İnsanlık suçları ve darbeler yargılandı mı?

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianameyle birlikte, tarihteki diğer “darbe ve insanlık suçu yargılamaları” da gündeme geldi. Nazizmin ve Pinochet’nin yargılanması durumun pek de parlak olmadığını gösteriyor.

12 Eylül generallerinden Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianame ve yargılama süreci, bazı çevrelerde heyecan uyandırdı. Evren ile Şahinkaya’nın yargılanması ile 12 Eylül düzeninin yargılanması arasında, iddianameye bakılırsa pek bir bağ olmasa da, darbeci askerlerin yargılanması tarihteki diğer darbecilerle ve insanlık suçu failleriyle kıyaslanmalarına neden oldu.

Bu tip yargılamalarda akla ilk gelen örnekler Güney Afrika ve Şili oluyor. Yakın tarihte Şili diktatörü Pinochet’nin yargılanması “darısı bizim de başımıza” temennilerini beraberinde getirmişti. Ancak Pinochet’nin yargılanmasının Şili’de yaşananlarla bir hesaplaşma olmadığı çok geçmeden açığa çıktı. Dahası, tarihte faşizme doğrudan başvurmayan burjuva iktidarların faşizmle hesaplaşmasının tam anlamıyla göstermelik bir manevra olduğu da biliniyor. Bu konudaki en önemli örnek, Nazilerin yargılanması.

Almanya Nazizm’le hesaplaştı mı?
Nazilerin ve Nazizmin yargılanmasında, 2. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan müttefik devletlerin ve Fransa’nın dahil olduğu Nürnberg Mahkemeleri ile İsrail’de gerçekleştirilen bazı duruşmalar dışarıda bırakılırsa, ortada tam bir fiyaskonun ve örtbas işleminin olduğu biliniyor.

Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” isimli kitabında, savaş sonrası Federal Almanya’nın Nazi rejiminde rol alan kişilere karşı gösterdiği müsamaha şöyle anlatılır:

“Batı Almanya’nın 1958’de, iş işten geçtikten sonra kurduğu ve başına da Savcı Erwin Schüle’yi geçirdiği Nazi Suçlarının Tetkikinden Sorumlu Merkez Teşkilatı binbir güçlükle karşılaşmıştı. Bunun nedeni kısmen Alman görgü tanıklarının işbirliği yapmaya yanaşmaması, kısmen de yerel mahkemelerin Merkez Teşkilatı’ndan gelen bilgilere dayanarak dava açmayı istememesiydi.

(...)

Almanya’da yıllar önce yayımlanan kitaplarda ve dergi yazılarında aleyhlerine onlarca delil bulunmasına rağmen, hiçbiri sahte bir isimle yaşamaya gerek duymamıştı. Savaş bittiğinden beri ilk defa Alman gazetelerinin hepsi, katliamdan sorumlu bu Nazi suçluların duruşmalarıyla ilgili haberlerle doluydu... ve yerel mahkemelerin bu suçlara dayanarak dava açma konusundaki isteksizlikleri, sanıklara verilen aşırı toleranslı cezalarda kendini açıkça gösteriyordu... Üst Düzey SS Liderleri’nden biri olan Koppe, savaştan sonra Almanya’daki bir çikolata fabrikasının başına geçmişti.

(...)

Bundesrepublik’teki (Almanya Federal Cumhuriyeti) 11.500 hakimden beş bininin, Hitler rejiminin mahkemelerinde görev aldığı tahmin ediliyordu.”

Arendt’in verdiği bilgilere göre, iş işten geçtikten sonra yargılanmaya başlanan Nazi suçluların mahkeme önüne gelmesini sağlayan olay, 1960 yılında üst düzey bir Nazi olan ve Yahudilerin “tehcir”inden sorumlu bir görevi bulunan Adolf Eichmann’ın Arjantin’de yakalanıp İsrail’e getirilmesiydi. Eichmann’ın yakalanmasıyla birlikte, Federal Almanya birden yıllardır ülkede rahat rahat yaşamakta olan Nazi eskilerini tutuklamaya başlıyordu!

Nazilerin kontrgerilla ile rehabilitasyonu
Bu sürece eşlik eden bir diğer gelişme, komünist harekete karşı kapitalist ülkelerin gizli karşı-devrimci örgütlerinin yeniden yapılandırılması oldu. ABD savaş sonrasında işgal altında bulundurduğu topraklardaki karşı istihbarat faaliyetlerini yürütmek üzere Counter Intelligence Corps’u (CIC) kurdu.

Bundesrepublik’teki (Almanya Federal Cumhuriyeti) 11.500 hakimden beş bininin, Hitler rejiminin mahkemelerinde görev aldığı tahmin ediliyordu.

CIC’nin ilk görevi, sosyalizme karşı kullanılabilecek eski faşistleri korumak oldu. Daha sonraki yıllarda İtalya’da komünist harekete karşı açılacak büyük savaşın yöneticilerinden, finansörlerinden ve ABD ile ilişkilerde kilit bir noktada olacak olan Licio Gelli'ninki, bu operasyonlardan en bilineniydi. Mussolini’nin faşist Siyah Gömlekliler örgütünde katliamlar yapan Gelli, savaş sırasında Alman Herman Göering’in SS birliğinde çalıştı. Savaş sonunda İtalyan partizanları tarafından idama mahkum edilen Gelli, ABD’nin CIC örgütü tarafından kaçırılarak idamdan kurtuldu ve daha sonra geri getirilmek üzere Arjantin’e götürüldü.

CIC’nin bir diğer faaliyeti “Lyon Kasabı” olarak anılan Barbie adlı İtalyan faşistin 1951 yılında Arjantin’e kaçırılmasıydı. Bir başka operasyon, Mussolini döneminde İtalya’daki kitlesel katliamların sorumlularından olan Junio Valerio’nun yargılanmaması için yoğun faaliyet gösterilmesiydi. Bu katil savaş sonrasında hüküm giymemek bir yana, mahkemeye bile verilemedi.

Anti-komünist saldırılar için örgütlerin kurulması sadece ABD’nin attığı adımlara dayanmıyordu ve Avrupa bazında önemli bir iç dinamik de söz konusuydu yine eski faşist birikimden önemli ölçüde yararlanılıyordu. Eski Nazi Generallerinden Gehlen, Alman gizli servisini ABD ile işbirliği içinde tekrar kurdu ve anti-komünist birikimini bu sefer ABD emperyalizminin hizmetine sundu. ABD bu birikime o kadar önem veriyordu ki Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşmalar bu kapsamda da ihlal edildi.

Anlaşmalarda savaşın hemen ardından Alman ordusunun bütünüyle ve acilen silahsızlandırılması öngörülmesine karşın, savaş sonrasında İngiliz işgalindeki Alman topraklarında bulunan toplam yaklaşık yarım milyon askerden oluşan Alman birlikleri silahsızlandırılmamıştı. ABD ise binlerce Polonyalı, Yugoslav ve Ukraynalı faşisti “muhafız” olarak istihdam ediyor ve silahlandırıyordu.

Anti-komünist saldırılar için örgütlerin kurulması sadece ABD’nin attığı adımlara dayanmıyordu ve Avrupa bazında önemli bir iç dinamik de söz konusuydu yine eski faşist birikimden önemli ölçüde yararlanılıyordu. Eski Nazi Generallerinden Gehlen, Alman gizli servisini ABD ile işbirliği içinde tekrar kurdu ve anti-komünist birikimini bu sefer ABD emperyalizminin hizmetine sundu.

Ekim 1956'da Federal Almanya hükümeti, yeni orduda 38 generalden 31'inin ve 237 albaydan 100'ünün Nazi ordusunun genel kurmayında bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Aynı dönemde, Nazi ordusunun Yabancı Ordular Bölümü eski şefi Korgeneral Reinhard Gehlen, CIA'ya, "eğer Sovyet yanlısı siyaset taraftarları" federal hükümete girecek olursa, Federal Almanya'da uygulanacak bir darbe planı sunmuştu. Emperyalistler eliyle "faşizmden arındırılmış" Batı Almanya'da hâlâ idari mevkilerde bulunan eski faşistler darbe planları hazırlıyordu. Ancak herhangi bir darbeye gerek kalmadı. "Sivil irade", yani Federal Alman hükümeti Ağustos 1956'da Almanya Komünist Partisi'ni (KPD) yasaklayarak kendi önlemini aldı. Darbe plancısı, eski Nazi Gehlen ise mükafatını aldı: sonradan, Almanya'nın istihbarat örgütü Federal Haber Alma Servisi (BND) kuruldu ve başına Gehlen getirildi. Böylece Gehlen’in örgütü legal bir statü kazanmış oldu.

Bu arada, daha Tahran Konferansı sırasında, Stalin’in ABD Başkanı Roosevelt’e Nazi ordusunun subaylarının yargılanıp idam edilmeleri gerektiğini önerdiği biliniyor. Roosevelt’in bu öneriyle alay ettiği, Churchill’in ise şiddetle karşı çıktığı söylenir. Churchill, “ülkesi için savaşmış askerlerin idamına” ve “politik yargılamalara” karşı olmasını buna gerekçe göstermişti. Federal Almanya’nın şansölyesi Konrad Adenauer döneminde, 1949 yılında Batı’nın yeniden silahlanmasına karar verilmiş, 1951 yılında ise denazifikasyon dönemi resmen kapatılmıştı.

Pinochet’yi kurtaran İngiltere
Kamuoyunda bilinen en önemli “darbeci yargılaması” Şili’nin sosyalist lideri Salvador Allende’yi ABD destekli bir faşist darbe ile deviren Augusto Pinochet’nin davasıydı. İspanya’da 1985 yılında kabul edilen bir yasa, İspanyol vatandaşı olsun olmasın, bu suçlar İspanya’da işlensin işlenmesin, terörizm, işkence, soykırım gibi suçların kurbanlarına İspanya’da dava açma hakkı veriyordu.

Pinochet Şili’ye muzaffer bir komutan gibi döndü. Meclisten, kendisini hayat boyu yargılamadan muaf tutacak bir yasa çıkartıldı. 2000 yılının Aralık ayında, 75 muhalifini kaçırmak ve kaybetmek ile suçlandı. Ancak 2002 yılında, Anayasa Mahkemesi, Pinochet hakkındaki insanlık suçu isnatlarını yine tıbbi gerekçelerle reddetti. 2004 yılında ev hapsine alındı, ancak aynı sene felç geçirdi. Pinochet, 2006 yılında isnat edilen hiçbir suçtan dolayı yargılanmadan öldü.

Pinochet için böyle bir dava 1996 yılında açıldı. Pinochet Şili’sinin, Falkland Savaşı sırasında İngiltere’ye çokça faydasının dokunduğu, Pinochet ile Margaret Thatcher ve Tony Blair’e yakınlığı biliniyordu. İspanya’da açılan dava neticesinde, Pinochet ev hapsine alındı. Ancak 2000 yılında, İçişleri Bakanı Jack Straw, tıbbi gerekçelerle Pinochet’yi yargılanmaksızın serbest bıraktı. Bu arada, İspanya’da açılan davanın belgelerinin, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton tarafından sağlandığını belirtelim. Clinton, sayısı 7 bin 500’ü bulan belgelerin üzerindeki gizliliği kaldırmıştı. Pinochet’nin en büyük destekçisi ABD’ydi.

Pinochet aynı yıl Şili’ye muzaffer bir komutan gibi döndü. Meclisten, kendisini hayat boyu yargılamadan muaf tutacak bir yasa çıkartıldı. 2000 yılının Aralık ayında, 75 muhalifini kaçırmak ve kaybetmek ile suçlandı. Ancak 2002 yılında, Anayasa Mahkemesi, Pinochet hakkındaki insanlık suçu isnatlarını yine tıbbi gerekçelerle reddetti. 2004 yılında ev hapsine alındı, ancak aynı sene felç geçirdi. Pinochet, 2006 yılında isnat edilen hiçbir suçtan dolayı yargılanmadan öldü.

Augusto Pinochet vakasında dikkat çeken en önemli unsurlar, Allende’yi deviren bu faşist darbecinin kurduğu rejimin, yalnızca işkence suçlarından dolayı suçlanmasıydı. Halbuki 1973 yılında Şili’de gerçekleştirilen darbe, ABD’nin desteğiyle liberal ekonomi politikalarının uygulandığı bir tür “laboratuvar” konumundaydı. Bu tarihten sonra Şili’de büyük bir özelleştirme dalgası başlamış, ekonomi piyasanın insafına terk edilmiş, ücretler düşmüş ve işsizlik artış göstermişti. Neoliberalizme yelken açmak için solu ve işçi sınıfını askeri darbelerle ezme geleneği, Şili’de başlamış, Türkiye’de devam etmişti. Bu anlamda Şili ve Türkiye darbeleri, dünyadaki karşıdevrim sürecinin önemli ve başlangıç safhalarından sayılmalıdır. Pinochet, darbeden sonra, “Şili’nin proleter bir ulus değil, mülk sahibi bir ulus olmasını istiyorum” demişti.

İspanya’da ‘demokrasiye geçiş’
İspanya’da da, falanjist General Franco’nun İspanya İç Savaşı’nın ardından başlayan egemenliği, 1975’teki ölümüyle son bulmuştu. İspanya’nın falanjizmden liberal demokrasiye geçişi ise, Franco’nun hamiliğinde yetişen ve o öldükten sonra tahta çıkan Juan Carlos ile birlikte başlamıştı. Franco ile beraber yükselişe geçen Carlos’un bu dönemle hesaplaşmaktan çok, uluslararası baskılar ve İspanya büyük burjuvazisinin istekleri doğrultusunda bir geçiş sürecini yönettiği gayet açıktı. Demokrasiye geçiş sürecinin meyvesi, 1977 yılında faşistlerin, sendikaların ve İspanya Komünist Partisi’nin gerçekleştiği bir mitinge saldırarak 5 komünisti öldürmesiyle alınacaktı. Bu olay, tarihe Atocha Katliamı olarak geçecekti.

İspanya’daki “demokrasiye geçiş” sürecinde, ordudaki falanjist unsurları tasfiye etmek veya yargılamak yerine, açıkça “ikna etmek” üzerine kurulu bir siyaset izlendi. Adolfo Suarez’in başbakanlık yaptığı 1976-77 yıllarında, politik ortamın normalleşmesinin İspanya’da anarşi ya da kaos anlamına gelmeyeceği propaganda ediliyordu. İspanya Komünist Partisi’nin legale çıkma çabalarıyla buna karşı çıkma gayretleri, yukarıda da bahsedilen Atocha Katliamı ile faşist hareketin gücünü gösterecekti.

Güney Afrika’nın Hakikatleri Araştırma Komisyonu
Güney Afrika’da apartheid rejiminin yenilmesinin ardından 1995 yılında kabul edilen “Ulusal Birliği ve Uzlaşmayı Destekleme Yasası” gereği kurulan hakikat komisyonları, geçmişteki suçlara urtak olmuş kişileri bunları “itiraf etmeye” teşvik ediyor ve böylece bu kişileri işledikleri suçların mağdurlarıyla uzlaştırmaya çalışıyordu.

İspanya'da "Demokrasiye geçiş" sürecinin meyvesi, 1977 yılında faşistlerin, sendikaların ve İspanya Komünist Partisi’nin gerçekleştiği bir mitinge saldırarak 5 komünisti öldürmesiyle alınacaktı. Bu olay, tarihe Atocha Katliamı olarak geçecekti.

Komisyonlara yöneltilen en büyük eleştiri ise, mağdurların ihtiyacı olanın “uzlaşma” değil, adalet olduğu idi. Birçok apartheid karşıtı aile, yakınlarının ölümüne sebep olanların itirafa teşvik edilmesi değil, cezalandırılması gerektiğini savunuyordu.

Güney Afrika’daki hakikat komisyonları deneyimi, genel olarak bu modeli savunanlar tarafından neredeyse tek başarılı örnek olarak gösteriliyor. Güney Afrika’daki modelin belli bir başarı sağlamış olmasının temel nedeni ise, bir rejim değişikliğinin ardından gelmesi idi. Apartheid rejiminin yenilgiye uğramış olması, bu rejime ait suçların araştırılmasına fırsat sağladı.

soL Haber Portalı Genel Yayın Yönetmeni Alper Birdal, 24 Ocak 2011 tarihinde yazdığı bir yazıda, Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun işlevini şöyle anlatmıştı:

“‘Uzlaşma’ kavramının altını bir kez daha çizmek isterim. Zira TRC’nin apartheid sonrası Güney Afrika’daki işlevi, ünlü Avustralyalı gazeteci John Pilger’ın deyişiyle, bütünüyle beyazlara dayanan bir kapitalizmden çok ırklı bir kapitalizme kolay bir geçiş sağlamak ve suçluların, özellikle de katillerin yargı önüne getirilmemesine izin vermekti. Güney Afrika’nın yeni burjuva iktidarı, geçiş sürecinde ülkenin büyük bir istikrarsızlığa sürüklenmemesini sağlamak ve egemen sınıf içerisinde yıllar sürebilecek iç çatışmaları önleyerek yeni yönetici blokunun iktidarını kurmasını kolaylaştırmak üzere, Afrika Ulusal Cephesi’nin verdiği mücadelenin sağladığı meşruiyetten de yararlanarak, bu dönüşümün bir aracı olarak TRC’yi gündeme getirdi. Bu anlamda ‘onarıcı adalet’ felsefesinin siyah Güney Afrikalıların dinsel ve geleneksel kökenleriyle ilişkilendirilmesi hayli uygun bir zemin sağladı. Komisyon’un duruşmaları pek çok örnekte kiliselerde yapılıyor, oturumlar duayla açıldıktan sonra ilahiler söylenmesiyle devam ediyor ve Komisyona Nobel Barış Ödülü sahibi Başpiskopos Desmond Tutu başkanlık ediyordu. Ayrıca suçtan zarar görenlerin, faillerin ve içinde yer aldıkları toplulukların suç nedeniyle uğradıkları zararı tamir etmek, onlar arasında “uzlaşmayı” sağlamak ve ilişkilerini yeniden tesis etmek şeklinde özetlenebilecek “onarıcı adalet” felsefesi, Afrika’nın geleneksel ‘ubuntu’ felsefesiyle harmanlanıyordu. Bunun yeni bir iktidarın kendini kurma sürecine hizmeti herhalde açık.”

(soL - Haber Merkezi)