CIA ajanından “İslam açılımı” kitabı

Eski CIA Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller, yeni kitabında İslam’a daha ılımlı yaklaşılması gerektiğini söylüyor. Askeri yöntemler kullanılarak radikal İslam’la mücadele edilemeyeceğini savunan Fuller, İslam’ın tek suçlu olarak algılanmaması gerektiği kanısında.

Daha önce yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı ile çok tartışılan Graham E. Fuller’in son kitabı “İslamsız Dünya” Türkçeye çevrildi. “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”nde AKP dönüşümlerine destek vermek için çarpıtmalara başvurmaktan çekinmeyen, Yeni-Osmanlıcılığa açıktan destek veren eski CIA ajanı, bu kitabında da ABD’nin İslam konusundaki yönelimine ilişkin önerileriyle dikkat çekiyor.

“Tek suçlu İslam değil”
Batı ile Doğu arasındaki gerilimin sadece İslam’a bağlanmasının doğru olmadığı, İslam olmasaydı da bu gerilimlerin yaşanacağı tezi üzerine kurulu olan kitabın girişinde şunlar söyleniyor:

"İslam diye bir din olmasaydı, Arabistan’ın çöllerinden Muhammed adında bir peygamber çıkmış olmasaydı, İslam destanı Ortadoğu, Asya ve Afrika’nın büyük bölümünde yayılmamış olsaydı, Batı ile Ortadoğu arasındaki bugünkü ilişki tamamen farklı olmaz mıydı? Bence olmazdı, hatta bugünkü manzaradan pek farklı bir şeyle karşılaşacağımızı da sanmıyorum.” (sf.9-10)

Doğu batı ilişkilerine sadece din ekseninde bakmanın doğru olmadığını yazan Fuller, bu konuda daha somut etkenlere dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor:

“Çok eskilere dayanan Doğu-Batı ilişkilerinin evrimini sıkı biçimde etkilemiş olan çok sayıda farklı etken vardır: Ekonomik çıkarlar, jeopolitik çıkarlar, bölgedeki imparatorluklar arasında yaşanan güç savaşları, etnik çekişmeler, milliyetçi dalgalar, hatta Hıristiyanlığın içerisinde yaşanan ciddi çatışmalar -tüm bunlar, aslında İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan Doğu-Batı rekabetlerine ve çatışmalarına bol miktarda zemin hazırlamaktadır.” (sf. 10)

Müslüman dünyasında gelişen Batı’ya yönelik endişenin sadece İslam’a özgü olmadığını, benzer tepkilerin İslam’ın etkili olmadığı coğrafyalarda da olduğunu belirten Fuller’in ABD’de gelişmiş olan İslam karşıtı paranoyanın çok da mantıklı olmadığını yazıyor.

Din güçleniyor ama tehlikeli değil
Dinin sosyal hayatta gittikçe güçlendiğini kabul eden Fuller, “Dinin hiç olmadığı kadar güçlü, hatta daha tehlikeli biçimde ‘gücü yeniden ele alması’ Batı dünyasında pek çok kişinin uykularını kaçırıyor. Bu düşüncede belirli oranda bir gerçeklik payı var elbette. Ne var ki asıl mesele dinin yarattığı tehlike değil, bizzat dogmatik düşüncenin varlığı” diyor. Soğuk savaş döneminde yetişen bir CIA ajanı olmanın verdiği reflekslerle her fırsatta Sovyetler’e çatan Fuller, “Yirminci yüzyılda yaşanan korkunç olayların dinlerle neredeyse hiç alakası yoktur: İki dünya savaşı, Franco, Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin, Mao, Pol Pot, Ruanda...” (sf. 23) diyor.

Her fırsatta sosyalizme saldıran Fuller, Sovyetler’de yapılan ateizm propagandasını İslam’a karşı bir mücadele olarak eleştiriyor (Sf. 197), Stalin’in ikinci dünya savaşında Ortodoks kilisesinin yardımına sığındığını öne sürüyor, “Sovyetler’de Müslümanlara yapılan zulümleri” anlatıyor.

Kitabın planı
Toplam üç ana kısım ve 14 bölümden oluşan kitabın ilk kısmında Batı'ya karşı gelişen tepkiselliğin kökenlerine dair bir tartışmaya giriliyor, bu noktada İslam’ın temel unsur olmadığına dikkat çekiliyor ikinci kısımda İslam’ın diğer büyük topluluklarla ilişkileri inceleniyor, bu ilişkilerden doğan bazı sorunlar ve bu sorunların görünme biçimleri tartışılıyor. Kitabın son kısmında ise tarihsel değişim içinde İslam’ın yeri, savaş, direniş ve cihad gibi kavramların anlamları tartışıldıktan sonra, neler yapılması gerektiği konusunda öneriler sıralanıyor.

Farklı bir dinler arası ilişki yorumu
Dinler arasındaki ilişkileri olduğundan daha yumuşak göstermeye çalıştığı görülen Fuller’in, İslam’ın diğer dinlere bakışı konusunda da çeşitli manipülasyonlara başvurmaktan kaçınmaması dikkat çekiyor. Diğer dinlerin İslam’a karşı çeşitli eleştirilerini değerlendiren Fuller, İslam’ın Hıristiyanlık ve Yahudilik konusunda sahiplenici olduğunu ve neredeyse hiç eleştiri getirmediğini öne sürüyor. İslam’ın diğer dinlere bir ilerleme olarak baktığını savunan Fuller, diğer dinlerde reddedilen, eleştirilen neredeyse hiçbir şey yokmuş gibi bir tablo çiziyor. İsim vermeden “bir dostundan” yaptığı aktarmada Müslümanların bakış açısını ilginç bir şekilde “yorumluyor”. Müslümanların, Yahudiliği Word 2.0 Hıristiyanlığı Word 5.0 ve Müslümanlığı Word 8.0’a (Sf. 41) benzettiğini, “dinler arasında daha gelişkine giden bir süreklilik olduğunun” düşünüldüğünü iddia ediyor.

“Teoloji kisvesi altında güç ve toprak kavgası”
Tarihte din ekseninde yaşanan tartışmaların büyük çoğunluğunun maddi zeminleri olan sorunların çeşitli yansımaları olduğunu belirten Fuller, “Sıklıkla teolojik anlaşmazlıklar kisvesi altına gizlense de, rekabet çoğunlukla (..) toprak ile kurumsal güç mücadeleleri şeklinde yoğunlaşıyordu” (Sf. 84) ifadelerine yer veriyor.

Bir korku: Sol-müslüman ittifak
Solcuların, Avrupa’ya Müslümanların gelişini oy deposu, “müşteri” olarak gördüğü için desteklediğini iddia eden bir alıntı yapan Fuller, bu alıntının ardından ikinci bir ortaklık zemini olarak da “Amerika nefreti”nden bahsediyor. Burada da durmayan Fuller, geçtiğimiz yıllarda yaşanan saldırıların zemininin “Marks-Muhammed Paktı” (Sf. 212) olduğunu öne süren bir alıntı daha yapıyor. Sadece dini suçlamanın doğru olmadığını kitap boyunca defalarca dile getiren Fuller, bu “ittifak” değerlendirmesini sahipleniyor.

Direniş bağlamı olarak İslam
Batı ile girilen maddi ilişkilerin bir sonucu olarak direnişlerin geliştiğini belirten Fuller, bunun farklı dönemlerde farklı bağlamlar içinde kendisini ifade ettiğine dikkat çekiyor. İlk olarak milliyetçilikle tanımlanan direnişlerin bir süre sonra Marksizm-Leninizm ile kendilerini tarif ettiğini belirten Fuller, son olarak da İslam’ın bu görevi üstlendiğini belirtiyor. (Sf. 288-289) Fuller ayrıca Filistin, Afganistan, Somali, Çeçenistan gibi coğrafyalarda yaşananların da Müslüman kimliğini daha öne çıkarttığını (Sf. 277) yazıyor.

Çözüm önerileri
Amerika’daki “neo-con”larla bir tartışmaya giren Fuller, “İslam’a karşı savaş” mantığının çok anlamlı olmadığını, şiddetin artmasına yol açtığını söylüyor. ABD’nin teröre karşı savaş söyleminin çözüm üretmediğini belirten Fuller çözüm için iki temel yöntem öneriyor. “Müslüman topraklarında artık yabancı postalların dolaşmaması ve yabancı askerlerin daha fazla askeri saldırı düzenlememeleri” gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “İkinci olarak, kendi toplumlarında terörle gerçek anlamda mücadeleyle ilgili düşünce yapısını sadece Müslümanlar değiştirmeye başlayabilirler. Aslında radikalleri fikrii ve fiziksel olarak silahsızlandırma, İslam’a başvurmakla elde etmeye çalıştıkları meşruiyeti gayrimeşru kılabilme konusunda en donanımlı olanlar muhtemelen ılımlı İslamcılardır.” (Sf. 318)

Fuller’in, askerlerin geri çekilmesinin yanı sıra Ilımlı İslam’a biçtiği görev, Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında Gülen hareketine düzdüğü övgüleri de akıllara getiriyor. Fuller bu kitabında “Türkiye sadece kendisi için değil, çağdaş İslam dünyası için de çok önemli olan iki dinamik İslami hareket üretmiştir bunlardan ilki siyasi alanda AK Parti, öteki ise çok daha büyük ve apolitik bir toplumsal hareket olarak Gülen Hareketi’dir” gibi bir çok değerlendirmeyle, Gülen Hareketine büyük önem verdiğini göstermişti.

“Asker değil polis kullanılmalı”
Terörü sınıflandırmak ve politik sahaya çekmek gerektiğini anlatan Fuller, RAND Corporation’ın bir araştırmasına dikkat çekiyor. Bu araştırmaya göre, 1968-2008 tarihleri arasında faaliyet gösteren “terör gruplarının” yüzde 43’ü siyasi sürece geçiş sayesinde faaliyetlerine son veriyor. Yüzde 40’iında ise polis denetimi, istihbarat ve ajanlık gibi yöntemler işe yaramış. “Terör gruplarının” bitirilmesinde en etkisiz olan ise yüzde 7 ile askeri yöntemler. (Sf. 315-316)

Buradan yola çıkan Fuller, askeri yöntemler yerine polis yöntemlerinin kullanılmasını, bu hareketlerin sınıflandırılarak mümkün olanlarının siyasi alana çekilmesini ve ABD’nin doğrudan müdahalesinin değil, Müslüman ülkelerin çabalarının daha verimli olacağını savunuyor.

Graham Fuller kimdir?
1965 ve 1985 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görev yaptı. Bu süre içinde hem CIA hem de Bakanlık’ta çalıştı. 1977-1980 yılları arasında Türkiye’de görev yaptı. Bundan sonra CIA Ortadoğu Masası Şefi oldu. Daha sonra da CIA Ulusal İstihbarat Konseyi’nde stratejik öngörü bölümünün başkan yardımcılığı görevini yürüttü. CIA’dan ayrıldıktan sonra da RAND Corporation’da görev yaptı. Son olarak Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabıyla Türkiye’nin gündemine gelmişti.

Osman Güven (soL)