James Petras'la 'Arap İsyanı ve Emperyalist Karşı Saldırı' üzerine

James Petras’la Ortadoğu’daki gelişmeler ve son kitabı “Arap İsyanı ve Emperyalist Karşı Saldırı” üzerine söyleştik. Röportajın ilk bölümünde Petras'ın Tunus'tan Suriye'ye uzanan gelişmeler, emperyalizmin karşı saldırısı ve İslamcı hareketler-emperyalizm ittifakı hakkındaki değerlendirmelerini okuyabilirsiniz.

James Petras kimdir?
New York Devlet Üniversitesi (Binghamton) Sosyoloji bölümünden emekli profesör James Petras'ın, devrimci hareketler, sınıf analizi ve Latin Amerika hakkında çok sayıda kitabı bulunmaktadır. "Küreselleşme ve İmparatorluk", "Çok Uluslu Şirketler Yargılanıyor", "Latin Amerika'da Devlet İktidarı ve Toplumsal Hareketler" gibi kitapları Türkçe'ye de çevrilmiştir.

“Arap İsyanı ve Emperyalist Karşı Saldırı” adlı kitabınız geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Kitabınız henüz Türkçe’ye çevrilmedi. Biz de bu kitaptaki yaklaşımınızın Türkiye sol kamuoyuna tanıtmanın yararlı olacağını düşündük. Kitabınızda Arap dünyasındaki gelişmelerle ilgili oldukça çarpıcı bir anlatı sunuyorsunuz. Bize önce Tunus, ardından Mısır’da patlak veren olaylar ve daha sonra Libya, şimdi Suriye’de devam eden hareketliliğe dair genel yaklaşımınızı, bu süreçte emperyalizmin, spesifik olarak da ABD’nin rolüne dair görüşlerinizi ve yakın gelecekte Arap dünyasındaki olası gelişmelere dair çizdiğiniz çerçeveyi anlatır mısınız?
Anlamamız gereken ilk şey söz konusu olayların basitçe siyasal özgürlükler odaklı bir taban hareketinden ibaret olmadığıdır. Bunlar çok daha derin, yapısal temelleri olan, sendikal mücadeleden, yapısal işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadeleden çıkan kitle hareketleri olarak anlaşılmak zorundadır. Kendisini yakarak ilk kıvılcımı çakan kişinin enformel sektörde kendi hesabına çalışan birisi olması bence sembolik bir anlama sahip. Ayaklananlar hiçbir şekilde ciddi bir modern ekonomiye entegre olmayan marjinalleştirilmiş insanlar. Bir diğer sebep de eğitim ve istihdam arasındaki eşitsiz gelişme ve bunun yarattığı sorunlar. Bu ekonomilerde çok fazla eğitimli işsiz var. Tarımdaki durgunluk sebebiyle şehirlere büyük bir göç var. Son olarak burada turizm ve düşük ücretli hizmet sektöründe yoğunlaşan bir tür rantiye-sermaye sınıfı var. Bu sınıf askeri olarak ABD’ye ekonomik olarak da Avrupa’ya göbeğinden bağlı.

Mısır’a baktığımızda inanılmaz derecede değişken ve kırılgan bir durum söz konusu. Tarihsel sürece bakarsak Nasır rejiminin bütünüyle alaşağı edildiğini ve dibine kadar yolsuzluğa batmış bir sermaye sınıfının devleti ele geçirdiğini görüyoruz. Elbette bu yapı, zorlukla bir arada durabilen devasa bir patronaj ağı yarattı. IMF ve Dünya Bankası bu rejimleri liberalleştirmek için basınç uygulamaya başladığında şöyle bir temel politika güttü. Bu patronaj ilişkilerini ya yıktılar ya da zayıflattılar, ancak yerine hiçbir ekonomik ya da sosyal program koymadılar. Sonuç olarak hükümetin kayırmacılık ağını ortadan kaldırdılar ve bir şekilde bu yapıda istihdam edilen yüz binlerce insanı bir tür tarihsel hoşnutsuzluk konumuna ittiler.

“Mübareksiz Mübarekçilik”
Ayaklanmanın en çarpıcı yönü gençliğin eylemlerdeki tartışılmaz ağırlığı. Bir kategori olarak gençlik değil, geleceksiz bir kitle olarak gençlik anlamında. Bazılarının işi vardı, bazıları enformel ve düzensiz olarak istihdam ediliyordu. Yeterince istihdam edilemeyen oldukça kalabalık bir genç nüfustan bahsediyoruz. Bu insanlar için işsizlik sigortası da söz konusu değil çünkü işsizlik sigortası alabilmek için daha önce çalışmış olmanız gerekiyor. Ancak bu insanların büyük çoğunluğu formel istihdam piyasasına henüz ilk adımlarını bile atmamışlar. Dolayısıyla, ne sendikalarla, ne devletle hiçbir kurumsal bağı olmayan bir kitleden bahsediyoruz. Olaylar biliyorsunuz, bir sokak satıcısının kendisini yakmasıyla patlak verdi. Bir protesto gerçekleşti, ardından bastırıldı. Sonra olaylar giderek büyüdü ve göz ardı edilemeyecek bir hal aldı.

Şuna dikkat etmeliyiz, bir kere ateşlendikten sonra hareket içerisinde birbiriyle çelişen ve çatışan farklı unsurlar ortaya çıktı. Bir yanda hem İslami hareketten hem de geleneksel soldan ve sendikalardan bağımsız geniş bir gençlik kitlesi vardı. Bu gençlik hareketinin, hem olumlu bir yanı hem de stratejik bir zayıflığıydı. Bu grubun hiçbir örgütlenme ve öncülük etme deneyimi yoktu. Diğer yanda ise ABD tarafından finanse edilen ve bir tür "Mübarek sonrası çözüm" için çalışan sivil toplum örgütleri vardı. Bu hareketlerin temel yönelimi “Mübarekçiliği Mübareksiz sürdürmek” olarak özetlenebilir. Bunun giderek güçlenen bir eğilim olduğunu görmek gerekiyor.

Mısır’daki başkaldırı hareketleri başarılı olmadı
Bana kalırsa Mısır’daki başkaldırı hareketleri, birçok insanın düşündüğünün aksine, başarılı olmadı. Toplumsal ve ekonomik yapıyı hiçbir şekilde değiştirmediler. Sadece tepedeki göze batan bazı figürler tasfiye edildi. Ekonomik yapıda, uluslar arası sermaye piyasalarında bir miktar güven yitimi vs. dışında hiçbir değişiklik olmadı. Ekonomide haliyle ciddi bir küçülme gözlendi ve kapitalizmin sürdürülebilirliği dahi belli açılardan tehlikeye girdi. Ancak Mısır’da olayların gidişatına el koyabilecek ve bir alternatif yaratabilecek radikal devrimci bir komünist parti yoktu.

Gençliğin büyük kitlesel hareketi ne istemedikleri konusunda net. İşsizliği istemiyorlar, yabancı güçlerin hakimiyetini istemiyorlar, siyasi ve ekonomik sistemi kontrol eden asalak ahbap çavuş sınıfını istemiyorlar. Dolayısıyla varolan rejimi istemedikleri konusunda netler, ama yerine ne gelebileceği konusunda hiçbir fikir birliği söz konusu değil. Aralarından örneğin 1962’deki Ahmed Ben Bella gibi bir figür çıkaramadılar. Ya da hareketi birleştirecek sosyalizm ideali gibi genel bir referans kaynağı yok.

Böyle bir durumda, yaşanan şu oldu: Benim paraşütçüler olarak adlandırdığım bazı gruplar, rejimin çökmekte olduğunu gördüler ve isyancıların tarafına geçtiler. Bu gruplar, artık muhalifliği sistemiçileşmiş, hala bir miktar prestij sahibi olan ancak var olan sistemi yıkmak gibi bir politik bir gündemden çok uzaklaşmış, siyasal sürgündeki bazı figürleri de aralarına alıp bir tür koalisyon oluşturdular. Siyasal ufukları bir tür parlamenter demokrasiden öteye gitmiyordu. Bir parlamento kuralım, batıyla uzlaşalım, ülkedeki iktidar kavgasını bir konsensusla çözelim derdindeydiler . Tunus’ta durum buydu. Fas ve Cezayir gibi ülkelerde hareket çok daha zayıftı. Çünkü bu ülkelerde devletin güvenlik aygıtları muhalif hareketlere çok derin bir şekilde nüfuz etmişti. Legal ya da yarı legal hareketler bir şekilde devletin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla ortaya çıkan hareketler hızlı bir şekilde önlendi ya da bastırıldı.

ABD devleti kurtarmak için diktatörü feda etti
Arap Baharı denilen sürecin kitlesel bir boyut kazandığı diğer tek ülke Mısır oldu. Ancak Mısır’daki harekette İslamcılık ve sekülerlik ekseninde bir ikilik yaşandı. Batı yanlısı İslamcılar ve batı egemenliğine karşı olan sekülerler. Süreç içinde, hem Tunus’ta hem Mısır’da sendikal güçler ve solun kalıntıları bir kez daha öne çıktı. Sendikalar ve sol, on yıllardır süren baskı nedeniyle henüz yeni yeni bir canlanma ve yeniden örgütlenme sürecindeydiler ve oldukça sınırlı bir güçleri vardı. Grev örgütleyebiliyorlar, ancak ötesine geçemiyorlardı vs.

Söz konusu protesto gösterileri başladığında, ABD önce harekete karşı çıktı ve Mübarek’i destekledi. Siyonistler ABD’nin Mübarek’i desteklemesinde olağanüstü bir rol oynadılar. ABD ancak ve ancak Mübarek’in düşeceği kesinleştiğinde ve hareketin giderek güçlendiği ve radikalleştiği reddedilemez bir gerçek haline geldiğinde pozisyonunu değiştirdi. Yeni pozisyon “devlet aygıtını korumak için diktatörü feda etmek” mantığı üzerine kuruluydu. Bu ABD’nin bir dizi farklı tarihsel örnekte denediği bir taktiktir. Bu taktikte esas olan çok beklememektir. ABD’nin bu gibi durumlarda fazla beklediği örnekler Nikaragua ve Küba’dır. Küba’da Batista’nın, Nikaragua’da Somoza’nın arkasında durmaya devam ettiler ve sonunda burada devlet aygıtı bütünüyle çöktü. Sonuç olarak, ABD stratejik bedeller ödedi. Bu derslerin bilinciyle hareket eden ABD, bu sefer Mübarek’e "gitme zamanı geldi" dedi ve hemen ardından “Ilımlı İslamcı” denilen gruplar ve ordu arasında bir mütabakat sağlamak için kolları sıvadı.

Bana kalırsa Mısır’daki başkaldırı hareketleri, birçok insanın düşündüğünün aksine, başarılı olmadı. Toplumsal ve ekonomik yapıyı hiçbir şekilde değiştirmediler. Sadece tepedeki göze batan bazı figürler tasfiye edildi.

Emperyalist Karşı Saldırı
Dolayısıyla süreçte benim “Emperyalist Karşı Saldırı” olarak adlandırdığım ikinci bir safha başladı. Bu karşı saldırı doğrudan harekete yönelen bir saldırı şeklinde değil hareketi demobilize edecek bir siyasal koalisyonu destekleme ve çatışmaları varolan kurumsal çerçeve içinde çözmeyi hedefleme şeklinde tezahür etti. Müslüman Kardeşler bu oyunda rol almaya istekliydiler. Ancak koalisyonun küçük ortağı olacaklarını anlamaları uzun sürmedi. Müslüman Kardeşler, oy tabanlarını ve kurumsal güçlerini geliştirdikçe, bu koalisyonun parametrelerini tekrar müzakere etmek ve ordunun üzerinde hakimiyet kurmak istediler. Bu istek, ABD için çok temel bir nedenle kabul edilebilir değildi: İsrail meselesi.

Emperyalizmi analiz eden bir çok araştırmacı oldukça afaki ve somut verileri göz önünde bulundurmayan bir yönelim içerisinde. Çoğunlukla ABD emperyalizminden bir soyutlama olarak söz ediyorlar. Petrol şirketlerinden, finans kapitalden filan bahsediyorlar ancak ABD’deki siyasi iktidarın somut işleyişini hiç incelemiyorlar. Ne Kongre’ye bakıyorlar, ne de Ortadoğu politikalarının kim tarafından ve nasıl icra edildiğine. Benim son 10 yılda bu konuda yaptığım araştırmalar gösteriyor ki ABD’de birincil bağlılığı ABD’ye değil İsrail devletine olan olağanüstü etkili bir Siyonist lobi var. Emperyalizm tarihinde benzersiz bir durum: Temsil ettiği devlet ile bağlı olduğu devlet farklı olan bir siyasetçi grubu. ABD’nin devlet gücünü İsrail’in çıkarları için kullanan bir grup.

Devrim içinde karşı devrim
Bu grubun sürece ilişkin yönelimi elbette Mısır-İsrail ittifakının sürdürülmesi, İsrail yayılmacılığın güvence altına alınması yönündeydi. Bu noktada Washington, Mısır ordusuna çok güçlü bir destek verdi, çünkü Müslüman Kardeşlerin İsrail’le işbirliğine Mübarek kadar teşne olup olmayacağı konusunda şüpheleri vardı. Bu durum iç mücadeleleri derinleştirdi ve keskinleştirdi. Bunun sonucu olarak da dalga geriye döndü. Bir kez mücadele sokaklardan masa başına çekilince, hareket içindeki seküler ve radikal gruplar izole edilince, ordu duruma el koydu. Gerek tanklarla, gerek paramiliter güçlerle, gerekse çetelerle... Müslüman Kardeşler, ordunun sadece solcu seküler grupları bastırmakla yetinmeyeceğini, sıranın onlara da geleceğini fark ettiğinde muhalefeti yükseltmeye başladı. Şu anda bu süreç devam ediyor. Emperyalizm yanlısı ve egemen grup olarak ordu hala kontrolü elinde tutuyor. Seçimler olsa da parlamento olsa da durum böyle... Durumda temelden bir değişiklik yok. Ülkede Gazze ablukasının sona erdirilmesi için, Mısır’ın ABD’nin Ortadoğu politikalarının boyunduruğu altından çıkması için inanılmaz bir toplumsal basınç var, ancak sistem bunlara cevap vermiyor ve yerli yerinde duruyor. Bunu bir tür devrim içinde karşı devrim olarak adlandırabiliriz.

Libya saldırısı da tam olarak böyle bir momentte başladı. ABD ve müttefikleri, İngiltere, Fransa, Kaddafi’yi devirmek için bütün eski çeteyi topladılar Kralcılar, El Kaide, bütün unsurlar bir araya geldi ama yine de yetmedi. Sonuç olarak, emperyalistler olağanüstü yoğun hava ve deniz saldırıları başlattılar. Kaddafi tarihsel olarak bakıldığında göreli antiemperyalist figür olmakla beraber, uzun bir süre önce emperyalist ülkelerle bir dizi uzlaşmaya gitmişti. Oğulları zaten emperyalizmle sıkı fıkı ilişkileri olan yolsuzluğa batmış figürlerdi. Dolayısıyla Kaddafi zaten zayıflamıştı. Filistin’e verdiği desteği bile çekmişti. Yine de göreli olarak bakıldığında bir tür “ilerici” gündemi temsil ediyordu. Bir köktendinci değildi, seküler yanı hep ağır basmıştı. Sahraaltı Afrika’sına yardım ve istihdam açma konusunda oldukça cömertti.

Bir konuda net olmak gerek, Kaddafi’nin düşüşü ve yok edilişi hava savaşıyla mümkün oldu. Paralı askerler, El Kaide vs. bunlar hava saldırıları sonucu belli ettikten sonra geldiler. Bu durum şimdi Suriye saldırısı için bir model olarak kullanılıyor. Bir tür "domino etkisi"... Tunus’ta ve Mısır’da hareketleri demobilize etme, Libya’yı yok etme ve şimdi de Suriye saldırısı. Suriye çifte kavrulmuş bir pozisyonda. Hem Israil’le karşıtlık içerisinde olduğu için hem de Hizbullah’ı koruduğu ve İran’ı desteklediği için hedef tahtasında. Amaçları Siyonizm karşıtı ve görece bağımsız ulusal rejimleri bitirmek.

Bir konuda net olmak gerek, Kaddafi’nin düşüşü ve yok edilişi hava savaşıyla mümkün oldu. Paralı askerler, El Kaide vs. bunlar hava saldırıları sonucu belli ettikten sonra geldiler. Bu durum şimdi Suriye saldırısı için bir model olarak kullanılıyor.

Emperyalizmin muazzam ideolojik zaferi
İnsani ve demokratik idealler kisvesi altında batı sosyal demokrasisini bu işe koşuyorlar. Fransız sosyalistleri, İngiliz işçi partisi hepsi bu emperyalist kampta ortaklaşıyorlar. Irak savaşı sırasında ortaya çıkan savaş karşıtlığı gibi hissiyatların önüne geçmek için oldukça sistematik çalışıyorlar. Dün Afganistan’da olduğu gibi. Şimdi de bu ideolojik silahı ve momentumu tüm güçleriyle Suriye’ye kanalize etmeye çalışıyorlar. Körfez devletleri, El Kaide, paralı askerler, sürgündekiler, vs.

Suriye önemli ama asıl büyük lokma elbette İran. İran çok net bir İsrail karşıtı politika sürdürüyor. Irak savaşının başından beri Siyonistlerin gündemi belli. Önce Irak, ama asıl hedef İran... Saldırı altında olan ülkelerin ortak özelikleri antisiyonist olmaları, emperyalizmden görece bağımsız olmaları ve Suudilere düşman olmaları... Dolayısıyla bir dizi faktörün bir araya gelmesi söz konusu. Asıl çarpıcı olan şey ise bu saldırılar karşısında batıda emperyalizm karşıtlığının şaşırtıcı derecede cılızlığı. Neredeyse yokluğu ya da yok oluşu... Bu durumda batının sözde antiemperyalistleri sahtekarca bir eşit mesafede durma politikası güttüler: ”Hem işgali hem de Suriye hükümetini kınıyoruz. Hem Kaddafiye hem de NATO’ya karşıyız.”

Fransa’da bir dizi Marksist grup, Troçkistler, antikapitalist parti vs. başta Libya’daki bu karşı devrimci grupları desteklediler. Bugün de birçok grubun “Suriyeli devrimciler”den bahsettiklerini duyuyoruz. Bunu emperyalizmin muazzam bir ideolojik zaferi olarak görmek lazım. Sonuç olarak, şu an herhangi bir halkçı hareketlenmeden değil bir emperyalist saldırıdan söz etmek durumundayız. Sözgelimi iki yıl öncesine kıyasla emperyalistler ciddi mevziler kazanmış durumdalar. Öte yandan, Mısır’da iktidar konusu hala çözülebilmiş değil. Kitle hareketi henüz tarihsel bir yenilgi almış değil. Ciddi bir geri çekilme ve baskılanma söz konusu. Ama yine de egemenler gözünde dehşet verici bir güç olmaya devam ediyor. Ancak özellikle Mısır söz konusu olduğunda, ilginç olan İslamcıların genel muhalefet içerisindeki yükselişleri. Bu ciddi bir problem. Elimizde aşağı yukarı şöyle bir tablo var.Bir yandan ABD destekçisi ordu ve müttefikleriyle Mübareksiz Mübarekçiliğin, Musa ve diğer adaylarla birlikte yeniden tesis edilmesi, bir yanda da marjinlerde olmakla beraber, bir radikal ve seküler gençlik hareketi. Hala aktif, hala bir gündemi var, ancak güç denklemindeki etkili olmaktan uzak. Çok kötümser bir tablo çizmek istemiyorum.

Fransa’da bir dizi Marksist grup, Troçkistler, antikapitalist parti vs. başta Libya’daki bu karşı devrimci grupları desteklediler. Bugün de birçok grubun “Suriyeli devrimciler”den bahsettiklerini duyuyoruz. Bunu emperyalizmin muazzam bir ideolojik zaferi olarak görmek lazım. Sonuç olarak, şu an herhangi bir halkçı hareketlenmeden değil bir emperyalist saldırıdan söz etmek durumundayız.

Olası bir emperyalizm-İslam ittifakı Suriye’yi Irak’a benzetecek
Suriye hükümeti örneğin seçimlerin bir parçasını oluşturduğu ciddi reformlar gerçekleştirdi. Ancak bu seçimler batı medyası tarafından ağız birliği edilerek mahkum edildi. Suriye’de anayasal değişiklik talebi çıkan seçimlerin özgür ve hilesiz olduğunu kimse inkar etmiyor. Anayasal değişiklik isteyen kesimin hepsinin Esad düşmanı olmadığını belirtmek lazım. Aralarında komünistler, sosyalistler, ulusalcılar, seküler insanlar da var. Ancak aralarında batı müdahalesi ve silaha başvurmadan anayasal değişiklikle sorunlara çare olunabileceği yönünde bir mütabakat var. Olası bir emperyalizm-İslam ittifakının sonucunun az çok Irak’a benzeyeceğini görüyorlar. Bunun modern seküler bir devletten karanlık çağlara doğru büyük bir geriye gidiş olacağının farkındalar. Saddam döneminde Irak, evet bir diktatörlüktü ama ulusal, seküler ve modern bir devletti. Bu devlet tam anlamıyla parça parça edildi. Binlerce bilim adamı, binlerce profesör, modern seküler bir rejimle özdeşleştirilen binlerce entelektüel öldürüldü. Emperyalizm bir ülkeyi işte böyle yok eder. Emperyalizm bir ülkeyi bir yandan sömürüp bir yandan da kalkındırmaz. Emperyalizm bir ülkeyi yok eder. Irak’ta olan şey bugün Libya’da tekrarlanıyor. Libya da tamamen parçalandı ve yok edildi. Afgan halkının yüzde 90’ı ABD yerine Taliban’ı tercih ediyor. Bu tercih bize bir ortaçağ yapısı olan Taliban değil emperyalizm hakkında fikir veriyor. Taliban hiçbir zaman gece köylere girip evleri taramadı, düğünlere bomba atmadı. Bunun adı barbarlıktır. Bir tür ortaçağ emperyal barbarlığına doğru gidiyoruz. Tanık olduğumuz petrol havzalarını ele geçiren ama ülkenin gerisini ekonomik olarak geliştiren eski tip bir ekonomik emperyalizm değil. Somut gerçeklerden başlamamız gerekiyor.

Siyonist Israil lobisi ABD üzerindeki etkisini kullanarak, ABD’nin askeri ve ekonomik gücüyle İsrail’in Ortadoğu hakimiyetine karşı çıkan tüm güçleri yok etmek istiyor. Bu konu birçok akademisyenin ya bilgisizlikten ya da korktuklarından göz önünde bulundurmadıkları bir konu. İran örneğine bakalım mesela. İran’ın nükleer silahı yok .İsrail’in ise 200 ila 300 arası nükleer bombası var. İran’da nükleer silah olduğuna dair tek bir kanıt yok. Yine de İran’ın büyük bir tehdit gibi gösterildiğini biliyoruz. Bu hem ABD’de hem Avrupa’daki yaygın kanaat ve siyaset. İsrail’i bölgenin tek üstün gücü haline getirmek için 75 milyon İranlıyı boğmak politikası. Analizin merkezine bu unsuru yerleştirmemiz gerek. Bazıları diyor ki savaşın sebebi petrol. Bu kesinlikle doğru değil. ABD petrol çıkarlarını İsrail için feda ediyor. Yaptırım politikalarıyla petrol fiyatının yüzde 30 artmasına sebep oldu. Bu demektir ki ödediğiniz her 4 dolardan 1’i İsrail vergisi olarak kesiliyor. Bu para İran savaşla tehdit edilebilsin diye ödenen para. ABD savaş nedeniyle Irak petrollerinden on yıl boyunca mahrum kaldı. ABDli bütün petrol şirketleri bundan zarar gördü. Bu savaş petrol için filan değildi. Irak’la savaş isteyen bir petrol lobisi yoktu. Iran’la savaş isteyen bir petrol lobisi de yok. Dediğim gibi bu oldukça benzersiz bir durum. Ne İngiliz imparatorluğu, ne Fransız ne de Japon imparatorlukları bir başka askeri ve sömürgeci paralel ülkenin çıkarlarına hizmet eden bir siyaset sınıfına sahipti. Özetle, Ortadoğudaki durumu bu noktalarla değerlendiriyorum.

YARIN: Batılı enetelektüellerin Arap coğrafyasındaki gelişmelere bakışı, Türkiye'nin ve AKP'nin emperyalizmin karşı saldırısında üstlendiği rol ve AKP'nin karşı karşıya bulunduğu riskler...

Melih Yeşilbağ - soL