi Kato, “Yomiuri Şimbun gazetesinin kamuoyu yoklamasında da olsa, eğer anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmesini isteyenlerin sayısı yüzde 70’i geçerse mutlak surette hükümet anayasanın sözkonusu hükümlerini değiştirmeye girişecektir” diyerek kaygısını ortaya koydu.

Aslında, 2003 yılında meclisten geçirilen Silahlı Saldırı Durumuna Dair Yasa’nın adında geçen “silahlı saldırı durumu” sözcükleri o dönemde odaklanılan konunun ne olduğunu gösteriyor. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesi’nde “Bu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde… bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez” şeklinde öz-savunmaya ilişkin bir hüküm mevcuttur. 19 Mart 2003 tarihinde ABD ve İngiltere tarafından gerçekleştirilen Irak saldırısında Irak’ın sahip olduğu kitlesel imha silahları gerekçe gösterilmişti. O zaman Irak’ın nükleer silaha sahip olmadığı Birleşmiş Milletler’in araştırması sonucu ortaya çıkmıştı ancak, ABD ve İngiltere biyolojik ve kimyasal silahlara sahip olduğunu iddia ediyorlardı. Irak saldırısının gerçekleştirilmesine dayanak olan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın sözkonusu 51. Maddesi’ne getirilen genişletilmiş yorumdu. Diğer bir deyişle, antlaşmada geçen “silahlı bir saldırıya hedef olması halinde” şeklindeki kısmın yorumu, Irak saldırısını gerekçelendirmek amacıyla genişletildi. Irak’ın uzun menzilli füzelere, yani kıtalararası füzelere sahip olmadığı biliniyordu fakat normal füzelere sahipti. Kısacası, Irak’ın füzelerinin ABD topraklarına ulaşmasına imkan yoktu ama, İngiltere’ye ulaşabilirdi. Bu jeopolitik mesafeden yararlanılarak, İngiltere’nin Irak tarafından “silahlı bir saldırıya hedef olması halinin tahmin edildiği hal”in sözkonusu hükümde yer alan gerçekten “silahlı bir saldırıya hedef olması hali” ile aynı farz edilebileceği ve buna dayanarak ABD ile İngiltere’nin “ortak meşru savunma hakkı”nı önleyici bir biçimde gerçekleştirebilecekleri yorumu, Irak saldırısının en büyük gerekçesi oldu. Bu şekilde, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın önleyici saldırıyı yasaklayan 2. Maddesi hükümleri yok sayılmış oldu.

Burada Japonya açısından önemli olan, dönemin ABD Devlet Başkanı George W. Bush’un 2002 yılındaki Ulusa Sesleniş Konuşması’nda terörü destekleyen “şer ekseni” ülkeleri olarak İran, Irak ve Kuzey Kore’nin isimlerini anmış olmasıydı. Avrasya kıtasının batı ucundaki Irak’a saldırı başlamıştı. Doğu ucundaki hedef ise Kuzey Kore’ydi. Daha önce Kuzey Kore bir ABD saldırısına maruz kalma olasılığına karşı Japonya’yla diplomatik ilişki kurmak istemiş ve 17 Eylül 2002 tarihinde Başbakan Koizumi’nin ziyaretini kabul etmişti fakat, kamuoyunda “Japonlara yönelik adam kaçırma olayları” diye bilinen konu nedeniyle bu girişim başarısız olmuştu.

Ancak, Kuzey Kore’yle ilgili olarak Japonya Anayasası’ndaki 9. Madde işi karmaşıklaştırıyordu. Özellikle, “1. Japon Ulusu, adalet ve düzene dayalı bir uluslararası barışı dürüstlükle arzulayarak, devlet hukukunun eyleme dönüşmesi olan savaştan, silah kuvvetiyle tehditten ve silah kuvvetinin kullanılmasından, uluslararası çatışmaları çözme aracı olarak, sonsuza kadar feragat eder. 2. Yukarıdaki fıkradaki amaca ulaşmak için, kara, deniz ve hava ordusu ve benzeri savaş kuvveti bulundurmaz. Devletin savaşma hakkını kabul etmez.” şeklindeki 9. Madde’nin 2. Fıkra hükümleri önem taşıyordu.

İktidardaki Liberal Demokrat Parti (LDP), topluma Japonya Öz-Savunma Birlikleri’nin “kara, deniz ve hava ordusu ve benzeri savaş kuvveti” olmadığını söyleyegelmişti. Diğer bir deyişle, “meşru savunma için gerekli asgari cebir kuvvet” olduğunu, “savaş kuvveti” değil “cebir kuvveti” olduğunu söyleyegelmişti. Dolayısıyla, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesi’nde geçen “meşru savunma hakkı”yla ilgili olarak da, Japonya Öz-Savunma Birlikleri “cebir kuvveti” olduğundan, Japonya’ya yönelik herhangi bir silahlı saldırı durumunda “cebir kuvveti” kullanarak karşılık verecekti. Bu yoruma göre, yine aynı Japonya sınırları dahilinde askeri üslere sahip olan ABD ordusu bir “savaş kuvveti”ydi. Bu yüzden, Japonya ile ABD arasında Güvenlik Anlaşması olmasına karşın, “savaş kuvveti” olan ABD ordusu ile “cebir kuvveti” olan Japonya Öz-Savunma Birlikleri’nin “ortak meşru savunma hakkı”nı kullanmak yoluyla birlikte askeri harekat düzenlerlerse anayasayı ihlal etmiş olacaklardı. Kısacası, “ortak meşru savunma hakkı”nın kullanılması Japonya Anayasası’na aykırıydı. Japonya Öz-Savunma Birlikleri “cebir kuvveti” olduğundan sadece “bireysel meşru savunma hakkı”na sahipti. Görüldüğü gibi, 9. Madde’nin 2. Fıkrası, Japonya-ABD Güvenlik Anlaşması şeklinde bir ikili askeri ittifak kurulmuş olsa da, “ortak meşru savunma hakkı”nın kullanılamayacağı şeklinde yorumlanagelmişti.

Bu yüzden Japonya’nın İngiltere örneğinde olduğu gibi kullanılması mümkün değildi. Yine bu yüzden, 2000 yılındaki Armitage Raporu ’nda Japonya’nın, İngiltere’nin Avrupa’da üstlendiği gibi bir rol üstlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Bu açıkça Japonya Anayasası’nın 9. Madde 2. Fıkrası’nın değiştirilmesi yoluyla Japonya’nın Japonya – ABD Güvenlik Anlaşması şeklindeki ikili askeri ittifaka dayanarak “ortak meşru savunma hakkı”nı kullanabilecek bir ülke haline gelmesi yönünde bir baskıydı.

Bu anlamda, 2003 - 2004 yıllarında Japonya’nın, İngiltere örneğinde olduğu gibi ABD’nin küresel stratejisi içinde kullanılıp kullanılmayacağına ilişkin belirleyici bir döneme girilmişti. Diğer bir deyişle, 9. Madde’nin 2. Fıkrası mevcut olduğu için, Japonya’nın Kuzey Kore tarafından “silahlı bir saldırıya hedef olması halinin tahmin edildiği hal” gerekçesiyle ABD’nin Kuzey Kore’ye saldırmak için gerekli “ortak meşru savunma hakkı”nın aracı olarak Japonya’yı kullanması mümkün olmuyordu. Durum böyle olduğu için de, 9. Madde’nin değiştirilip değiştirilmemesi, doğrudan doğruya Japonya’nın ABD’nin savaş politikasına katkıda bulunup bulunmayacağı hakkında belirleyici bir siyasal çatışma noktası olmuştu. Fakat, 1990’lı yıllardan bu yana, Körfez Savaşı’ndan bu yana İçiro Ozava’nın önderlik ettiği siyasi hareketin “9. Madde yüzünden uluslararası topluma destek olamıyoruz” şeklinde özetlenebilecek argümanı yoluyla kamuoyu dönüştürülegelmişti ve acilen toplumsal bir hareket başlatılmazsa 9. Madde’nin değiştirileceğine dair kaygıların yoğun olduğu bir ortamda “9. Madde Derneği” kuruldu.

“9. Madde Derneği” olarak 2004-2005 yıllarında ülkenin başlıca kentlerinde konferanslar düzenledi. Bunun nedeni kitlesel medyanın yayın yapmamasıydı. Medya yayın yapmıyorsa, biz kendimiz medya oluruz diyerek konferans dizileri düzenledik. Tüm salonlar doldu taştı diyebilirim. 30 Temmuz 2005 günü Ariake Coliseum Spor Salonu’nda on bin kişinin izlediği bir toplantı yaptık ve faaliyetlerimiz kitlesel medyada da yer almaya başladı.
“9. Madde Derneği”nin çağrısı, “9. Madde’ye sahip bir Japonya’yı seçme hakkına sahip bireyler olarak yeniden tercih edip, onu korumak için elimizden geleni yapalım” şeklindeydi. Bu çağrıya karşılık ülkenin her yerinde küçüklü büyüklü 9. Madde dernekleri kuruldu. 2005 yılı sonunda iki bini aşkın 9. Madde derneği oluşmuştu. 2006 yılı sonunda bu sayı dört bini aştı. 2007 yılı sonunda ise yedi bini aşkın dernek kurulmuş oldu.

Bu yüzden, Koizumi hükümetinin programını devralarak Kuzey Kore’ye karşı katı tutum politikasını hükümet politikası yapan Abe hükümeti (2006-2007), kendi döneminde yeni anayasayı onaylayacağını söylüyordu. 28 Ekim 2005 tarihinde LDP 9. Maddenin 2. Fıkrasını ortadan kaldıran yeni anayasa tasarısını meclise resmen göndermişti. Abe hükümeti bu düzenlemeyi gerçekleştireceğini vaad ediyordu. 2007 yılı Nisan ayında, bizim “Anayasal Değişiklik Prosedürü Yasası” diye andığımız “Referandum Yasası” meclisten geçme aşamasındaydı. Bu tarihlerde Yomiuri Şimbun Gazetesi gelenek haline getirdiği kamuoyu yoklamasını yaptı. Gazete, üç yıl boyunca her yıl anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmemesi gerektiği görüşünün artmakta ve değiştirilmesi gerektiği görüşünün azalmakta olduğunu açıkladı. Bu sırada meclisteki özel komisyonda dönemin ana muhalefet partisi Japonya Demokratik Partisi’nin (JDP) Referandum Yasası Tasarısı LDP ile koalisyon ortağı Komei Partisi’nin desteğiyle görüşülmekteydi. Ancak, sözkonusu Yomiuri Şimbun gazetesinin kamuoyu yoklaması sonuçlarının açıklanmasından on gün sonraya denk gelen 18 Nisan 2007 günü dönemin JDP Başkanı İçiro Ozava özel komisyondaki JDP temsilcisi –şimdi JDP Genel Sekreteri olan- Yukio Edano’yu bu görevden aldı. Kısacası, JDP, Abe hükümetinin anayasayı değiştirme çizgisinden ayrıldığını ortaya koymuş oldu. JDP işbirliği yapmadığı için, LDP-Komei koalisyonu 14 Mayıs 2007’de Temsilciler Meclisi’ndeki sayısal üstünlüklerine dayanarak Referandum Yasası’nı meclisten geçirdi. Fakat, Abe hükümetinin bu katı tutumu toplumda büyük bir kaygı yarattı. 29 Temmuz 2007’de yapılan Üst-Meclis seçimlerinde LDP ve Komei Partisi – Temsilciler Meclisi’ndeki ezici çoğunluklarına rağmen- ağır bir yenilgi aldılar ve böylece JDP başta olmak üzere muhalefet partilerinin Üst-Meclis’te çoğunluğu aldığı asimetrik bir yapı ortaya çıktı.

Bu anlamda, Abe hükümetinin anayasanın barışçı hükümlerini değiştirme çizgisine karşı “9. Madde Derneği”nin yapılandırdığı halk kitlelerinden gelen “hayır” sesi ciddi bir politika değişikliği sağlamış oldu.

2008 yılı Nisan ayının ilk haftası yayınlanan Yomiuri Şimbun gazetesinin geleneksel kamuoyu yoklaması on beş yıllık bir aradan sonra anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmemesini isteyen insanların sayısının değiştirilmesini isteyenlerin sayısını aştığını ilan ediyordu. Burada zikredilen “on beş yıllık bir aradan sonra” ifadesi Japonya’daki anayasal değişiklik tartışmalarının tarihi açısından oldukça büyük bir önem arzediyor. Bu ifade 2008 yılına ait olduğuna göre, 1993 yılından beri Yomiuri Şimbun gazetesinin düzenlediği her kamuoyu yoklamasında anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmesini isteyenlerin çoğunlukta olduğu ve bu güç ilişkisinin 2008 yılında değiştirilmiş olduğu anlaşılıyor.

soL:“On beş yıllık bir aradan sonra” ifadesinin önemine değindiniz. Bu önemi açabilir misiniz? 1993 yılının anayasal değişiklik tartışmaları açısından anlamı neydi?

Prof. Yoiçi Komori: “1955 düzeni”nin yıkıldığı yıldır, 1993 yılı. LDP’nin her seçimde tek başına iktidara geldiği düzenden, koalisyonlar düzenine geçişin yılı. Bu yeni dönemin en önemli politik sorunu da anayasanın 9. Maddesi oldu, diyebiliriz. Sadeleştirirsek, bu sorunun Körfez Savaşı’yla ilintili olduğunu görürüz. 1990 yılında Irak Kuveyt’i işgal etti. 1989 yılında baba Bush ile Gorbaçev soğuk savaşın sona erdiğini ilan etmişlerdi. O ana kadar işlevsiz kalmış olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi işlev kazanmıştı. Yine 1989 yılında meydana gelen Tienanmen olaylarından ötürü Çin’in de katı bir tutum alamamasından dolayı, Irak’a karşı askeri müdahaleyi de içeren ekonomik yaptırım kararı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde onaylandı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nü esas alan bir askeri müdahalenin de mümkün kılındığı bir ekonomik yaptırım sözkonusuydu. 15 Ocak 1990’a kadar Irak Kuveyt’ten çıkmazsa bu karar uygulanacaktı.

Bu esnada Japonya’da Toşiki Kayfu hükümetiyle LDP tek başına iktidardaydı ve zamanın LDP Genel Sekreteri henüz kırklı yaşlarda olan İçiro Ozava’ydı. İçiro Ozava’nın bu genç yaşta LDP Genel Sekreteri olmasının ardında 1989 yılında Takeşita Noboru hükümeti zamanında meydana gelen Recruit Skandalı ile LDP’li başlıca politikacıların ciddi yolsuzluklar içinde olduklarının anlaşılmış olması vardı. Bu yüzden, başbakan olabilecek nitelikteki LDP’li politikacılar olarak ancak para toplamayı beceremeyen yeteneksiz kişiler ya da ılımlılar sayılabiliyordu. Ilımlı kanattansa Kayfu’nun elzem olduğu ve Tanaka hizbinden Ozava’nın denetleyici eleman olarak sokulduğu bir hükümet sözkonusuydu.

İşte Ozava’nın Genel Sekreter olduğu bu koşullar altında, 1990 yılını sonbaharında, ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı çıktığını bahane ederek Barış Gücü’ne Öz-Savunma Birlikleri’nden kuvvet göndermesi yönünde Japonya’ya baskı yapmaya başladı. Ozava’nın Genel Sekreterliğini yürüttüğü LDP, 1990 yılında meclise Körfez Savaşı’na asker göndermek üzere Birleşmiş Milletler Barış İşbirliği Yasa Tasarısı’nı sundu. Bu yasa tasarısının sunulması, Öz-Savunma Birlikleri’nin yurtdışına gönderilmesini anayasa ihlali sayan geleneksel LDP yorumunu açıkça tersine çeviren bir hareketti. O zamana kadar LDP sürekli tek başına iktidardaydı ve Öz-Savunma Birlikleri’nin yurtdışına gönderilmesini anayasa ihlali sayan konumunu hiç değiştirmemişti. Japon idari yapısında Kabine Ofisi Mevzuat Dairesi adında meclise getirilen yasa tasarılarının anayasa ihlali içerip içermediğini takip eden bir daire vardır. 1990 yılı sonbaharında Ozava’nın önderliğinde LDP tarafından sunulan sözkonusu Birleşmiş Milletler Barış İşbirliği Yasa Tasarısı hakkında Kabine Ofisi Mevzuat Dairesi Başkanı “anayasal ihlal şüphesi bulunduğunu” söylemişti. Bu uyarı karşısında başbakan Kayfu yeterli bir açıklama yapamamış ve zaman darlığından ötürü tasarı çekilmişti. (Yirmi yıl önce yaşanan bu olayı unutmayan İçiro Ozava bu yıl meclisten geçirmeye çalıştığı Mecliste Reform Yasa Tasarısı’na kabine bürokratlarının söz hakkını kısıtlayıcı hükümler koydurdu. Ozava yirmi yıl öncesini anımsıyor fakat, toplum bunları unuttu. Bu konuları yirmi yıl öncesinden ele almamız gerektiğini vurgulamak istiyorum.)

Kısacası, Birleşmiş Milletler Barış İşbirliği Yasa Tasarısı yasalaşmadı ve Japonya Öz-Savunma Birlikleri gönderilemedi. Bu sırada ABD kamuoyunda “balon ekonomisi” denen dönemin refahından tek başına yararlandığını düşündükleri Japonya’ya yönelik öfke yayılmaktaydı. ABD biraz da bu ortamdan faydalanarak Japonya’nın “zor durumlarda sadece para verdiği, terini ve kanını esirgediği” söylemiyle baskısını artırdı. Bunlar İçiro Ozava başta olmak üzere LDP liderlerinin yaşadığı Körfez Savaşı Travması’nın kaynaklarıdır. Bir yolunu bulup Öz-Savunma Birlikleri’ni denizaşırı çatışma bölgelerine göndermeleri gerektiğini hissediyorlardı. Bilindiği gibi ABD daha sonra daha net bir ifadeyle “bayrağınızı gösterin” (show the flag) diye eklemişti.
Bu yüzden Kayfu iktidarında İçiro Ozava, öncelikle LDP’nin geleneksel anayasa yorumunu değiştiren inceleme komisyonunu oluşturdu. Diğer bir deyişle, “ortak meşru savunma hakkı”nın kullanılmasını ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararına dayanarak Öz-Savunma Birlikleri’nin denizaşırı ülkelere gönderilmesini mümkün kılacak mantığı kurmuş oldu. Bu Ozava grubunun yaklaşımı oldu. Hemen ardından, Öz-Savunma Birlikleri’nin BM Barış Gücü’ne katılamayacakları, fakat, çatışma sonrası demokratik seçimlerin gözlenmesi gibi BM Barışı Koruma Operasyonları’na gönderilebilecekleri bir yasa tasarısını meclise gönderdi. Fakat, Toşiki Kayfu LDP başkanlık seçimlerinde aday olmayacağını açıkladı. Bu durumda, LDP içerisinde ılımlı kanat dışında başkan adayı kalmamıştı. Meclise Barışı Koruma Operasyonları’na dair yasa tasarısı sunulup, Ozava’nın inceleme komisyonu sonuç raporu sunulduktan sonra 1991 yılında LDP’nin son ılımlı kanat iktidarı olan Kiiçi Miyazava hükümeti başa geçmiş oldu.
1990-1991 yıllarındaki bu tartışmalar önemlidir çünkü, 1991 yılında dünyanın tüm ülkeleri Japonya’nın ABD ile birlikte Irak’a geleceğini düşünüyorlardı. Elbette, Japonya araştırmacılarının küçük bir kısmı Japonya Anayasası’nın 9. Madde hükümlerini biliyorlardı fakat, Japonya’nın Öz-Savunma Birlikleri’ni Körfez Savaşı’na gönderememesi, tüm dünyadaki sıradan insanların Japonya anayasasının barışçı 9. Maddesi’ni tanımalarına yol açtı. ABD’nin en büyük müttefikinin ABD’den tamamen farklı bir yaklaşımı anayasal olarak barındırdığı gerçeği tüm dünyada anlaşılmış oldu. Özellikle, Çin ve Kore Yarımadası insanları arasında yaygınlaşan “Japonya’nın giderek büyük bir askeri kuvvet olmaya başladığına dair” endişeler, Öz-Savunma Birlikleri’nin bir “ordu” olmadığının anlaşılmasıyla dağılmaya yüz tuttu. Bu durum, Kiiçi Miyazava hükümetinin daha sonra “Doğu Asya Topluluğu” fikrini ortaya koymasına ortam sağlamış oldu.

Neticede 1991 yılında Barışı Koruma Operasyonları’na dair yasa tasarısı meclisten geçirildi. Ancak, Kiiçi Miyazava hükümeti LDP’nin ılımlı kanadının geleneksel yaklaşımını güçlü bir biçimde savunarak İçiro Ozava’nın önerdiği anayasa yorumuna ilişkin konumu açıkça reddetmişti. Diğer bir deyişle, Öz-Savunma Birlikleri’nin ancak “savaş dışı” bölgelere gönderilebileceğini, herhangi bir silahlı çatışma sözkonusu olan bölgelere gönderilemeyeceğini savunmaktaydı. Dolayısıyla, 2003 yılında Koizumi hükümeti Öz-Savunma Birlikleri’ni Irak’a gönderirken mecliste bu “savaş dışı bölge” sorunu yoğun tartışmalara yol açtı. Muhalefetten gelen “savaş halindeki Irak’ta neden sadece Samava’nın savaş dışı bölge kabul edildiği” sorusu karşısında başbakan Koizumi’nin “Öz-Savunma Birlikleri’nin gittiği yerler savaş dışı bölge kabul edilir” şeklinde neden-sonuç ilişkisini ters çeviren bir yanıt vermek zorunda kalmış olması da 1993 yılında Kiiçi Miyazava hükümetindeki Barışı Koruma Operasyonları’na dair tartışmalara dayanmaktaydı. Ayrıca, “savaş dışı bölge”ye gittikleri için silah da götürmeyeceklerdi. Birlikte giden sivil polislerle aynı mevzuattan, yani Emniyet Görevlerinin Uygulanması Yasası’ndan yararlanılarak, polislerle aynı şekilde sadece tabanca ve cop bulundurabileceklerdi. Kısacası, Japonya dışında silah kullanmama ilkesi de bir devlet politikası olarak bu dönemde oluşmuştu.

Bu bakımdan, 1990-1991 yıllarındaki meclis tartışmaları aracılığıyla Japonya Anayasası’nın 9. Maddesi’nin geçerliliği ve uygulanabilirliği, bir başka deyişle bu maddenin devletin askeri kuvvetini nereye kadar sınırlayabildiği hem ulusal hem de uluslararası anlamda açıklık kazanmış oldu. Buna karşı İçiro Ozava ve arkadaşları “9. Madde yüzünden uluslararası topluma destek olamıyoruz” şeklinde geliştirdikleri argüman yoluyla anayasaya düşmanca gözlerle bakan bir kamuoyunu Yomiuri Şimbun gazetesiyle güçbirliği halinde oluşturmaya başladılar. “Uluslararası topluma destek olabilen normal bir devlet olalım” sloganıyla 9. Madde’nin varlığını anormal bir durum sayan iddialarını bu dönemde geliştirmeye başladılar.

Ancak, 9. Madde’nin varlığından ve işlevinden haberdar olunduğundan Kiiçi Miyazava hükümeti, Asya ülkeleriyle yeni bir ilişki geliştirmeye çaba harcamaya başladı. Özellikle, Güney Kore ve Kuzey Kore’nin birlikte Birleşmiş Milletler’e üye olmalarıyla Asya’daki soğuk savaş yapısının sona erdiği koşullarda, ABD’nin Körfez Savaşı sonrası küreselleşmede özellikle finans alanında Amerikan standartlarını dünyaya mal etmeye çalışmasına karşı direnmek üzere Asya Ekonomi Kurumu ve benzeri yapılanmalar ortaya konmuştu. Baba Bush hükümeti ve daha sonraki Clinton hükümeti bu tavrı kırmaya çalıştılar. Bunun için Kuzey Kore’yi Doğu Asya’nın yeni düşmanı rolüne büründürdüler.

Bilindiği gibi 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı. O zamana kadar Kuzey Kore’nin kullandığı enerjinin büyük kısmını sağlayagelen Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bu enerji aktarımı durdu. Kuzey Kore, derin bir enerji krizi ve ekonomik bunalımla karşı karşıya kaldı. Sovyetler Birliği’nin bıraktığı nükleer tesiste elektrik üretmek istedi ancak, Clinton hükümeti bunun Kuzey Kore’nin dahil olarak imzaladığı Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Andlaşması’na ve Kore Savaşı Ateşkes Anlaşması’na aykırı olduğunu iddia ederek Kuzey Kore karşıtı kampanyayı 1993 yılında başlatmış oldu.
Kuzey Kore sorununun yeniden bir kriz konusu haline gelmeye başladığı koşullar altında ortaya çıkan genel durum Japonya’da sağ muhafazakar politikacılar, özellikle politikacı ailelerin ikinci kuşak ve üçüncü kuşak politikacılar arasında büyük bir kriz habercisiydi. İkinci ve üçüncü kuşak politikacıların milletvekili olmaları kendi bireysel yeteneklerine dayanmıyordu. Sadece babalarının ya da dedelerinin milletvekili olmalarından ötürü onlar da milletvekililerdi. İş dedelerine uzandığında görüyoruz ki bu dedelerin çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası savaş suçlarından yargılanmış kişilerdi. (Tipik bir örnek eski başbakan Şinzo Abe’dir. Abe’nin anne tarafından dedesi A Sınıfı savaş suçuyla yargılanmış olan Nobusuke Kişi’dir.)

Bunun kritik bir sorun olmasının nedenlerini biraz daha açalım. Az önce belirttiğim gibi Güney Kore ve Kuzey Kore aynı anda Birleşmiş Milletler’e üye olmuşlardı. Güney Kore, 1965 yılında Japonya’yla imzaladığı anlaşmayla İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin savaş tazminatı talebinden feragat etmişti. Bu feragat, Kore Savaşı koşullarında imzalanan San Fransisco Barış Antlaşması düzenine denk geliyordu. Savaş tazminatı ödetilmesi durumunda Japonya Kore Savaşı’na lojistik destekte bulunamayacağından ABD Güney Kore’yi tazminattan vazgeçirmişti. Japonya ile diplomatik ilişki kurmak, San Fransisco Barış Antlaşması’na katılmak, diğer bir deyişle savaş tazminatı ya da sömürgeleştirme sorumluluğu talebinde bulunmamak anlamına geliyordu. Doğaldır ki Kore Savaşı’nda düşman konumda bulunan Kuzey Kore bu düzene dahil değildi. Bu yüzden Kuzey Kore resmi olarak savaş tazminatı, savaş sonrası tazminatı ve sömürgeleştirme sorumluluğu talebinde bulunabilecek tek ülke olarak belirginleşti. Bu anlamda Kuzey Kore’ye düşmanca gözlerle bakmak sadece Clinton’a özgü değildi bu tavır Japonya’nın muhafazakar politikacılarının ya da İkinci Dünya Savaşı’nda savaş suçlarına bulaşmış hareketlerin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. Tüm bunlar birlikte hareket ederek Kuzey Kore krizini derinleştirmişlerdi.

Ancak, Kiiçi Miyazava hükümeti, “orduya bağlı rahatlatıcı kadınlar” (askeri genelevler) sorunu hakkında bir hükümet araştırması yaptırmış ve Güney Kore meclisinde özür dilemişti. Bu sorun hakkında Güney Koreli rahatlatıcı kadınlar ile birlikte Kuzey Koreli rahatlatıcı kadınlar da dava açmışlardı. Bu ise ancak Güney Kore’de demokratikleşme mücadelesini kazanan Kim Young-Sam’ın başa geçmesiyle mümkün olmuştu. Daha sonra Kim Dae-Jung’un devam ettireceği bir politika olarak, Kim Young-Sam Kuzey Kore’yle tamamen barışa yönelmese de düşmanca yaklaşımlardan vazgeçilmesi yönünde çaba harcıyordu ve bu durum da Japonya’daki muhafazakar hareketlerin endişelerini artırıyordu.

Öte yandan, ortaya çıkan Recruit Skandalı nedeniyle siyasi reformlar da bu dönemin gündeminde önem arzediyordu. Ancak, Ozava ve arkadaşları bu gündemi de kaydırdılar. Sadece milletvekillerine yönelik firma ve kuruluş bağışlarını yasaklayan bir tasarı geliştirmeleri yeterliydi ancak, onlar “çoğunluk oyu sisteminden ötürü politika yapmak için çok para gerektiğini, bu yüzden de politikacıların para konularında ahlak yitimine uğradıklarını” iddia edip, “çoğunluk oyu sistemi yerine devredilemez tek oy sistemi olursa siyasi reform gerçekleşmiş olur” diyerek sorunun mantığını kaydırdılar. 1990 – 1991 yılları arasında tartışma bu yönde olgunlaştırıldı ve 1992 yılında artık siyasi reform dendiğinde “devredilemez tek oy sistemi”ne geçiş anlaşılıyordu. Medya da bu yönde yayın yapıyordu. Fakat, LDP’nin ılımlı kanadı, anayasayı değiştirmek üzere gündeme getirilen “devredilemez tek oy sistemi”ne geçişe karşı çıkmaktaydı.

Bu yüzden Kiiçi Miyazava hükümetinin siyasi reform konusunda istekli olmadığı yönünde bir kampanya yürütüldü ve 1993 yılı Haziran ayında muhalefetin getirdiği güvensizlik oyu önerisi, Ozava’nın inceleme komisyonuna katılıp Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı olduğunda Öz-Savunma Birlikleri’nin denizaşırı ülkelere gönderilmesinin mümkün olduğunu savunan milletvekillerinin desteğiyle meclisten geçti. Böylece Kiiçi Miyazava hükümeti düşürülmüş oldu. Alt-Meclis dağıldı ve genel seçimlere gidildi. Tam bu esnada İçiro Ozava, Tsutomu Hata’yı öne sürerek Yeni Parti’yi kurdu ve LDP’den ayrıldı. Hemen sonra Yukio Hatoyama da Yeni Öncü (Sakigake) Partisi’ni kurarak LDP’den ayrıldı. Eski Tanaka hizbine mensup olanlar ayrıldıkları için LDP seçimlerde büyük bir yenilgiye uğradı. Japonya Sosyalist Partisi de iktidar için yeterli oyu alamadı. Ozava’nın Yeni Partisi oldukça başarılı olmuştu. Bu parti öncülüğünde yedi parti ve bir grubun koalisyonuyla LDP’ye karşı olan ama Japonya Komünist Partisi’ni de dışlayan Morihiro Hosokava hükümeti 1993 yılının Temmuz ayı sonlarında kurulmuş oldu.

Böylece LDP’nin tek parti egemenliği sona erdi, “1955 düzeni” yıkıldı ve koalisyonlar dönemine girildi. İşte tüm bu dönüşümün yaşandığı 1993 yılından itibaren yapılan kamuoyu yoklamalarında anayasanın barışçı hükümlerinin değiştirilmesini isteyenlerin çoğunlukta olduğu görülüyordu.

soL:1993 yılında yaşandığını belirttiğiniz bu dönüşümden sonraki süreci özetleyebilir misiniz?

Prof. Yoiçi Komori: Morihiro Hosokava’nın hükümetin başına gelir gelmez İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin yıldönümü olan 15 Ağustos gününü takip ederek işgalci savaştan Japonya’nın çektirdiği acılardan ötürü Asya ülkelerinden özür dilemesi, iktidarı paylaşan muhafazakarlar arasında başbakan Hosokava’ya karşı ciddi bir memnuniyetsizlik yarattı.

Öte yandan, ABD Kuzey Kore’ye karşı düşmanca tutumunu kuvvetlendirdi ve ikinci bir Kore Savaşı’nın patlak vereceğine dair endişe 1993 sonunda 1994’e kadar tüm bölgede hissedildi. Fakat, Hosokava hükümetinin koalisyon ortaklarından olan Japonya Sosyalist Partisi (JSP), Kim İl-Sung başkanlığındaki Kore İşçi Partisi’yle dostluk ilişkileri içindeydi. ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik askeri bir müdahalede bulunması -ki Clinton hükümeti bunun simülasyonunu yapmaktaydı- ve Kore Yarımadası’nda bir savaş durumu ortaya çıkması halinde gizli anlaşmalara dayanarak Japonya Öz-Savunma Birlikleri de harekete geçmek zorunda kalacaktı. Böyle bir durumda JSP’nin iktidar ortakları arasında bulunması sorun teşkil edecekti. JSP’nin koalisyondan uzaklaştırılması için de Morihiro Hosokava’nın düşürülmesi gerekiyordu.

Hosokava hükümetini düşürmek de o kadar kolay olmayacaktı. Dışarıdan bakıldığında en ikna edici neden bütçe tasarısının meclisten geçmemesi olurdu. Bu yüzden İçiro Ozava, o zamana kadar Japon vergi sisteminde örneği olmayan özel amaçlı bir vergi düzenlemesi olan Ulusal Sosyal Hizmetler Vergisi’ni bütçe tasarısına yerleştirtti. Neticede bu yüzden tasarı meclisten geçmedi ve 1994 yılının Nisan ayında Hosokava başbakanlıktan istifa etti. (Bu planı gerçekleştirerek Hosokava’nın düşürülmesine katkı sunan kişi de Şizuka Kamei’nin atadığı ve İçiro Ozava’nın fikrine dayandığını belirten dönemin maliye bürokratlarından olup şimdiki Japonya Posta İdaresi A. Ş. Başkanı Ciro Sato’ydu. Kısacası bugünkü durum bu olup bitenlerle bağlantılı.) Böylece JSP ve Yukio Hatoyama’nın başkanlığındaki Yeni Öncü (Sakigake) Partisi koalisyondan ayrıldı ve Tsutomu Hata’nın azınlık hükümeti kuruldu.
Ancak, Güney Kore’de Kim Young-Sam ile Kim Dae-Jung arasında geceli gündüzlü sürdürülen tartışmalardan “ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik olası bir askeri müdahalesine asla destek olunmayacağı, böyle bir durumda ABD’nin önce Seul’da Güney Kore’yle savaşması gerekeceği” sonucuna varıldı. Böylece herhangi bir askeri müdahalenin mümkün olmadığı açığa çıkınca, 16 Haziran 1994 günü Clinton eski devlet başkanlarından Jimmy Carter’ı özel yetkili elçi olarak Kuzey Kore’ye gönderdi. Carter, Kim İl-Sung’la görüştü ve ABD’nin Kuzey Kore’ye her yıl 500 bin ton petrol göndereceği ve 2003 yılına kadar bir nükleer enerji tesisi kuracağı sözünü vererek Kuzey Kore’nin kendi başına nükleer tesis geliştirme faaliyetlerinden vazgeçmesini talep etti. Sağlanan anlaşma sonucu ABD – Kuzey Kore Mutabakat Çerçevesi ilan edildi.

Doğaldır ki Japonya’da Kuzey Kore’ye ilişkin krizin çözüldüğü izlenimi uyanmıştı. Bu yüzden LDP’nin başına geçtiği halde başbakan olmayan genel başkan Yohei Kono, “1955 düzeni”nde en büyük rakibi olan JSP’nin başkanı Tomiiçi Murayama’yla görüşerek, meclisteki vekil sayısı bakımından LDP çoğunlukta olduğu halde Murayama’nın başbakan olacağı bir koalisyon hükümeti teklif etti. Murayama’nın bu teklifi kabul etti ve Tsutomu Hata hükümeti bir güvensizlik oyuyla düşürülerek 1994 yılı Haziran ayı sonunda LDP – JSP – Yeni Öncü (Sakigake) üçlü koalisyonu kuruldu. Böylece tam her şeyin yolunda gideceği düşünülürken ABD – Kuzey Kore Mutabakat Çerçevesi’ni oluşturan Kim İl-Sung Temmuz ayının başında vefat etti. Oğlu Kim Jong-İl’in Kuzey Kore’nin başına geçeceği anlaşılınca Clinton “ABD Devlet Başkanı’na eşdeğer bir görevin babadan oğula devredildiği bir totaliter devlet yönetiminin kabul edilemeyeceğini” açıkladı. Bu yeni bir kriz anlamına geliyordu.

Kuzey Kore krizinin yeniden alevlendiği bir ortamda, mecliste Ozava’nın yönlendirmesiyle sorulan bir soruya yanıt olarak Başbakan Tomiiçi Murayama, “Japonya – ABD Güvenlik Anlaşmasına bağlı kalınacağını ve Öz-Savunma Birlikleri’nin varlığının anayasaya uygun olduğunu” ifade ederek JSP’nin geleneksel yaklaşımını tersine çevirdi. Bu JSP açısından yıkım anlamına geliyordu.

Buraya kadarki aşamayla ilgili olarak, Bungey Şuncu dergisinin bu ayki sayısında yayınlanan Takaşi Taçibana ile Hiromu Nonaka’nın katıldığı söyleşide Hiromu Nonaka “Körfez Savaşı’nda ABD’ye verilen 13 milyar doların 3 milyarının İçiro Ozava’ya aktarıldığını ve Ozava’nın bu meblağı siyasi faaliyetlerinde kullandığını” ima ediyor. Kısacası, İçiro Ozava, önce LDP’nin tek başına iktidarda olduğu durumda bağlı kalmak zorunda kaldığı geleneksel anayasa yorumundan kurtulup, daha liberal bir yorum geliştirebilmek için LDP dışında bir iktidar partisi oluşturma arayışına girdi. 1993 – 1995 yılları arasında Ozava Darbesi adıyla da bilinen siyasette yeniden yapılanma süreci, LDP’nin ılımlı kanadının yıkılması, JSP’nin yıkılması, devredilemez tek oy sisteminin getirilmesi, iki büyük muhafazakar partinin hakim olduğu bir siyasi ortam yaratılması, mümkün olduğu sürece anayasaya getirilen yorumlarla Öz-Savunma Birlikleri’nin denizaşırı ülkelere gönderilmesi ve elden geldiği kadar geniş bir koalisyonla anayasanın barışçı maddelerinin metin olarak değiştirilmeye çalışılması şeklinde özetleyebiliriz.

Bu süreç açıkça ABD’nin askeri-sınai-siyasi bileşiminin ve Japon sermaye çevrelerinin niyetlerine tekabul ediyordu. Körfez Savaşı sonrasında Avrupa’daki sosyalist ülkeler de pazar haline gelmişti. Emek gücü de ucuz olduğundan Japonya’nın orada fabrikalar kurması öngörülüyordu. Böylece sadece Arap Yarımadası’ndan buraya petrol getirip, bu petrolü kullanarak ürün üretip ihraç etmek değil orada üretip Asya’da satmak da mümkün olacaktı. Doğu Avrupa’da ürettiklerini Çin’e satmak gibi. Diğer bir deyişle, Japon otomotiv sanayii ve elektronik sanayii açısından deniz ulaşım hatları büyük önem arzetmeye başlıyordu. Bu hatların ABD ordusu yerine Japonya Öz-Savunma Birlikleri’nce korunması arzu ediliyordu. Otomotiv ve ev elektroniği sanayiinin bekaası sözkonusu olduğundan bu sektörlerdeki büyük şirketlerde örgütlenen işçi sendikaları açısından da JSP gereksizleşmişti.
Devam edecek olursak, 1995 yılı sonbaharında Okinava’da bir ilkokul öğrencisi kız çocuğunun ABD askerlerinin tecavüzüne uğramasının yarattığı tepki ve Okinava Valisi’nin ABD üssünün arazi kullanımına dair işlemlerini imzalamayı reddetmesinin de etkisiyle 1996 yılı Ocak ayında Tomiiçi Murayama hükümeti istifa etti. Ancak, seçime gidilirse halihazırda yasalaşmış olan devredilemez tek oy sistemi endişe uyandırdığından, koalisyon içinde bir anlaşmaya varılarak yeni hükümet LDP’li Ryutaro Haşimoto başbakanlığında kuruldu. 1990’lı yılların ikinci yarısında bundan sonraki süreç, konumuzla ilgili olarak, Okinava’daki Futemma Üssü’nin boşaltılması vaadiyle Japonya-ABD Güvenlik Anlaşması’nın yeniden tanımlanması, diğer bir deyişle, Japonya çevresinden ibaret olan anlaşma kapsamında deniz ulaşım hatlarını da içeren bir değişiklik ve buna dayanan mevzuat değişikliklerinin yapılması şeklinde ilerledi. Böylece Japonya-ABD Güvenlik Anlaşması’nın kapsamı küresel anlamda genişletilmiş oldu. Daha sonraki Koizumi hükümetiyle devam eden süreç ise söyleşimizin başında aktardığım gibi.

soL: Bu süreçte ilgimizi çeken diğer bir nokta İçiro Ozava’nın Afganistan konusunda lojistik destek vermeyi sürdürebilmek için Japonya’nın ISAF’a katılmasını arzu ettiğini ima eden sözleri olmuştu.

Prof. Yoiçi Komori: Bakın bunu anlayabilmek için İçiro Ozava’nın 1991 yılında kurduğu inceleme komisyonu çalışmalarında ortaya çıkan mantığa bakmamız gerekir. Bu mantığa göre, anayasanın 9. maddesi neticede bir maddeydi. Bunun üstünde anayasanın önsözü vardı. Önsözün ikinci paragrafının Kalıcı Barış İlkesi olarak da anılan ilk cümlesi “Japon ulusu, kalıcı bir barış dileyerek, insanlar arasındaki ilişkilere egemen olan yüce idealleri derin bir farkındalıkla kavrayıp, dünyanın barışsever uluslarının adalet ve sadakatine güvenerek güvenlik ve varlığımızı korumaya karar vermiştir” şeklindedir. Ozava’nın inceleme komisyonu bu cümleyi esas almıştı. Diğer bir deyişle, Irak’ın Kuveyt’e saldırması, “dünyanın barışsever uluslarının adalet ve sadakati”nin askeri bir güç tarafından çiğnendiği anlamına geliyordu. BM Güvenlik Konseyi ise “dünyanın barışsever uluslarının adalet ve sadakati”nin korunup korunmadığını denetleyen bir BM organıydı ve Körfez Savaşı bu BM organının gerekli gördüğü bir yaptırımdı. Kısacası, bu mantığa göre, Japon ulusunun “güvenlik ve varlığı”nın dayanağı “dünyanın barışsever uluslarının adalet ve sadakati”nin korunması olduğundan ötürü, bunlar askeri bir saldırıyla çiğnendiklerinde ve BM Güvenlik Konseyi kararı sözkonusu olduğunda, tamamen silahla donatılmış Öz-Savunma Birlikleri’nin dünyanın her yerine gönderilebileceği sonucuna varılıyordu. Bu bakımdan, Ozava’nın mantığına göre, Afganistan’daki ISAF, BM Güvenlik Konseyi kararına dayalı askeri müdahaleyi de içeren destek faaliyetleri olduğundan dolayı, bu faaliyetlere Öz-Savunma Birlikleri’nin katılmasında beis yoktur.
Böylesi bir mantığa sahip olduğu için, o sırada JDP başkanı olan İçiro Ozava, Japonya’nın ABD’ye Hint Okyanusu’nda lojistik destek vermesini sağlayan Terör Önlemleri Özel Yasası’nın yürürlük süresinin tamamlanacağı 1 Kasım 2007 günü dönemin LDP’li başbakanı Yasuo Fukuda ile görüşerek büyük koalisyon teklifini iletti. Bu ana kadar İçiro Ozava’nın deyim yerindeyse darbe yapmayı sürdürdüğünü görüyoruz.

Fakat, daha sonra İçiro Ozava’nın Kuzey Kore’yi Asya’nın düşmanı gibi gösteren ABD çizgisini destekleme tavrından döndüğünü ve bu dönüşün 16 Eylül 2009 seçimlerinden hemen önce JDP başkanlığından indirilmesine neden olduğunu söyleyebiliriz.

Burada Ozava’nın JDP başkanlığından istifa etmesine yol açan soruşturmanın basında yeterince yer almayan ayrıntılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Özetle, olay, Ozava’nın seçim bölgesi olan Japonya’nın kuzeydoğusundaki İvate ilinde kurulu Nişimatsu Kensetsu adlı büyük inşaat firmasının 1990’lı yıllarda Ozava’ya yüklü miktarda para aktarmış olduğunun ortaya çıkması ve bunun üzerine özel sekreterinin istifa etmesiydi. Bizim bu sırada Nişimatsu Kensetsu firmasının ne yaptığına bakmamız gerekir. Nişimatsu Kensetsu firması eski bir kuruluş ve diğer bir çok firma gibi İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin’den zorla getirilen işçileri inşaat işlerinde çalıştırdığı biliniyor. Bunun tazminatıyla ilgili bir durum sözkonusu. Japonya devlet olarak bu döneme ilişkin tazminat taleplerinin tamamını reddedegeldi. Bu konuda açılan davaların çoğu kapandı. Fakat, bu Nişimatsu Kensetsu firması Çin’den zorla getirilen işçilerin tazminat taleplerini karşılayan bir uzlaşma tavrı içindeydi. Diğer bir deyişle, Ozava’yla yakın ve derin ilişkiler içinde bulunan bir inşaat firmasının devletin karşılamadığı tazminat taleplerini firma bazında karşılayıp Japonya-Çin yakınlaşmasını destekleyerek açıkça Çin yanlısı bir tavır içine girdiği şeklinde yorumlanabilecek bir durum sözkonusuydu.

Aslında Hatoyama hükümetinin kurulmasından hemen sonra 2009 yılının Aralık ayında Ozava’nın kendisini destekleyen milletvekilleri ve diğer ilgililerden oluşan 600 küsür kişilik bir heyetle Çin’e gidip Devlet Başkanı Hu Jintao tarafından ağırlanmasının da bu tavır değişikliğiyle ilintili olduğunu düşünüyorum. ABD yanlısı çizgiden Çin yanlısı bir çizgiye dönüştür bu. Eklemek gerekirse, Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Xi Jingping’in Japonya ziyaretinde İmparator’la görüşme talebine aracılık ederek protokol teamüllerine aykırı olmasına rağmen bu görüşmenin gerçekleşmesini sağlayan kişinin Ozava olduğu yönündeki haberler de bu çizgi değişikliği izlenimini destekliyor. Aslında bu talebi Ozava’ya ileten kişi Kuzey Kore konusundaki Altılı Müzakereler’i yöneten Wu Dawei’di. (Bu olaydan sonra Wu Dawei başka bir göreve verildi.)

Açık olan o ki, bu süreçte Ozava elinden geldiğince Kuzey Kore sorununu Altılı Müzakereler yoluyla çözmeye çalışıyor. Altılı Müzakereler’in açılmasının nedeni Japonya’nın 9. Madde 2. Fıkra’ya sahip olduğu için İngiltere örneğinde olduğu gibi savaşa seferber edilememesiydi. Kuzey Kore açısından askeri saldırı ihtimalinin olmaması rahatlatıcı oluyor. Çünkü, nasıl olsa Japonya’da 9. Madde var. Bu yüzden Çin, ABD’nin Irak saldırısından bir kaç ay sonra Üçlü Müzakereler’I başlattı ve daha sonra bu Altılı Müzakereler olarak sürdürülegeldi. Ancak, Japonya açısından “Japonlara yönelik adam kaçırma olayları” sorunu yüzünden bu müzakereler yürümüyordu. Durum böyleydi.

Hatoyama hükümetine kadar “Japonlara yönelik adam kaçırma olayları” sorunu ve dolayısıyla Kuzey Kore karşıtlığı hükümet politikası haline getirilmişti. 2008 yılının kamuoyu yoklamasında anayasadaki barışçı hükümlerin değiştirilmemesini isteyenler çoğunluktaydı fakat, özellikle Aso hükümetinin Kuzey Kore’nin füze denemelerine aşırı vurgu yapmasının etkisiyle 2009 yılı Nisan ayındaki kamuoyu yoklamasında değişiklik isteyenlerin sayısı tekrar öne geçti. Hatoyama hükümeti bu çizgiyi sürdürmeyeceğini daha baştan açıkladığı için düşürüldü. Düşüren de Adalet Bakanlığı’na bağlı Özel Soruşturma Dairesi ve bu dairenin ABD’yle oldukça derin ilişkilere sahip olduğu biliniyor.

soL: 2009 Eylül’ünde iktidarın LDP’den JDP’ye geçmesi tüm dünya basınında tarihsel bir iktidar değişikliği olarak yansıtıldı..

Prof. Yoiçi Komori: Sadece 2009 yılındaki iktidar değişikliğinin tarihsel bir dönüşüm olarak algılanması yanlış olur. Bu değişiklik 1993 yılındaki iktidar değişikliğiyle, yani LDP – JSP karşıtlığına dayanan “1955 düzeni”nin yıkılmasıyla birlikte düşünüldüğünde anlam kazanır.

soL: 9. Madde’nin geçerli olduğu bu koşullarda, bundan sonra da ABD tarafından Kuzey Kore’ye yönelik bir askeri müdahale ihtimalinin uzak olduğu sonucuna varabilir miyiz? Geçtiğimiz Mart ayında Güney Kore’ye ait Cheonan askeri gemisinin batması olayında Kuzey Kore’nin suçlandığını gözlemiştik.

Prof. Yoiçi Komori: BM Güvenlik Konseyi’nde Kuzey Kore suçlanmamakla birlikte bir ilgisi olabileceğine işaret ediliyor. Fakat, örneğin, geçtiğimiz günlerde Fidel Castro bu olayın sorumlusunun ABD olduğunu söylemişti.

soL: Evet, Fidel Castro’nun bu açıklaması SoL’da da yer almıştı.

Prof. Yoiçi Komori: Yine Güney Kore’deki inceleme komisyonunun bir üyesi geminin batmasına neden olanın bir torpil olamayacağını söylüyor. Lee Myun-Bak hükümeti, yerel seçimlerden hemen önce meydana gelen bu olayı Kuzey Kore düşmanlığı söylemiyle buluşturup kamuoyunu etkileyerek kendi lehine kullanmaya çalıştı fakat, seçmenleri ikna edemedi. Bu bakımdan bölgedeki Kuzey Kore’ye yönelik düşmanca yaklaşımın daha fazla sürdürülemeyeceği belirginleşiyor.

Bu anlamda, Obama hükümetinde, ABD’nin askeri-sınai-siyasi bileşiminin siyasi kısmı değişti ancak, askeri kısmı değişmedi. Savunma Bakanı hala Robert Gates. Bu kesim nükleer strateji konusunda da en katı tutumu sergiliyor. Japonya’daki bürokrasi kurumu ise ABD askeri çevrelerinin niyet ve ihtiraslarını kendince tahmin ederek davranıyor. Hatoyama’nın Okinava’daki Futemma Üssü’nün boşaltılması konusunda başarısızlığa uğramasından sonra ortaya çıktı ki Japonya Savunma Bakanlığı yetkilileri de Dışişleri Bakanlığı yetkilileri de hiçbir çabada bulunmamıştı. Açıkça Hatoyama bürokratik düzeyde köşeye sıkıştırılmıştı. Karmaşık iktidar mücadeleleri sonucunda bu noktaya gelindiğini görmeliyiz.

soL:Fakat, ABD hala Japonya’da askeri üsler bulunduruyor.

Prof. Yoiçi Komori: ABD’nin hala Japonya’da askeri üs bulundurmasının nedeni, ABD ile Kuzey Kore arasında Kore Savaşı’ndan kaynaklanan savaş durumunun hala devam ediyor olması. En büyük sorun bu. Altılı Müzakereler’in en büyük hedefi ABD ile Kuzey Kore arasında bir barış anlaşması gerçekleştirmektir. Oğul Bush, iktidarda olduğu dönemin sonlarında Kuzey Kore’yi terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkardı ve 60 yıldır devam eden Kore Savaşı’nı bitiren lider olarak tarihe geçmek istedi fakat, buna Japonya engel oldu. Bu da Kuzey Kore’yi ikinci bir nükleer deneme yapmaya itti. Bu anlamda, Japon hükümetinin alacağı tavrın Doğu Asya’nın durumunda belirleyici bir etki yaratacağını söyleyebiliriz. 2000’li yılların ikinci yarısı tamamen dümenin hangi tarafa çevrileceğine ilişkin mücadelelerle geçti.

soL: Japon halkının çoğunluğu ABD’nin Japonya’daki askeri varlığı hakkında nasıl düşünüyor?

Prof. Yoiçi Komori: Doğrusu bu konuda bugüne kadar hiçbir ciddi araştırma yapılmadı. Kuzey Kore ve Çin tehdidi medya tarafından abartılarak işlendiği için 2000’li yılların ilk yarısında Japonya – ABD Güvenlik Anlaşması’nın vazgeçilmez olduğuna dair bir mantık geliştirildi. Kuzey Kore’ye karşı soğukkanlı bir yaklaşım ortaya konsa farklı olurdu. Okinava’daki Futemma Üssü’nün taşınması için yer araştırıldığında hiçbir beldenin kabul göstermemesine bakarsak, aslında kimsenin ABD üslerini kendi beldesinde istemediğini görürüz.

Başa dönerek sorumuzu tekrarlayabiriz. Neden ABD üsleri mevcut? Çünkü, Kore Savaşı bitmedi. ABD ordusu, Seul’daki BM Ordusu Komutanlığı’nın emri altındaki BM Ordusu olarak Japonya’da üslere sahip. Sorun da burada. Kore Savaşı sürüyor ve Seul’de BM Ordusu Komutanlığı bulunuyor. Cheonan askeri gemisi olayıyla ilgili olarak da “askeri yetkililer görüşme yapıyorlar” dendiğinde, bu Güney Kore’deki BM Ordusu Komutanlığı ile Kuzey Kore tarafı anlamına geliyor. En büyük engel bu. Sorun bir bakıma Japon halkının Kore Savaşı’nın henüz bitmediği ve bu savaş bitirilebildiğinde Doğu Asya’da güvenliğin bambaşka bir boyutta tezahür edeceği fikrine göstereceği anlayışta düğümleniyor. Bu düğümü çözmek geleceğimiz açısından çok önemli.

soL: Diğer yandan Japonya Öz-Savunma Birlikleri’nin Cibuti’de bir askeri üs kurmaya hazırlandığı söyleniyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Yoiçi Komori: 2009 yılında Aso hükümetinin son aylarında Deniz Korsanlarına Karşı Önlem Yasası mevzuata geçirildi. Bu yasayla Deniz Öz-Savunma Birlikleri’ne bağlı savunma gemilerinin -ki aslında bunlar muhriptirler-, deniz ulaşım hatlarından, özellikle Somali’yle Arap Yarımadası arasındaki Aden Körfezi’nden geçen Japon tankerleri ve diğer yük gemilerinin korunmasını üstlenmesi karara bağlanmış oldu. Cibuti’de bu koruma görevinin yerine getirilmesi için gereken yakıt ikmalini sağlayacak bir üs kuruluyor. Buradan çıkan o ki, ABD Donanması’na bağlı 7. Filo’nun işlevini yerine getirerek, deniz korsanlarına karşı önlem alma bahanesiyle deniz ulaşım hatlarının Japonya Öz-Savunma Birlikleri tarafından denetlenmesinin sözkonusu olduğunu görüyoruz. Bu çok tehlikeli bir anayasal yorum değişikliğine dayanarak Japonya Öz-Savunma Birlikleri’nin faaliyet alanının yerküreye yayılıp genişlemesine yol açacak tehlikeli bir girişim olarak görüyoruz.

soL:Bu çerçeveyle ilgili olarak yine Japonya, İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesinin üzerinden 65 sene geçmesine rağmen hala Rusya'yla resmi olarak barış anlaşması imzalayabilmiş değil. Üstelik son senelerde Japon parlamentosunda Güney Kuril adaları sorununa dair birtakım önemli kararlar alındığını görüyoruz. Nedir Japonya'nın Rusya'yla hala barış anlaşması imzalayamamış olmasının sebebi? Bunda ABD'nin rolü nedir?

Prof. Yoiçi Komori: Öncelikle, şu anda Rusya’da Medyedev iktidarında tarihin yeniden değerlendirilmesi yapıldığını gözlüyoruz. Japonya’da da basında yer alıyor. Japonya, Sovyetler Birliği’nin 9 Ağustos 1945’te başlattığı saldırıyı o zamana kadar geçerli olan Japonya – Sovyetler Birliği Saldırmazlık Anlaşması’nın ihlal edilmesi olarak değerlendiregeldi. Şimdi Rusya da bu günü Japon – Rus Savaşının Başlangıç Günü olarak meşrulaştırma yoluna gitmeye başladı.

Diğer bir deyişle, bundan sonra İkinci Dünya Savaşı’nın bitirilişine dair tarih bilincinin sorgulanması kaçınılmaz olacaktır. Bu aynı zamanda Japonya’da “kuzey toprakları sorunu” olarak bilinen Çişima (Kuril) Adaları ve Karafuto (Sahalin) Adası’nın durumunu etkileyecektir.
Sanırım, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı esnada iktidarda olan Kiiçi Miyazava hükümeti döneminde Rusya’ya yönelik ekonomik yardımı da içeren bir anlayışla yaklaşılabilseydi, “kuzey toprakları sorunu”nun pratik çözümü mümkün olabilirdi. Japonya adalardan oluşan bir ülke olduğu için, tüm yönlerde en uçtaki adanın aidiyeti bir toprak sorunu olarak gündeme geliyor. Güney Kore’yle yaşanan Takeşima (Dokdo / Liancourt) Kayalıkları sorunu ya da çeşitli zamanlarda Çin’le yaşanan sorunlar hep bu uçlardaki adalarla ilgili sorunlar. Bütün bunlara toplu olarak Doğu Asya’nın güvenlik sistemi içerisinde nasıl yaklaşılması gerektiğine bakmak önemli. Böyle bir çerçevede çözüm sağlanmazsa, toprak sorunlarına yapılan vurgu neticede milliyetçiliğe varacaktır.

Aslında bu sorunda da Altılı Müzakereler önemli. Altılı Müzakereler’e Kore Savaşı’nda taraf olan altı ülke katılıyor. Kore Savaşı devam ederken San Fransisco Barış Andlaşması imzalandı ve Japonya’nın toprakları (sınırları) da orada belirlendi. Orada feragat edilen bir toprağa daha sonra sahip çıkılması sözkonusu. San Fransisco Barış Andlaşması’nın yetersizliği de bu noktada beliriyor. San Fransisco Barış Andlaşması, Japonya’yı işgal etmiş olan ABD’nin BM Ordusu olarak Kuzey Kore’ye karşı savaştığı, Çin Halk Cumhuriyeti’nden gönüllü birliklerin savaşa katıldığı ve bunlara Sovyetler Birliği’nin arka çıktığı bir ortamda, Kuzey Kore, Çin Halk Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği ve daha sonra Sovyetler Birliği’yle Varşova Paktı’nı oluşturacak olan Doğu Avrupa ülkeleri dışlanarak imzalanmıştır. Çelişkiyi barındıran bu anlaşmayla oluşturulan düzenin kendisidir. Altılı Müzakereler yoluyla Kore Savaşı’nı sona erdirmek, Kore Savaşı esnasında kurulan San Fransisco Barış Andlaşması düzenini de sona erdirmek anlamına gelecektir.

Kuzey Kore nükleer silahtan arındırılır. Güney Kore nükleer silaha sahip değildir. Japonya ise dünyanın tek nükleer bombaya maruz kalmış ülkesi olarak Nükleer Silahlara Karşı Üç İlke’ye bağlı bir ülkedir. Nükleer silahlardan arındırılmış bir yarımada ve bir adalar dizisi, dünyanın en fazla sayıda nükleer silahını bulunduran ülkeleri ABD, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden oluşan altı ülke bir Altılı Güvenlik Anlaşması imzalarlarsa, aynı zamanda yeni bir barış andlaşmasını da imzalamak zorunda kalırlar. Bu durumda, nükleer silahlardan arındırılmış bu üç ülke, nükleer silahlara sahip üç ülkeyi belli bir tarihe kadar nükleer silahlardan arınmaları sözünü de bu anlaşmalarla belirlemeye zorlayabilirler. Böylece nükleer silahlara sahip olan ülkeler arasındaki caydırıcılık esasına dayalı düzen de sona ermiş olur. Bu açıdan baktığımızda sözkonusu toprak sorunları altı ülkenin ortak su sahaları şeklinde tanımlanabilir ve bunlardan herhangi birine ait kılmaktan vazgeçilip, bir bakıma “ortak güvenlik alanı” olarak konumlandırılabilir. Böylece bu yararsız toprak sorunları da ortadan kalkacaktır.

(soL - Japonya)